Ekonomi açısından Covid-19 salgınıyla başlayan süreç, aynı zamanda bir teorik kurgulamalar dönemi oldu. Yalnızca tuhaf komplo teorileri değil, son bir yılda kapitalist sistemin geleceği üzerine hemen hepsi ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ klişesiyle başlayan çok sayıda ‘onarıcı’ projeye de maruz kaldık. Türkiye ayağında ise her şey fazlasıyla AKP’nin gidişine bağlanmış durumda. Bütün bunları ve daha fazlasını iki bölümlük söyleşi serisi ile iktisatçı Ümit Akçay ile konuştuk.
İlk soru biraz uzunca olacak mecburen. Bu yılın mayıs-haziranında Dünya Ekonomik Forumu Direktörü Klaus Schwab’ın başını çektiği bir seçkinler topluluğu “The Great Reset” kavramını ortaya attılar. Schwab’ın hazirandaki ünlü yazısından anladığım kadarıyla Covid-19’un ekonomik krizi derinleştirdiği/derinleştireceği verisinden hareketle, işlerin daha beter bir noktaya gitmemesi için kapitalizmi ıslah etmek gibi bir şeyden söz ediliyor. Üç ana başlık sayılıyor: Birincisi, adil bir piyasa; ikincisi, “yatırımların eşitlik ve sürdürülebilirliği”; üçüncüsü de “Dördüncü Sanayi Devrimi’nin inovasyonlarından kamu yararını destekleyecek, özellikle de sağlık sorunları ve toplumsal sorunları ele alacak şekilde faydalanılması.” Ben bir şey anlamadım. Siz ne anladınız? ‘Great Reset’ ne diyor bize?
Klaus Schwab’ın “The Great Reset” (Büyük Sıfırlama) çıkışı, son yıllarda Dünya Ekonomik Forum’larında sürdürdüğü çizginin bir devamı olarak görülebilir. Schwab somut olarak 2019’daki Davos’tan beri, ‘kapitalizmi kapitalistlerden korumak’ şeklindeki bir motto’dan hareket ediyor. Belki nereden çıktı bu Büyük Sıfırlama ihtiyacı diye sormalıyız. Açık ki, bir şeyler yolunda gitmiyor. Kısaca sıralayayım. Öncelikle uzun süren bir ekonomik durgunluk var. 2008 krizinden bu yana, özellikle erken kapitalistleşmiş ülkelerde canlı büyüme bir türlü gelmiyor. İkincisi, gelir ve servet dağılımı eşine az rastlanır şekilde bozulmuş durumda. Bunda yine 2008 krizi sonrasındaki kurtarma paketleri etkili oldu. Hatta 2020’de korona salgını sırasındaki kurtarma paketlerini de buna katabiliriz. Ekonomide yüzde 5-7 daralma varken borsalar rekor üstüne rekor kırdı. Gelir ve servet dağılımı, devletlerin kurtarma paketleri ile daha da derinleşti. Üçüncüsü, ekolojik kriz giderek derinleşiyor ve buna karşı halen sonuç alıcı bir çaba geliştirilebilmiş değil. Dördüncüsü, tüm bu gelişmelere karşı tepkiyi sol değil sağ, hatta faşistler örgütlüyor. Bu durum, kapitalistler açısından ilk başta tercih edilebilir bir seçenek olarak görülebilir. Ancak etnik milliyetçi, yabancı düşmanı, dinsel fanatizme dayanan, ataerkil bir sosyal düzen yanlısı, azınlıkları ve farklılıkları dışlayan bir siyaset, kültürel kutuplaştırmayı temel bir politika yapma stratejisi olarak kullandıkça, bu hareketler sorun çıkaran, çok taraflı uluslararası yapıyı bozan dinamikler olarak görülmeye başlandı. Beşincisi, büyük güçler arası jeopolitik ve ekonomik mücadele sertleşme emareleri gösteriyor. Liste uzatılabilir ama bu beş maddelik özet bize iki şey söylüyor: Yaşanan, bir iktisadi ve toplumsal sistem olarak kapitalizmin krizidir ve sıralanan sorunlara son 40 yıldır uygulanan politikalarla (neoliberalizmle) herhangi bir kalıcı çözüm bulmak mümkün değil.
Aynı bağlamda sorayım: Kapitalizm, böyle bir grup insanın toplantı yaparak temel yönelimlerini değiştirebileceği bir şey mi? Yani tamam, Dünya Bankası – IMF toplantıları vardır. Ayrıca, tek tek kapitalistler belli bir akılla hareket ederler ama kapitalizmin genel bir aklı var mıdır? Bir sistem olarak kapitalizm, “Böyle giderse dünya batacak, biz de batacağız, öyleyse daha az para kazanalım” diyebilme kapasitesine sahip mi?
Bildiğiniz gibi Marks, “bir çağın hâkim fikirleri, o çağın hâkim sınıfının fikirleridir” önermesini ileri sürmüştü. Peki hakim sınıfların kafası karışırsa ne olur? Birbirinden farklılaşan, hatta kimi zaman çelişen fikirler ortaya çıkar ve sonuçta şimdi olduğu gibi bir kakafoni oluşur. Bu yapısal kriz dönemlerinin tipik bir özelliği. Haklısınız, ‘kapitalizm’ diye bir özne yok. Ancak kapitalistlerin stratejileri var. Aslında konuştuklarımız, bu alternatif stratejiler. Örneğin uluslararası finans çevrelerin başucu yayını Financial Times’ın 2019’da attığı ünlü ‘kapitalizmi sıfırlama zamanı geldi’ manşeti, böyle bir müdahale. Financial Times’ın başyazarı Martin Wolf, bu sıfırlama ihtiyacını ‘gerçek kapitalizm bu değil’ argümanı ile gerekçelendiriyor. Wolf çok net bir neoliberalizm ve finansallaşma eleştirisi yapıyor. Buna göre son 40 yıllık politikalar sonucunda ABD ve Avrupa’da tekelleşme arttı, rekabetçi piyasalar işlemiyor, emek üretkenliği düşüyor, gelir dağılımı bozuluyor. Financial Times’a göre bunlar ‘kapitalizmi rayından çıkardı’. Yine Wolf’un tabiri karşımızda olan ‘rantçı kapitalizm’ ve kapitalizmin bu biçimi sürekli çelişkileri daha da derinleştiriyor, siyasi olarak da popülizme neden oluyor, Trump gibi liderleri çıkarıyor.
Ayrıca, bu tür bir dönüşüm, sadece iktisadın tartışıp çözebileceği bir sorun olabilir mi? Herkesin birbirini boğazladığı, on milyonlarca insanın yerinden yurdundan savrulduğu bir dünyada, bir araya gelecek ‘akil hükümetler’ sözgelimi ‘paydaş ekonomi’yi nasıl tartışacaklar ki? 2 trilyon dolardan fazla parayı silaha yatıran bu hükümetler ‘kamu yararına’ işleyişi hangi temelde konuşacaklar?
Geçtiğimiz hafta yapılan Davos-Dünya Ekonomi Forumu toplantılarında yine sözünü ettiğiniz konular ele alındı. Takip edebildiğim kadarıyla bu yılki Davos’un temel mesajı şu: Mevcut olan sürdürülemez bir noktaya geldi. Bunu görüyoruz. Ancak bu tip kriz anlarında önemli olan, alternatifleri sınırlayabilmek. Daha doğrusu alternatiflerin ufkunu belirleyebilmek. Bunu yapabildiğiniz oranda, sürecin sizin istemediğiniz şekilde gelişmesi ihtimalini azaltıyorsunuz. Örneğin Dünya Ekonomi Forumu’nun bu yıl hazırladığı açılış videolarında çok net bir neoliberalizm eleştirisi var, ancak bu eleştiri bir kapitalizm eleştirisi değil. Forum’daki neoliberalizm eleştirisinin bağlandığı yer, firmaların kar amacı yanında toplumsal sorunlara daha duyarlı hale gelmeleri gerektiği. Bu tartışma, ortalama ücretin asgari ücrete yakın olduğu Türkiye gibi ülkelerden bakıldığında komik gelebiliyor. Ancak Davos gibi platformların ya da Büyük Sıfırlama gibi gündemlerin temel amacı, az önce söylediğim gibi, gerek mevcut durumun eleştirisinin, gerekse buradan çıkış için olası alternatifler üzerine yapılan tartışmanın sınırlarını belirlemek. O nedenle kritik bir işlev görüyorlar.
Yoksa işin sırrı şu cümlede mi: “Çok açık, daha iyi bir toplum inşa etme isteği gerçekten de var. Bu isteği çok ihtiyacımız olan ‘Büyük Reset’in gerçekleşmesi için kullanmalıyız.” Yani, “işler sarpa sarıyor, elimizi çabuk tutalım” mı deniliyor? İşlerin çığırından çıkmasından mı korkuyorlar?
Evet, böyle de denilebilir. Bakın 2008 krizi sonrası şöyle bir durum ile karşı karşıya kaldık: Kriz öncesi, krize neden olan ekonomi politikaları, kriz sonrasında krizden çıkış için uygulandı. Yani ekonomi politikaların kriz öncesinde ve sonrasında bir değişim olmadı. Ancak ekonomi politikalarındaki bu süreklilik, siyasi olarak sürdürülemez bir noktaya geldi. Almanya’yı bir kenara koyarsak, kriz sonrasında Batı’da neredeyse tüm ülkelerde iktidar değişimi gerçekleşti, merkez siyaset (sol ve sağ) geriledi. Nasıl gerilemesin ki? Bu partiler insanlara geçtiğimiz 40 yıldır olduğu gibi daha fazla borçlanma, ücret artışlarının sınırlanması, emeklilik sisteminin yavaş yavaş özelleştirilmesi ya da güvenceli işleri ortadan kaldıran esnek çalışma modelleri vaat ediyorlar. Kriz sonrasında ‘merkez siyasetin’ bu gerileyişi pek çok ülkede siyasetin ana ekseninin sağa kayması ile sonuçlandı. Ancak 2021’e geldiğimizde bunun da bir yanıt üretmediğini görüyoruz. Dolayısıyla, ‘Büyük Sıfırlama’ gibi kavramların daha çok dolaşıma girmesi, dediğiniz gibi ‘elimizi çabuk tutalım’ çabasını da içeriyor olabilir.
Sonuçta Schwab ne derse desin, pandeminin gölgesinde 2021’e girerken kapitalizm açısından ‘reset’ olmasa da bazı restorasyon olasılıkları görüyor musunuz? Dünya ekonomisinin gidişatı kestirilebilir bir durumda mı?
Kısa vadede bir ‘reset’ söz konusu değil. Görünen, korona salgını öncesinde zaten var olan eğilimlerin güçlenerek sürmesi. Örneğin düşük faiz ortamında kamu yatırımlarının borçlanma ile finanse edilmesinin bir sorun yaratmayacağı görüşü bir süredir tartışılıyordu. Şu anda IMF-DB gibi kurumlar, krizden çıkış için kamunun altyapı yatırımlarını artırmasını öneriyorlar. Bu bir yandan Batı’da faizlerin sıfır düzeyinde olması ve kamu harcamalarının daha fazla borçlanarak yapılmasının ek bir maliyet getirmeyeceği gerekçesi ile destekleniyor. Diğer yandan da piyasanın kendi dinamiklerine bırakıldığında, krizden çıkışın çok daha uzun ve sancılı olacağı bilgisi ile kamu yatırımlarının artması öneriliyor. Aşılamanın ne hızda süreceğine bağlı olarak değişebilir ancak 2021’in ikinci yarısında pek çok ülkede güçlü ekonomik toparlanmanın geleceği bekleniyor. 2020’deki daralmanın sonrasında bu zaten olası bir senaryo. Ancak bu ekonomik toparlanmanın sürmesi, gerek kamu harcamalarının, gerekse ABD, Avrupa Birliği, Japonya gibi merkez ülke merkez bankalarının parasal desteğinin ne kadar süreceğine bağlı olarak gelişecek. Zira OECD başkanı geçen hafta bir uyarı yaparak ‘erken kemer sıkma felaket olur’ dedi. Zira güçlü kamu yatırım programları sonrasında artan borçlar, ileride olası bir faiz artışı gündeme geldiğinde bir dizi borç krizini tetikleyebilir. Bu gerçekleşirse işlerin nereye gideceğini kontrol etmek çok zor. Kısacası 2021 ve 2022 için bir genişleme ve büyüme dönemi bekleniyor, 2023’ten önce frene basmak kimsenin aklında yok. Ancak mevcut sorunların hiçbiri çözülmüş değil, yapılan sorunları geleceğe ertelemekten ibaret.
Ümit Akçay, muhalefetin ekonomik krizin kendiliğinden iktidarı değiştireceği tezine şerh koyuyor: Bu yaklaşım, hem ekonomik hem siyaseten yanlış
Ekonomi açısından Kovid-19 salgınıyla başlayan süreç, aynı zamanda bir teorik kurgulamalar dönemi oldu. Yalnızca tuhaf komplo teorileri değil, son bir yılda kapitalist sistemin geleceği üzerine hemen hepsi ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ klişesiyle başlayan çok sayıda ‘onarıcı’ projeye de maruz kaldık. Türkiye ayağında ise her şey fazlasıyla AKP’nin gidişine bağlanmış durumda. İktisatçı Ümit Akçay ile söyleşimizin ikinci bölümünde ekonomik kriz ve iktidar değişimi beklentisini konuştuk.
Türkiye’ye doğru gelirsek; siz 2019’un sonunda ‘otoriter konsolidasyon’un kapılarının aralandığını, muhalefet böyle giderse 2020-2023 sürecinin yapısal krize rağmen tamamlanabileceğini belirtmiştiniz. 2021’in başında durumu nasıl görüyorsunuz?
Otoriter konsolidasyon kavramını 2018 sonrasını tasvir etmek için kullanıyorum. Basitçe şunu kast ediyorum: Farklı sermaye fraksiyonları, bürokrasi ve siyasi elitten oluşan üç ayaklı iktidar bloğunun 2018 sonrası tek gündemi, kurdukları yeni rejimi tahkim etmek, kalıcılaştırmak. 2018’de rejim değişikliği sonrasında döviz krizi gelince, muhalefet çevrelerinde hemen 2001 krizinin hafızası canlandı ve mevcut iktidarın artık çok uzun ömürlü olmayacağı tespiti yapıldı. O andan itibaren ‘erken seçim geldi, geliyor’ diye savunanların sayısı arttı. Ekonomik sorunlar nedeniyle iktidarın kendiliğinden ilk seçimde gideceği, o nedenle aktif muhalefet yapmanın gereksiz olduğu, hatta bunun kutuplaştırmayı artırarak iktidarı güçlendirebileceği savunuldu. Bu yaklaşım, hem ekonomik olarak hem siyaseten yanlış. Ekonomik olarak yanlış olmasının nedeni, Türkiye’de 2001 krizine neden olan sorunlar ile şimdikilerin farklı olması. En basitinden şunu söylemeliyim: Bir gecede yaşanan büyük bir çöküş, ancak 2001’de mevcut olan sabit kur sisteminde yaşanabilir. Şimdi hem çöküş hem de etkileri zamana yayılabiliyor. Bu iktidar açısından büyük bir avantaj. Az önce işaret ettiğim siyaseten de hatalı, zira iktidar 2018’den bu yana yaptıklarını güçsüz olduğu için ya da gündem değiştirmek için değil, iktidarını tahkim etmek için yaptı. Bundan sonra da böyle sürecek.
2021’in özellikle ilk altı ayının özel bir konjonktür olacağını düşünüyorum. İktidar önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek ekonomik ve siyasi itirazları çok daha sert bir şekilde bastırmayı deneyecek. Yüzde 30’lar civarında bir işsizlik var. Üstüne üstlük, gelirsiz kalan bu insanlar bir yandan da hayat pahalılığı altında eziliyor. Dahası, iktidarın takip ettiği mevcut ekonomi politikası, kısa dönemde kredi genişlemesini engellemeye yönelik. Yani durgunluk sürecek. Bu ortamda iktidar önümüzdeki dönemi sertliğin dozunu giderek artırarak geçirmenin hesabını yapıyor olabilir.
İktidarın bu otoriter konsolidasyon girişimi, (i) iktidar bloğu içindeki uyumun sürdürülmesi ve (ii) otoriter emek rejiminin devamı yanında, (iii) muhalefetin sürekli aynı hataları yapması neticesinde sonuç alabilir. 6 Kasım sonrasında ekonomi yönetimindeki ‘U-dönüşü’, yeni rejimin tahkimatının ilk koşulu sağlamaya yönelikti: İktidar, kendi gündemini büyük sermayenin gündemi ile uyumlandırdı. Faiz artışı sonrasında gelen döviz ile ödemeler dengesi krizinin ucundan dönüldü. İkinci koşulu düşünürsek, 2015’teki ‘metal fırtına’ sonrası ilk kez korona kaynaklı sorunların ağırlaşması ile işçi hareketleri kısmen canlandı. Ancak iktidar her olayda gördüğümüz gibi emek hareketini sertlikle bastırma yoluna gidiyor. Son olarak, HDP’nin kriminelleştirilmesi yanına CHP’nin de eklenmesi, iktidarın temel stratejisi olarak şekilleniyor. Muhalefette de ‘yerli/milli’ çizgiyi desteklemek yoluyla bir muhalefet bloğunun ortaya çıkmasını engellemek, iktidarın en önemli amacı. Zira milliyetçi ve muhafazakâr temaları ne zaman gündeme getirseler, muhalefeti bölebiliyorlar. İktidar bunu yapmayı becerebildikçe, mevcut oy erimesine rağmen 2023 seçimlerini alabileceğini düşünüyor, ki bu mümkün.
Siz öteden beri kapitalizmle demokrasi arasında yapısal bir ilişki olmadığı fikrini ısrarla savunuyorsunuz. Türkiye muhalefeti de ekonomik krizlerin derinleşmesinin demokrasi yokluğundan kaynaklandığı konusunda ısrarlı… Ne düşünüyorsunuz?
Şunu tespit edelim: Bugün bildiğimiz anlamdaki demokrasi, kapitalizm sayesinde değil, ona rağmen gelişti. Dolayısıyla, demokrasi, kapitalizm için olası tek yönetim biçimi değil. Zaten dünyaya baktığımızda bunu görüyoruz. Eğer demokrasi ile kapitalizm arasında otomatik bir ilişki olsaydı, işimiz kolay olurdu. Ancak böyle bir şey söz konusu değil. Muhalefette yaygın olan tehlikeli bir eğilim var: Demokrasiyi, yabancı sermaye gelsin, yatırım yapsın diye talep etmek. Bu korkunç bir ekonomik indirgemecilik. Eşit, özgür ve insan onuruna yakışır bir şekilde bir arada yaşamak için değil de sermaye gelsin diye demokrasi istemek, nasıl bir akıl tutulmasıdır, anlamak mümkün değil.
Bu arada, Türkiye muhalefetinin önemli bölümü, kapitalist dünyanın da Türkiye’nin otoriter ortamından rahatsız olduğu ve eninde sonunda müdahil olacağı fikrini -resmen söylemese de- koruyor. Oysa yerel despotlara hareket alanı yaratan günümüzün kaosunda kimse kimseden öyle kolay vazgeçmiyor gibi. Dışsal faktörlerin Türkiye’de iktidar değişikliğini zorlayacağını düşünüyor musunuz?
Bu da, bir önceki yanıtta bahsettiğim ‘ekonomik indirgemecilik’ türünün bir sonucu. Bu yaklaşıma göre eğer kapitalizm ile demokrasi bir arada gidecekse, demokrasiden uzaklaşan rejimler piyasalar tarafından cezalandırılır. Dolayısıyla, çok da endişelenmeye gerek yok. Bir yazımda ‘kaderci liberalizm’ olarak adlandırmıştım bu yaklaşımı. Bu yaklaşımın pek çok sorunlu yanı var ama en temel sorunu, muhalefeti pasifize eden, bir izleyici konumuna iten bir konformizm yaratması.
Ancak bu, sorunuzda işaret ettiğiniz dışsal faktörlerin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin,1990’larda özellikle Doğu Avrupa’daki ülkelerin AB’ye katılması gündeme geldiğinde, dış etkenlerin demokratikleşmede önemli olabileceği fikri yayınlaşmıştı. Bu görüşe göre, liberal kural temelli sistemlere coğrafi yakınlığı olan ülkelerde iktidarlar için ‘otoriter’ olmanın maliyeti artacağından, bu ülkelerdeki siyasi elitler demokratik kurumlara daha sadık olacaktır. Ancak geçtiğimiz 30 yıl sonunda Doğu Avrupa’daki piyasa reformları eşliğinde demokrasinin konsolidasyonu hikâyesi tam tersine döndü. Piyasa reformları yapıldı, hatta bu ülkelerin bazıları AB üyesi de oldu. Ancak milliyetçi-muhafazakâr sağ iktidarlar, Polonya ve Macaristan’da hukuk devletinin, basın özgürlüğünün ya da kadın haklarının altını oymayı sürdürüyor. Türkiye’ye dönersek, ABD’deki iktidar değişiminin havayı değiştireceği görüşü muhalefet çevrelerinde yaygın. Açıkçası bu tip kolaycı açıklamaları ihtiyatla karşılamak gerektiğini düşünüyorum. Vitrinde bazı değişimler olabilir, ancak Türkiye’deki iktidar bloğunun mevcut bileşimi, olası bir demokratikleşme sürecine açık değil.
Fakat öte yandan, dünyanın, dolu cezaevlerinden değilse de ekonominin yürütülüşündeki keyfilikten rahatsız olduğu iddiası var. Bu daha ciddi bir şey. Farklı çevreler de IMF-DB anlaşmaları olsa böyle ‘adrese teslim’ yandaş ihalelerinin yapılamayacağını belirterek üstü kapalı IMF övgüsü yapıyor. Ne dersiniz?
Geçtiğimiz hafta IMF, Türkiye ile ilgili son değerlendirmesini yayınladı. İktidarın 6 Kasım sonrasındaki ‘U-dönüşüne’ tam destek var. Bunun yanında, sözünü ettiğiniz konularda, özellikle kamu-özel işbirliği projelerinin yürütülmesi ve Varlık Fonu konularında şeffaf bir bilgi akışının olması gerektiği eleştirileri yapılmış. IMF’nin vurguları, bu tip bütçe dışı alanların kamu bütçesine getirebileceği olası yüklerle ilgileniyor. İhalelerin kimin aldığı, almadığı ile ilgilenmiyor. İktidarın yeni bir IMF anlaşması yapıp yapmayacağı, küresel finansal koşullarla ilgili. Örneğin 2019 yılında, küresel ekonomik koşullar 2018’in bir tekrarı olsaydı, AKP yönetimi büyük ihtimalle bir IMF anlaşması yapmaktan kaçınamayacaktı. Oysa 2019’un Ocak ayında ABD merkez bankası Fed’in para politikasında yaptığı değişiklik ile faiz indirimine gitmesi, Türkiye’ye muazzam bir imkân açtı. Hatta otoriter konsolidasyon girişimi bu sayede hayata geçebildi. Kısa vadede, bir IMF programının Türkiye’nin gündemine gelmesi için yakıcı bir neden göremiyorum. Ancak olası bir IMF programı, bizi işlemediğini bildiğimiz bir programa geri götürür, o kadar.
Buradan, bir örnek olarak, şu CHP’nin ‘kamulaştırma’ vaadine gelmek istiyorum. Biliyorsunuz Kılıçdaroğlu, ‘5’li çete’ olarak bilinen yandaş şirketlerin yatırımlarına el koyacaklarını söyledi. Bütünlüklü olmayan, halkın nefret ögesi olan birkaç şirketi hedef alan bir hamle, palyatif değil mi?
Bu konuda ‘ne kadar ileri gidebilirlerse o kadar iyi’ diye düşünüyorum. Kapsamlı bir kamulaştırma, programatik olarak CHP’nin tercihi zaten değil. O nedenle sistem değişikliğinden söz etmek uygun olmaz. Ama olası bir iktidar değişiminde, yeni gelen yönetim ister istemez kamuya büyük yük oluşturan bu kamu-özel işbirliği projelerinden kurtulmak isteyecek. Bu kamulaştırma ile mi olur, başka bir yöntemle mi olur bilemiyorum. Ancak söz konusu olan bir alternatif ekonomi programı ya da yeni bir model değil, onu biliyoruz.
Bir de iktidara yönelik olarak (Damat üzerinden) ‘iş bilmezlik’ eleştirisi var. Sorun buradan mı kaynaklanıyor? Toplumsal bir harekete denk düşmeyen bir seçim zaferi ve ‘iyi iktisatçılar’ gerçek bir dönüşüm yaratabilir mi?
Bu ‘iş bilmezlik’ söylemi, muhalefet açısından işlevsel. Şunu demek istiyorlar: ‘Çok da fazla bir şeyi değiştirmeye gerek yok. İyi iktisatçılar geldiğinde mesele çözülecek’. Keşke konu bu kadar basit olsaydı ama değil. En iyi iktisatçılardan oluşan bir teknokrat kabine dahi kursanız, bu teknokratlar siyaset ile yüzleştiğinde, farklı kesimlerinin çıkarları söz konusu olacak, bu durumda da ekonomik olarak güçlü kesimlerin çıkarları ve bu kesimler arasındaki mücadele, iktidarın ekonomi politikasını şekillendirecektir. 2013 sonrası ekonomi yönetiminin çizdiği zikzaklar, görevdekilerin ekonomiyi bilmediklerinden değil, farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkilerin yönetilmesinin 2013 sonrasında zorlaşması nedeniyle ortaya çıkıyor. Bir de konunun şöyle bir boyutu var: Az önce konuştuğumuz gibi, dünyada işlerin yolunda gitmediği, mevcut ekonomi politikaları ile devam edilmemesi gerektiği gibi konular gündemdeyken, Türkiye’deki muhalefetin geniş kesimlerinin AKP’nin 2002-2007 arasında uyguladığı politikalara dönüşü savunması bir akıl tutulması olsa gerek.
Ekonominin demokratikleştirilmesi
Sonuçta muhalefet ne yaparsa bu gidişatın önü kesilir? Sol bir program hangi temeller üzerine kurulabilir? Schwab’ın kulaklarını çınlatalım isterseniz, muhalefete bir ‘reset’ atsak ve yeni yönergeleri siz yazsanız, en temel maddeler hangileri olurdu?
Burada belki iki düzeyde yanıt verebilirim. İlk olarak muhalefetin iktidarın otoriter konsolidasyon girişimini durdurup durduramayacağı konusuna değineyim. Mevcut şartlar altında bir iktidar değişimi, iktidarın HDP’yi marjinalleştirme stratejisi karşısında muhalefetin nasıl davranacaklarını bağlı olarak şekillenecek. 2019’daki yerel seçimlerdeki gibi esnek bir seçim birlikteliğinin 2023 seçimlerinde gösterilip gösterilemeyeceği, temel konu olacak. Ancak muhalefet, iktidarın otoriter konsolidasyon girişimini durdurabilse bile, bu Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına gelmeyecek. Hukuk devletinin tesisi, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün garanti altına alınması, basın özgürlüğünün tesisi ve hatta anadilde eğitim ve kültürel hakların tanınması gibi konular bir şekilde aşılsa dahi, ekonomi alanı demokratikleştirilmeden gerçekleşecek siyasi demokrasi adımları, çoğu zaman siyasi demokrasinin de kısa süre sonra elden gitmesi ile sonuçlanıyor.
Sorunuzun ikinci kısmı ise güncel bir sol programın hangi temelleri olması gerektiği ile ilgili. Bu konu her dönemde önemli ancak özellikle 2008 krizi sonrasında bu tartışma daha da yakıcı hale geldi. 2019’da Büyük Britanya’da İşçi Partisi, Brexit gibi özel bir gündemin gölgesinde gidilen seçimleri kaybetti. Ancak seçim vaatlerinin önemli bir kısmı, bugün herhangi bir sol program tartışması için bir taslak metni olarak görülebilir. Eğitim, sağlık, ulaştırma, barınma ve finans gibi temel hizmetlerin kamu tarafından karşılanması, üretimin yararlılık ve kullanım değeri öncelikli olarak örgütlenmesi gibi unsurlar, başlangıç olarak çok önemli. Bunun yanında, bu tip bir toplumsal dönüşüm programının, mutlaka sosyo-ekolojik dönüşümü dikkate alarak şekillendirilmesi şart.
Kaynak: Yeni Yaşam