Birinci yazı…
İYİ Parti birkaç ay önce sistem önerisini hayli uzun bir metinle açıklamıştı. DEVA da geçen hafta duyurdu. Daha önce HDP’nin tutum belgesinden söz etmiştim; bu ve önümüzdeki yazılarda iki muhalefet partisinin, İYİP ve DEVA’nın sistem vaatlerini ‘kısaca‘ özetlemeyi/tanıtmayı deneyeceğim. CHP henüz açıklamadı bildiğim kadarıyla. Deneme, yine daha önce bu konularla ilgilenmemiş okura yönelik.
Ancak ilk yazı, bir kez daha ‘ne üzerine konuştuğumuza‘ ilişkin, daha önceki yazıların özeti niteliğinde olacak. Muhalefet ne öneriyor, ‘güçlendirilmiş‘ parlamenter sistemle kastı nedir vs.
‘Parlamenter’ sistem, ‘yarı başkanlık’ sistemi ve ‘başkanlık’ sistemi, üç temel hükümet biçimi örneği. Burada altı çizilmesi gereken, bunların ‘hükümet biçimi‘ oluşları. Ne demek bu? Üçü de, ‘yasama’ ve ‘yürütme’ organları arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceğine dair. Peki bu ne demek? Örneğin, siyasal sistemin demokratik olup olmayışıyla hükümet biçimleri arasında ‘zorunlu-doğrudan’ bir bağ yok, demek. ‘Hiç’ değil, ‘doğrudan belirleyen’ bir ilişki yok. Hükümet sistemi ‘parlamenter’ olan olan bir devletin siyasal sistemi demokratik ya da ceberut olabilir. Aynı saptama, başkanlık ve yarı-başkanlık için de yapılabilir.
Başlıca hükümet sistemleri, üç ülkenin tarihsel serüveninin sonucu. Parlamenter sistemin anavatanı İngiltere ve yine İngiltere doğumlu burjuvazinin mücadelesinin sonucunda serpildi, gelişti, bugünkü şeklini aldı ve diğer demokratik ülkelere örneklik etti. Başkanlık sistemi ise ABD’nin icadı, çünkü ABD Anayasasını yapanlar 1787 yılında böyle bir devlet başkanı makamının kendileri açısından daha doğru olacağını varsaydılar. Yarı-başkanlık ise Fransız. Fransa’da 1789’un ardından denenmeyen kalmadı, sonunda 1958’de, 19.yüzyılda bir ara deneyimledikleri bir sistemin (Orleancı Parlamentarizm) benzerinde karar kıldılar.
Her bir hükümet biçimi, bu üç ülkenin toprağında filiz verdi ve yıllar içinde diğer ülkelerin toprağına nakledildi. Eh diğerlerinin toprağı, havası, suyu, iklim koşulları farklıydı tabii. Sistemlerin ana kuralları değişmedi, ancak hükümet biçimleri doğdukları yerden bir başka toprağa taşınırken ister istemez onların gelenekleriyle kaynaştı. Hemen tüm Avrupa demokrasileri parlamenter sistemi tercih etti ve aralarında çeşitli farklılıklar olmakla birlikte uygulamayı başardı.
Amerika kıtasındakiler ise ‘büyük biraderin’ hükümet biçimini nakletmeye çalıştı ama olmadı, hiçbirinde aynı ‘demokratik‘ sonucu vermedi. Bir kez daha yinelemek gerekirse, bir hükümet biçimini benimsemek, sistemin de aynı yönde evrilmesine neden olmadı, çünkü hükümet biçimi haricindeki diğer tüm nitelikleri, ABD’den farklıydı.
ABD başkanlık sisteminin aynısını alıp bambaşka sonuçlara varabilir bir ülke. Çünkü, tarihi, sınıfsal yapısı, toplumsal-siyasal kültürü, alışkanlıkları, bürokratik gelenekleri, hâkim inancın yaygınlığı ve niteliği, siyasi partilerin yapısı vs. farklı. Demokratik bir devletin hükümet biçimini benimsediğinizde, sizde aynı demokratik sonuçları vermeyebilir. Hükümet sistemi dışında kalan tüm nitelikleriniz farklı olduğu için. Hep aynı çocuksu örneği veriyorum; ben de erkeğim Brad Pitt de erkek ama mavi lens takarsam ona benzemem, çünkü aramızdaki tek fark göz rengi değil. Diyelim, ABD’den başkanlık sistemini (yani hükümet biçimini) alır ve ortalıkta ‘ben de ABD demokrasisi gibi oldum‘ derseniz, gülünç olursunuz, birileri de çıkıp ‘iyi de hiç benzemiyorsun‘ der. Bu yüzden, her hükümet biçimi tercihinin hangi ülkede ne sonuç verdiğini ve o sonucu neden verdiğini bilmek, düşünebilmek ve değerlendirebilmek için şart.
Türkiye 1876 Anayasası’nda ‘1909’ yılında yapılan değişikliklerden 2017’ye dek, parlamenter sistemle yönetildi. 1921 istisnasını ve 1924 Anayasası’ndaki ‘meclis hükümeti’ izini bir yana bırakalım. Bu ülkenin naklettiği, kendi toprağının ‘özgül’ nitelikleriyle yoğurduğu ve tüm sorunlarına rağmen bir asır boyunca uyguladığı hükümet biçimi, parlamenter sistem oldu. 2017’de tartışmalı bir halkoylamasıyla çöpe atıldı.
Geçmiş yüz küsur yıl boyunca uygulanan hükümet biçimi ‘parlamenter sistemdi‘, ancak ‘parlamenter demokrasi‘ tam anlamıyla yerleşmedi. Kavramların ait oldukları düzeyleri ısrarla ayırmamın nedeni de bu: Demokrasi, tercih edilen hükümet biçiminin ‘doğal sonucu’ olmadı, olamazdı da. Bir kez daha: İkisinin düzeyi farklıdır, demokratikleşmek için bir hükümet biçimini tercih etmekten çok daha fazlasını yapmak gerekir ki, bu da tarihsel sürecin ve siyasetin işlevidir.
2017 yılına gelindiğinde, Türkiye’nin hükümet biçimi ‘parlamenter’, buna mukabil siyasal sistemi anti-demokratik idi. Ne demek bu? Yeniden parlamenter sisteme dönmek mümkün, ancak bu dönüşün siyasal sistemi demokratik hale getirmesi ‘garanti kapsamında’ değil! Demokrasi için, hükümet biçimi dışında da bir şeylerin değişmesi gerekir ülkede. Muhalefetin, ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ derken asıl vurguyu, ‘güçlendirilmiş’ sıfatına yaptığını ve bu güçlendirme vaadinin, ‘demokrasiyi güçlendirme’ olarak anlaşılması gerektiğini varsayabiliriz. Varsaymalıyız.
Başkanlık sistemi, 1970’lerde Erbakan, sonrasında Özal ve Demirel tarafından gündeme getirildi. Siyasete uzun süre damga vuran sağ partilerin güçlü liderleri, ABD başkanlık sistemine hep özendiler. Bunun nedenlerini sıralamak yazının kapsamında değil. Çok kısaca; küçük ABD olma hevesi, seçmen çoğunluğunun hemen her zaman sağ partilere oy verdiği yönündeki tarihsel gözlemin sonucu olan lüzumundan fazla özgüven ve son 60 yılın sağ hastalığı ‘milli iradecilik‘, yani oyların çoğunluğunu alanın denetim mekanizmalarından masun olması gerektiğini savunan zihniyet.
Söz konusu liderlerin başkanlık sistemi hevesindeki asıl motivasyonun, 1961 Anayasası’ndan itibaren hep şikâyetçi oldukları ‘özerk kurumların‘ varlığından duydukları rahatsızlık ve tarihsel kökleri bulunan ‘bürokrasi düşmanlığı’ olduğu kanısındayım. Yoksa, dertleri ABD tipi denge ve denetleme mekanizmalara hasret, değildi.
Türkiye, demokratik başkanlık sistemine hiç benzemeyen (yani mavi lens kullanma ihtiyacı dahi hissetmeyen!), bu nedenle adı da bize özgü, pek acayip bir sisteme geçti 2017’de. İlk adımı, AKP anayasacılığının başlangıç tarihi olan 2007 anayasa değişikliğiyle atmışlardı, 2017’de muratlarına erdiler.
2017’de konuya ilişkin ilk yazılarımda, ısrarla, önerilen ve sistem adını dahi hak etmediğini düşündüğüm hükümet biçiminin yalnızca ülkeye değil, AKP’nin kendisine de attığı bir büyük kazık olduğunu anlatmaya çalışmıştım. 2021’de Türkiye’nin hali malum. AKP’nin de. Kendilerini durup dururken yüzde 50’ye ve dolayısıyla olmadık ittifaklara mahkum etmeleri dahiyane bir fikirdi! İkinci sorun, kibirden burnunun önünü göremeyen ahalinin; bir hükümet biçimini değiştirdiğinizde, o ülkede yüz yılda oluşmuş geleneklerin değişmeyeceğini hesaba katmamalarıydı.
Oysa sistemlerin işlemesini sağlayan büyük ölçüde yönetim gelenekleridir, yazılı ya da yazısız. Yönetim biçimindeki tek bir unsuru, birilerinin keyfi için değiştirdiğinizde, bir asır boyu oluşmuş ve birkaç on yılda dahi dönüştürme ihtimaliniz olmayan tüm usuller ayağınıza dolanır. Bir kararname çıkarır, sonra onu değiştiren bir kararname daha çıkarır, ardından onları da değiştiren bir diğerini çıkarır ve en sonunda basket oynayıp market gezersiniz.
2017 değişikliği yapılırken, bu fantezinin sürmeyeceği ve bir gün yeniden parlamenter sisteme geçileceği belliydi. Yaşayarak öğrenmek gerekiyor bazı şeyleri. Bir çocuğa, prize parmağını sokma dediğinizde sokmuyor, diğeri kurcalayıp çarpılıyor, yapacak bir şey yok. Üç-beş yıla yeniden parlamenter hükümet biçimine geçeceğimiz kanısındayım. Şimdi ‘geçmeyeceğiiiz’ diye bağırıyorlar ama önemli değil, sistemler ‘çok bağırınca işleyen‘ yapılar değil.
Geçeceğiz geçmesine de, bu kez o parlamenter sistemin, parlamenter demokrasi olması için yalnızca isimlerin değil, çok şeyin ‘yenilenmesi’ gerekiyor. Muhalefet partilerinin, İYİP ve DEVA’nın bu yöndeki önerileri sonraki yazıların konusu olacak. Gelecekten umutlanmak için de, umutsuzluk için de yeteri kadar gerekçemiz var. Bana kalırsa ‘umut’ ağır basıyor…
‘Yetmez ama evet’ tartışmasına ilişkin uzun bir not: 2010 yılındaki anayasa halkoylaması, bu kez bir grup akademisyenin yurt dışındaki bir toplantıda yöneltilen soruya verdiği yanıtlar nedeniyle gündemde.
Ne söylenirse söylensin, Türkiye’de bu kavganın sona ermeyeceğini düşündüğüm için tartışmaya katılmayı istemiyorum. Daha önce çok yazdım, 2010 değişikliklerini eleştirdim, söz konusu kampanyanın hata olduğunu savundum, özellikle Radikal İki yazıları nedeniyle epeyce ağır sözler de işittim.
O esnada yurt dışında çalışan akademisyen bir arkadaşım, oradaki kimi meslektaşların adımı dahi duymaya tahammülü olmadığını söylemişti. “Dedim olabilir!” İlginç, kimsenin kimseyi dinlemeye tahammül göstermediği bir dönemdi. Hâlâ öyle. Muhtemelen yıllar sonra da böyle olur.
2010’da, asıl amaç olan iki maddeyi (AYM ve HSYK) görünmez hale getirmek için büyük ustalıkla ‘süslenmiş’ bir paket oylandı. O gün ve hâlâ karşı çıkışımın nedeni tek tek değişikliklerin içeriğinden öte, Türkiye’de hâkim olan, hâkim hale getirilmeye çalışılan hukuk-anayasa anlayışına tepkiydi. Ben ve aynı yönde düşünen meslektaşlar, bir anayasa okumasının ‘o şekilde’ yapılmaması gerektiğini savunuyorduk. Ancak, bu tavır ‘niyet okumak‘ olarak değerlendirildi. Oysa niyet değil, ülkenin anayasa tarihi, ideolojiler tarihi ve tutanak dergisi okuyarak yorum yapmaya çalışıyordum, çalışılıyordu. Olmadı, anlamak isteyen de yoktu pek. Siyasi bir kavgaydı, saflaşıldı, anayasa o kavganın mezesi haline getirildi. ‘AKP anayasacılığı’ olarak adlandırmayı tercih ettiğim eğilimin zirve noktasıydı.
Evet, hata olduğunu düşünüyorum, ancak 2021 yılında bu memlekette derdim ne Ahmet İnsel, ne Baskın Oran, ne de Oya Baydar gibi isimler. Öyle insanlara sövülüyor ki onlar zamanında memleket cezaevlerinde ömür tüketip eza çekerken, işlerini kaybederken, kaçak yaşarken, ben kısa pantolonla dolaşıp misket oynuyordum; herhalde biraz ölçülü ve adil olmak gerekir.
Kimi ‘evetçiler’in insanı çileden çıkaran bir kibirle davrandığının farkındayım kuşkusuz. Buna mukabil, ola ki bugün artık farklı düşünen varsa, özeleştiri yapmak istediğinde yine aynı üslup ve hakaretlerle karşılaştığı da bir gerçek. “Tüm günahların sorumlusu evetçiler” diyenler, “Hayırcılar darbe anayasası yanlısı alıklardı” diyenlerin asimetrisi konumunda.
Hiçbir grup birörnek değil, evetçiler de hayırcılar da. Herhangi bir tartışmada, herkesi aynı kefeye koyarak yapılacak yorumların adaletsiz ve yararsız olacağı kanısındayım. Asgari insaf ve biraz ölçü, her eve lazım.
Ülkenin vardığı yerde öfkeyi anlamakla birlikte, anayasa tarihimizin Eylül 2010’da başlamadığını ve bitmediğini de bir kez daha hatırlatmak isterim. Nasıl ki çok eleştirdiğim 367’cilerin içinde değeri ve saygınlığı tartışılmaz insanlar vardıysa, evetçiler içinde de vardı. Ne olur, biraz sükunet!
Buraya, 2010 yılında, tartışma henüz çok kızışmamışken, okyanus ötesinden ‘ölüler mezarlarından çıkıp oy verse keşke‘ zırvaları işitilmemişken kaleme aldığım bir ‘kronik’ bırakıyorum. Elimden geldiğince soğukkanlı ve mesafeli bir şekilde değişikliklerin içeriğini anlatmaya çalışmıştım. 11 yıl sonra merak eden çıkarsa, okuyabilir. Bugünden bakınca, 11 yıl önceki bu metnin bazı yerlerini değiştiririm vs. dediğim oldu, örneğin ‘pozitivist hukuk eğitimi’ yerine, ‘Türkiye’de anlaşıldığı şekliyle pozitivist hukukçuluk’ derdim. Buna mukabil amacım, içerik hakkında çok hızlıca bilgi vermek, eksiklikleri göze alan bir ‘bilgilendirmeydi’ nihayetinde. Dediğim gibi, merak eden olursa…
Kaynak: Diken