Şaka gibi ama ne yazık ki gerçek. Yaptıkları basit bir hata değil, yapılması gerekenin tam tersini yapan bir YÖK var karşımızda.

Bir ülkede büyük bir deprem olsa, hatta iki büyük deprem arka arkaya olsa o ülkenin en yüksek akademik kuruluşu ne yapar? Yanıtlaması kolay bir soru, elbette öncelikle tüm üniversitelerdeki bilim insanı/uzman kadrosuyla kuramsal ve teknik destek sağlar. Bu desteğin içinde depremden etkilenen yüksek öğretim kurumlarının geleceği ile ilgili planlama da vardır. Ayrıca deprem bölgesinden olup da başka illerde okuyan öğrencilerin güvenle eğitimlerine devam edecekleri koşulları yaratır. Peki, YÖK ne yaptı? En yapılmayacak ne varsa onu: depremzedelere manevi destek için ilahiyatçı aradı(1) ve yükseköğretim yurtlarını depremzedelere açma bahanesiyle üniversitelerde uzaktan öğretim yapılmasına karar verdi; daha doğrusu alınan kararı uygun buldu. Üstelik devlet yurtlarında kalanların önemli bir bölümünün depremin vurduğu illerden gelen öğrenciler olduğu da bilinirken.(2)

Şaka gibi ama ne yazık ki gerçek. Yaptıkları basit bir hata değil, yapılması gerekenin tam tersini yapan bir YÖK var karşımızda. Peki, YÖK’ü ne yapmalı? Yetmez, verdiği hasar nasıl ortadan kaldırılacak? Bence Türkiye’de bu sorulara yanıt verebilecek en yetkin kişilerden birisi Prof. Dr. Rıfat Okçabol’dur.  Son kitabı YÖK, YÖK Başkanları ve Üniversiteleri’nde başlangıcından beri, yani yaklaşık kırk yıllık bir süre içerisinde YÖK’ü anlatıp, sözü ‘ne yapmalı’ noktasına getiriyor.

 

 

KÜNYE: YÖK, YÖK Başkanları ve Üniversiteleri.Ütopya Yay., 2021. Liste fiyatı 140 TL.

Rıfat Hoca’nın konuya Cumhurbaşkanı-YÖK Başkanı ikiliği içerisinde yaklaşması (Kenan Evren-İhsan Doğramacı, Turgut Özal-Mehmet Sağlam, Süleyman Demirel-Kemal Gürüz, Ahmet Necdet Sezer-Erdoğan Teziç, Abdullah Gül-Yusuf Ziya Özcan ve Gökhan Çetinsaya, Recep Erdoğan-Yekta Saraç) aslında akademide olanların, YÖK Başkanlarının kişisel tercihlerinin değil de sistemin bir gereği olduğunu gösteriyor. Şunu da belirtmeliyim, böyle bir yaklaşım yeni değil, en azından SETA’nın ‘YÖK’ün 30 Yılı’ raporu’nu(3) biliyorum. Her iki kitap arasındaki fark, nereden bakıldığıyla ilgili. Ancak bu hiç de hafife alınacak bir fark değil, sizi alır YÖK savunuculuğuna dek götürebilir ki bu YÖK’ün ne olduğuna yazının başında işaret etmiştim.

SETA’yı bırakıp Okçabol’a dönecek olursam, Türkiye’de 1946’dan ve özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden, yani YÖK’ün kuruluşundan, sonra uygulanan “niteliksiz eğitim ve akademiyi dönüştürme politikalarının” bugünkü AKP ve AKP üniversitelerini ürettiğini unutmamak gerekir. Evren-Doğramacı döneminden başlayarak akademiye planlı bir biçimde uygulanan piyasalaştırma ve gericileştirme politikaları ve bunların sonucunda bilimsizlik ve yetersiz eğitim, bizi bu duruma getirdi. YÖK, YÖK Başkanları ve Üniversiteleri’ndeki örneklere bakacak olursak her dönemin bir öncekinden daha geri olduğunu görebiliriz. Belki Sezer-Teziç dönemine duraklama (gerilemede duraklama) denilebilirse de ileriye yönelik ciddi bir hamle bulabilmek olası değil.

Kitabın başındaki ‘Tarihsel Süreçte Yükseköğretim’ bölümünde başlangıcından beri dünya üniversite sisteminin kapsamlı bir özeti var. Dünyadaki ilk üniversite tartışmalarından, ilk onursal doktoranın kime verildiğine dek ilginç bir serüveni özetlemekle kalmıyor, YÖK sonrasında olanların Türkiye’deki kökeni konusunda ipuçları da veriyor. “1940’lardan itibaren ABD politika transfer merkezi olurken, son zamanlarda buna Avrupa Birliği de eklenmiştir…Öğretmen yetiştirme politikası veya Bologna Süreci gibi konularda, Türkiye koşulları irdelenmeden, bunlara bir de gerici açılımlar katılarak ve sonuçları da gözlemlenmeden yapılan transferler” yenilik gibi sunulmuş hep. Son alıntılar Okçabol’un Üniversitelerin Sessizliği kitabından. Önerim bu iki kitabın birlikte okunması; böylece her dönemle ilgili örnekler çeşitlendirilebilir.

Kaynak: İlerihaber

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…