Söyleşi: Mutlu Sereli Kaan

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, pandemi sürecinin kötü yönetiminin toplumda bir duyarsızlaşmayı da beraberinde getirdiğini söyledi. “Belirsiz bırakma faşizmin temel niteliğidir” diyen Fincancı, pandemi sürecinde de sağlık otoritesinin benzer bir yaklaşımı sürdürdüğünü kaydetti. Sağlık otoritesinin vaka sayılarını açıklamadığını, ölüm sayılarını gizlediğini, gerçek tabloyu ortaya koymadığını ve bunu bilinçli bir şekilde yaptığını belirten Fincancı, belirsiz kalan bu ortam içerisinde komplo teorilerine de yer açıldığına dikkat çekti.

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ile ilk bölümünü dün paylaştığımız söyleşinin ikinci bölümünde COVID-19 pandemisinin 20. ayında Türkiye’deki durumu konuştuk:

  • Dünyada ikinci yılını, Türkiye’de 20. ayını bitirirken COVID-19 pandemisinde ne durumdayız?

Bütün bu sürecin kötü yönetimi toplumda bir duyarsızlaşmayı da beraberinde getirdi. Belirsiz bırakma aslında faşizmin temel niteliğidir. Toplumda bir duyarsızlaştırma ve aynı zamanda baskılarla sessizleşmeyi de beraberinde getirir. İkisi bir araya geldiğinde de çok tehlikeli. Siz artık bulunduğunuz ortamı izlemekten vaz geçersiniz, izleyip dönüştürme, değiştirme iradesini teslim edersiniz ve bu da önü alınmaz bir hale dönüşür. Salgında da benzer bir ritmi tutturdu sağlık otoritesi. O belirsizliği vaka sayılarını açıklamayarak, ölüm sayılarını gizleyerek, tabloyu ortaya koymayarak, aşı konusunda somut adımlar atmayarak yarattı. Bunu bilinçli yapıyorlar. Çünkü en iyi yönetme biçimlerinden biridir bu. Ne yapacağını bilemez insanlar o belirsizlik içerisinde. Bir süre sonra çaresizlik duygusuyla beraber de duyarsızlaşmayı pekiştirir. Çünkü belirsizlik aynı zamanda bir kaygı oluşturuyor. Kaygıyla başa çıkmak için ne yapabiliriz? Yokmuş gibi davranabiliriz, görmezden gelebiliriz, kaçınma davranışı geliştirebiliriz ya da duruma dair tamamen duyarsızlaşırız.

Çelişkili açıklamalar da sağlık otoritesinin yaptığı işlerden biriydi. Hasta-vaka çelişkisi örneğin. Bir gecede değişti rakam, Aralık ayında. TTB olarak biz bastırdıkça mecbur kaldılar ve vakaları açıkladılar, böyle olunca da bir anda toplam rakamı artırmak zorunda kaldılar. Aşı konusunda çok geç adım atıldı, tek aşıyla başlandı. O sırada başka anlaşmalar yapamamış olmanın eksikliğini, ellerindeki aşıyı övüp, mRNA aşılarını kötüleyerek gidermeye çalıştılar. Aşıları kötülediler, toplumda aşı tereddüdünü artırdılar ve aşı karşıtlarının eline de koz verdiler.

Foto: Fatoş Erdoğan
BİLİME GÜVENİ ORTADAN KALDIRDILAR
  • Tüm bunlar nelere yol açtı?

Hakikat ötesi dediğimiz, post-truth dediğimiz çağın en belirgin özelliklerinden biri bilime olan güvenin ortadan kalkıyor olması. Her şey belirsiz. O belirsizlik içinde bilime güven ortadan kalkınca, komplo teorilerine yer açılmış oluyor. Aşı tereddüdü olmayanlar için etkili adımlar atma konusunda da sağlık otoritesi çekinik davrandı ve yaygın aşılama yapılabilecek yolları da geliştirmedi. Aşı insanların ulaşması gereken bir uygulama gibi tanımlandı, elektronik sistemler üzerinden randevu alacaksınız, siz çaba göstereceksiniz. Oysa bir salgında aşıların topluma ulaştırılması gerekliydi. Hızla aşılandığında bunu durdurma olanağı vardı. Mesela şimdi Almanya 4. zirveyi yaşıyor. Almanya’nın en büyük sıkıntılarından biri aşı karşıtları. Yoğun bakımları dolduranların 10’da 9’unun aşısız olduğu belirtiliyor. Toplumda her 3 kişiden 1’i aşısız ve bunlar hastaneleri, yoğun bakımları dolduran vakalar aslında. Türkiye için de benzer bir durum var.

  • Bu bir boşa kürek çekme durumu yaratıyor mu?

Şöyle; biliyoruz şimdi, aşılar etkili ve güvenli. Ama belli bir süre bu koruyuculuk devam ediyor, sonra etkisi azalıyor. Hatırlatma dozuna ihtiyaç var. Sürekli bir çaba içerisinde olmalıyız. Hızla aşılanabilseydi toplum… Aşı karşıtları Türkiye’de çok yüksek bir oranda değil. Aşı merkezleri oluşturabilseydik, çadırlar kurabilseydik, okullar kapalıydı o dönemde, okulları aşı merkezi haline getirseydik, gelen herkesi aşılardık, randevuya falan gerek kalmadan. Yüksek aşılama örneğini gördük tedarik sorunu aşıldığı ilk zamanlarda. Aşı tereddüdü var, aşılamada bir eşitsizlik var. Özellikle Kürt illerinde bir sıkıntı var. Bir; Kürtler zaten devlete güvenmiyor. İkincisi; sağlık okur-yazarlığı ile ilgili bir sorun var, üçüncüsü dil sorunu var. Özellikle kadınlar arasında tek sözcük Türkçe bilmeyenler var. Türkiye’nin bütün anadillerinde sağlık hizmeti ve erişimini sağlayacak mekanizma kurulması gerekiyor. Batıda yüksek aşılama oranlarımız bizim. Ama Ankara’nın doğusundan itibaren aşı eşitsizliği giderek artıyor. Aşı eşitsizliği sadece Türkiye’de de değil. Toplumsal hareketi kısıtlamıyoruz, ülkeler arası seyahatler var. Yaz aylarında Delta’nın başat varyant olduğu Rusya’dan akın akın turist geldi Türkiye’ye, vakalar bir anda patladı ve şu anda Türkiye’de Delta hâkim. Çok bulaşıcı üstelik; bizim daha önceki hesaplarımızda tanımladığımız toplumsal bağışıklık düzeyinin üzerinde. Yüzde 70 diyorduk, şimdi o yüzde 85’e çıkmış durumda.

Foto: Sultan Özer
AŞILARIN HALKLARA AİT OLDUĞUNU UNUTMAMAK GEREKİYOR
  • Aşıda patentin kaldırılmasının bu eşitsizliğin giderilmesinde etkisi olabileceğini düşünüyor musunuz?

Tabii ki, temel olan fikri mülkiyet hakları denen garipliğin, özellikle sağlık alanında tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. ‘Yatırımlar yaptık, mülkiyet hakkımızı devretmeyiz’ diyen şirketlerin o yaptıkları araştırmaların temeli kamu harcamaları ile sağlandı. O aşıların mülkiyeti tümüyle topluma aittir. Kamu harcamaları üzerinden araştırmaları yapıp bugünlere getirdiler bütün o çalışmaları. Aşıların halklara ait olduğunu unutmamak ve kuvvetle de dillendirmek gerekiyor. Fikri mülkiyet dediğimiz şeyi, özellikle de bir salgında kabul etmemiz mümkün değil. Sağlık alanını zaten bir kâr alanı olarak tanımlamak kabul edilebilir değil. Değişim değerinin olduğu her durumda bizim yaşamlarımızı değersizleştiren bir noktaya savrulur sağlık ortamı. Hindistan dünyanın aşılarını üreten ülke; patent engeli kaldırılsa, hızla çok çeşitli aşı üretebilir ve hızla Hindistan’daki milyonlarca insanı aşılayabilirlerdi. Tüm dünyaya yetecek aşıyı çok kısa sürede üretebilir ve hızla dünyaya yayabilirlerdi.

TÜM DÜNYA HIZLA AŞILANMADAN BU SALGINDAN KURTULAMAYIZ
  • Sağlık Bakanlığı 3. doz aşıları randevuya açtı. 6-8 ayda bir aşılanmamız gereken bir döngüye mi giriyoruz pandemide?

Bunlarla ilgili çalışmalar yapılıyor tabii, sadece nötralizan antikorlarla oluşan bir bağışıklıktan söz etmiyoruz. Hücresel düzeyde bir bağışıklık da gelişiyor. Bu, ne zaman hücresel düzeydeki bağışıklık tekrarlarını gerektirmeyecek ya da aralarını açacak noktaya taşınır, bunun çalışmalarını yürütüyor bilim insanları. Grip aşıları gibi dönemsel bir aşılama düzenlemesine mi geçer, bunlar çalışılıyor. Ama bizim toplumsal bağışıklık düzeyine henüz erişmediğimiz bir ortamda çok daha dikkatli olmamız gerekiyor. Bir kere önce aşı eşitsizliklerini gözeten bir yerden yaklaşmamız gerekiyor. Gelişmiş ve orta gelişmiş ülkelerde hatırlatma dozları havalarda uçuşuyor ama bir yandan da Afrika kıtasında aşılama oranı yüzde 4 civarında. Tüm dünyayı benzer şekilde hızla aşılamadan, bu salgından kurtulma olanağına sahip değilsiniz. Bence dünyayı yaygın bir şekilde aşılamanın yollarını bulmak gerekiyor. Çünkü toplumsal hareketliliği sınırlamıyorsunuz. Siz ne kadar kendi sınırlarınız içerisinde hatırlatma dozlarını yaptım diye övünseniz de sonuçta aşısızlar arttığı ölçüde aşılılar da risk altına giriyor kaçınılmaz olarak. O yüzden hızla tüm düzeylerde aşılamalar yapılmalıydı. İş gene fikri mülkiyet haklarına gelip dayanıyor. O zaman belki salgını durdurabilirdik, ama şimdi durduramadığımız yerde, biz 3. dozlarla kendimizi korumaya çalışıyoruz.

  • Türkiye’de yeni bir kapanmaya ihtiyaç var mı sizce?

Gerek var mı sorusu yerine böyle bir olanak var mı sorusu daha yerinde bir soru olur. Kapanma adı altında kısmi bir hareket kısıtlaması ve yaşa dayalı ayrımcılık dışında gerçekçi bir uygulama olmadı. Burada özellikle risk gruplarında düzenli ve sık aralıklarla hızlı testler devreye girmeli, temaslı takipleri insanların sosyal güvenceleri korunarak etkili biçimde sürdürülmeli ve aşılama hızı artırılmalıdır öncelikle. Kronik rahatsızlığı olanların ücretli izinli sayılması, toplu hareketliliğin mesafeyi koruyacak biçimde düzenlemesi ile bu önlemler önceliğimiz olmalıdır.

Foto: Sultan Özer
SALGIN EŞİTSİZ KOŞULLARDA YOKSULLARI VURUYOR
  • Fransa’da yapılan bir araştırmada, 303 sosyoekonomik gösterge arasında gelir durumu, COVID-9 ile en ilişkili gösterge olarak bulunmuş. Neler söylersiniz bunun için?

Fransa’da yapılan araştırma önemli; biz de TTB olarak çok önce bunu söylemiştik. Fazladan ölümlerle ilgili rakamları çıkarırken, bir il belediyesinin ilçe belediyelerinden de sayıları alabilmiştik. Pandemi raporunda yer verdik o verilere. Yoksul ilçelerdeki fazladan ölümler dramatik biçimde orta ve üst gelir grubunda yaşayanların ilçelerine göre yüksek. Bu sınıfsal eşitsizlik konusunu en başta söylemiştik ama bunu somut verilerle de ortaya koyabildik böylece. Bu salgın ve aslında bütün sağlık sorunları eşitsiz koşullarda yoksulları vuruyor,  güvencesizleri, işsizleri vuruyor. O yüzden kamucu bir sağlık politikasına, eşit, adil, erişilebilir ve elbette ana dilinde bir sağlık sistemine ihtiyaç var.

  • Var olan tüm bu tabloya ilişkin sizin özel olarak vurgulamak istediğiniz bir nokta var mı?

Sistemin içinde bir takım rötuşlarla bu eşitsizliklerin giderilemeyeceği muhakkak. Üretim ilişkilerini dönüştürmeden bir değişim de söz konusu olmayacak. Üretim ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç var. Tabii ki biz elimizden gelen sistemdeki tüm düzenlemeleri zorlayacağız ama hedefimiz üretim ilişkilerini değiştirmek olmalı. Yüzde 10’luk bir nüfus kaynakların yüzde 90’ını elinde bulundururken, yüzde 90’ın elinde yüzde 10 kaynağın bulunması kabul edilebilir değil.

Kaynak: Medyaport

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…