Otuzuna gelmemiş biri neden yazar? İç dökmek? Sesini duyurmak? Derdini anlatmak? Hikâyelerini kaydedip dinlenmesini, okunmasını ummak? Herkesin anlatacak bir hikâyesi var. Bazılarının birden fazla. Bazıları tek bir hikâyeyi sürekli farklı biçimlerde anlatmanın yollarını arıyor. Bir kısmımız da merak ediyor sadece. Yabana yakın olmanın ne demek olduğunu. Yardıma muhtaç bir yabancı yüzünden bir ömrü paylaştığı kadınla ters düşmenin nasıl hissettireceğini. Öylesine bir akşam, yakınlaşmaya başladığı komşusunun ardından sonuna dek gidebilmeyi. Babayla birlikte düşman bellenenin peşinde karanlık bir ormanın içinde yol olmayı. Bir çukur kazmanın sonuçlarını. Ümran Hanım’ın ölmüş olma umudunu (zayıf bir umut). Bir çocuğun bir ata hayranlığının ömrü.
Otuzuna gelmemiş yazar Batuhan Aşıktoprak’ın yakın zamanda çıkan Kurdun Postu adlı öykü kitabında merak ettiklerine dair bir şeyler okuyoruz. Kapağında yazdığına göre bunlar öykü başlığında toplanmış ve okurdan buna inanması bekleniyor. Beni ikna etti. Metinler öykü gibi başlıyor, öyle devam ediyor ve neredeyse tam da bitmesi gerektiği gibi bitiyor. Okuduklarımın gerçekliğine kendimi hemen kaptırdım çünkü gerçek gibi değil, gerçek olması oldukça yüksek bir ihtimal gibi yazılmışlar. Bana kalırsa bir öyküyü inandırıcı kılan da bu. Batuhan Aşıktoprak’ın henüz otuzuna gelmeden bu sırrı keşfetmiş olması hem şaşırtıcı hem de sevilen bir ifadeyi değiştirerek kullanmam gerekirse, kaç kişi kaldığımızı bilmediğim edebiyat dilencileri için ümit verici.
İki başlangıç sözü var kitapta. İlki usta Celine’e ait ve ilginç bir biçimde kitaptaki aşk hikâyesi yoksunluğuna tersten işaret ediyor gibi. Ya da yazar bize ustasını dinlediğini ve yargısını ters çıkarmak için aşktan hiç söz etmeyeceğini anlatmak istiyor. Ya da ben öyküleri tamamen yanlış okumuş olabilirim, belki de hepsi aşkla ilgilidir ve kimse Celine’in bilgeliğinden kaçamıyordur.
İkinci söz ise bir büyük ustanın. Öyküleri okurken kokusunu aldığımız Faulkner’in genç olmaya dair tespitlerinden biri. Öğrenmek, öğrenilenlerin önceliği, gece ve uykusuzlukla bağlantılı vicdan hakkında.
İki söz de yazarların yapıtlarından alınma. Demek oluyor ki bu sözleri yazarların fikriymiş gibi yorumlamak okuru muhtemel bir yanılgıya götürür. Benim tercihim bu sözleri çiçeği burnunda yazarımızın seçimleri olarak ele almak. İkisinde de gençlik vurgusu var, yazarın aldığı ödülün amacını düşündüğümüzde hiç şaşırtıcı değil. Yayınevinin ismi, üstlendiği görev ve devraldığı miras, hepsinin güçlü çağrışımları var ve oldukça ciddi bir iddiası. Demek ki okura sunulan kitap sadece bir yazarın erken döneminde biriktirdiği hikâyeler değil, bundan çok daha fazlası. Daha fazla ve daha vaatkar. Umuyoruz ki, hatta benim için bu bir dilek, Aşıktoprak otuzunu geçecek, güçlü öyküler yazmaya devam edecek ve her seferinde okurlarını şaşırtmanın bir yolunu bulacak. Bir yazarı, herhangi bir sanatçıyı hayata gözlerini açtığı günden beri geçen yıl sayısıyla tanımlamaya başlamak, tıpkı bir yazarı layık görüldüğü zaman okurunun farkına vardığı ödülle tanımlamaya benzer. İkisinin de rasyonel sebepleri vardır, karşı çıkmanın hak olduğu ancak tartışmanın bir yere varmayacağı sebepler. Benim düşünceme göre yazarları nasıl tanımladığımız birincil öneme sahip değildir, hepimizin okuduğu aslında eserdir ve eserin niteliği, başkası veya bir başka şey ne yaparsa yapsın yazarın tanımını eninde sonunda değiştirir.

Kitabı okuyup son sayfasını kapadığımda gerçekten yazmak isteyen bir yazarla karşı karşıya olduğumu anladım. Gerçekten yazmak isteyen bir yazara onu okumaktan başka nasıl katkıda bulunurum, diye düşündüm. Aklıma gelen en iyi şey öykülerini okurken zihnimden geçenlerin belirgin olanlarını paylaşmak oldu. Bir okurun ve yazmaya dair düşünmekten hoşlanan birinin zihninden geçenler olarak okunmasını umut ederek, anlatıcı sorunuyla başlamak isterim. Kanımca yazmak isteyen biri hikâyesini bulduktan sonra ilk olarak anlatıcısına karar vermelidir. Anlatıcı herhangi bir metni okurken ilk tanıştığımız sestir genelde ve sesi çoğunlukla ötekilerden fazla çıkar. Sıklıkla yazarın sesi ya da yorumlarıyla karıştırılır, bu yüzden de ayrı bir önemi hak eder. Kuşkusuz bir metin anlatıcıdan ibaret değildir, hem de hiç, kitaptaki öyküler bambaşka açılardan da incelenmeye değer ancak benim bu yazıda odaklanmak istediğim o.
Kurdun Postu altı öyküden oluşuyor, hepsinin anlatıcısıyla ilgili bir şeyler söylemek mümkün. İlk öykü “Yabancı”yı anlatan bir torun. Hikâyede torun olmasını gerektiren hiçbir öğe bulamadım. Dede ve babaanne yerine pekâlâ yaşlı adam ve kadın olabilirdi ya da isimleri kullanılabilirdi. Bunun yarattığı sorun nedir, diye kendime sordum, sanırım en dürüst cevap bende yarattığı beklenti olabilir. Belki önyargılarımızdan kaynaklı da olabilir ama bir hikâyede dedem ve babaannem diye karakter sunumu yapılıyorsa benim ilk merak ettiğim anlatıcının bu iki akraba öğesiyle kurduğu ilişkidir. Neden bana dedesini ve babaannesini anlatıyor? Onlar tarafından mı büyütüldü? Yazları onların yanında kalıyor ve bu gelişiminde önemli bir iz mi bıraktı? Anlatıcı çocuk mu yetişkin mi? Anlatırken yetişkin, olayın geçtiği esnada çocuk mu? Tanık olmuş gibi anlattığına göre bütün bu olanlar gözlerinin önünde mi gerçekleşti, yoksa yaşayanlardan duyduklarını mı anlatıyor? Eğer bu soruların bir önemi yoksa ve yazarın amacı kırsalda yaşayan yaşlı bir çiftin hayatlarına aniden giren bir yabancıyla kurdukları iki farklı ilişkiyi anlatmaksa yalnızca, bana göre çocuğun burada işi yok. Eğer çocuk bu yabancıyla bir ilişki kursaydı ya da bu ziyaret nedeniyle dedesi/babaannesiyle anlatmaya değer bir şeyler yaşamış olsaydı ya da sonraki hayatında bu ziyaretin bıraktığı bir izi görmüş olsaydık o zaman anlatıcının torun olmasının bir anlamı olabilirdi.
İkinci öykü “Akşamın Ardı”nda anlatıcı olayların göbeğinde ve neredeyse sadece tanık olduklarını yazıyor, ki bana göre bu çok doğru bir tercih. Meyhanede başlayan öykü ev içine giriyor, mahallede/sokakta sona eriyor. Anlayamadığım bir biçimde ev içine girinceye dek anlatıcı ve öbürleri yapıyordu/ediyordu iken, ev içine girdikten sonra yapıyor/ediyorlar. Okuduğum yerli öykülerde sıklıkla karşıma çıkan bir ikilik bu. Yazarın deneyimli ya da deneyimsiz olması da bir ölçüt değil görebildiğim kadarıyla. Türkçe yazan, yazmaya çalışanlarda böyle bir kararsızlık var sanırım. Benim fikrim bu kararsızlığın bir nedeni Türkçe’nin yapısı (hem geçmişte olup biten hem de şimdide olup biten için di’li geçmiş zamanın kullanılması birinci etken sanki). Ötekiyse çeviri metinler. Zaman kipleri çevrilirken farklı anlayışlar var ve bunlar geçmişte de tam olarak çözülememiş meseleler, takip edebildiğim kadarıyla günümüzde de çözüleceğine dair bir uzlaşı görünmüyor. Benim düşünceme göre yazar kendisine en doğrusu gelen hangisiyse onu seçmeli ve öyle devam etmeli. Bir ölçüt oluşturmalı öncelikle, zaman kiplerinin ifade ettiği anlam mı önemli, ses mi? Benim aklım ve gönlüm her zaman anlamdan yanadır, aksinin önümüze okunması hoş ancak derinlikli okumaya kapalı metinler getireceği kanısındayım. Elbette bir metinde hem -yordu hem -yor ile biten eylemler olabilir. Yeter ki bunun bir tutarlılığı olsun ve yazar öncelikle kendisini bu kip seçimiyle ilgili ikna etsin. Kitabın ikinci öyküsünde eve girmeden önceki “-yordu”ların (ama sadece onların) kolaylıkla değişebileceğini, eve girdikten sonraki birçok “-yor”un ise di’li geçmiş zamanla anlatılabileceğini düşünüyorum.
Üçüncü öykü “Kurdun Postu”nda, kitabın başlık ve ödüllü öyküsünde, bütün kontrol anlatıcıda. Yazar gözlemci ve duygularını, başkaları hakkındaki düşüncelerini ifade etmekten sakınmayan bir anlatıcı seçmiş. Bu da onu oldukça tutarlı yapıyor ve öyküyü neredeyse soluk almadan sonuna kadar takip edebiliyoruz. Anlatıcının ve bence biraz da yazarın kontrolü altında nerede hangi hisse kapılacağımız belli. Bütün bu saydıklarım Batuhan Aşıktoprak’ın kaçıncı olduğunu hatırlayamadığım öyküsünde karşıma çıksaydı aşılması ya da tekrarlanmaması gereken bir özellik olduğunu aklımdan geçirebilirdim ama ilk kitapların böyle bir masumiyeti ve güzelliği ve bence çekiciliği vardır; benzer öyküleri, benzer anlatımları yepyeni bir zihnin bakış açısından okumak. İlginç sonuçlar ortaya çıktığına sıklıkla rastlanır ve “Kurdun Postu” adlı öykü de böylelerinden.
Dördüncü öykü “Allahsız” en sevdiğim. Neden bu öyküyü böyle sevdim bilmiyorum. Birkaç tahminim var ama. Öncelikle çok doğal anlatılmış. Ölçülmüş, biçilmiş bir doğallık. Hem diyaloglar hem anlatılanlar tuhaf ama doğal aynı zamanda. Hiçbirinde bu da olmaz, bu da denmez diye düşünmedim. Öte yandan hikâyesi her zaman dinlediklerimizden değil. Yaşadığımızda topraklarda o kabiliyetimizi yitirdiğimizden hiçbir hikâye bizi şaşırtmıyor artık, asıl mesele böylesi tuhaf, ilgi çekici hikâyeleri hakkını vererek anlatabilmek. Bana kalırsa yazarımız otuzuna gelmeden bu işin üstesinden gelmiş. Bunu çok önemsiyorum, sadece ileride yazabileceklerinden ötürü değil –zaman hayal kırıklıklarıyla dolu olduğunu çoğunlukla kanıtlamıştır ve beklentinin baskısı cesaretlendirici olmasından daha etkindir– ilk gençliğinde okumak ve yazmaktan daha eğlenceli, iyi vakit geçirici onca şey varken edebiyata gönül vermiş birilerinin hâlâ olması ümit verici. Numan ya da ona benzer biri belki asla beklediğim öyküleri yazmayacak ama Batuhan Aşıktoprak gibi onların dünyasını bilen ya da bilmiyorsa bile daha iyisini uydurabilenler olduğu sürece umut var.
Beşinci öykü “Bir Ölümden Ömür İhtimali”nin konusu öykünün kendisinden güzel. Öyküdeki sorunun önemli bir parçası bu sanırım. Anlatıcı meselesiyle başladığım için öyküyü oradan inceleyeceğim ancak pekâlâ farklı açılardan farklı yorumlar da getirilebilir. Bu öyküde kullanılan anlatıcının bir sürü ismi var, en bilineni tanrı anlatıcı. Hikâyedeki bütün karakterleri ve zamanları ve mekanları bilen anlatıcı. Bense bu anlatıcıya fıkra anlatıcı demeyi tercih ediyorum. Bir fıkradan beklenen özlü olması ve sondaki numarasına dinleyeni hazırlamasıdır. Başta ve ortasında anlatılan her şey sona hizmet eder ve belki bu yüzden anlatıcının bu kadar bilgi sahip olmasına takılmayız. Zaten anlatmayı görev edinmiş kimse sana bir fıkra anlatacağım diyerek kendisini bir konuma yükseltmiş ve anlatılacaktaki her şeyin zihninin bir ürünü olduğunu saklamamıştır. Herhangi bir edebi metinde anlatılanlar zihnimizden farklı bir yerden mi çıkıyor, elbette hayır ama günümüzdeki bir okurun bunu daha metni okur okumaz anlamasına da gerek yok. Fıkra anlatıcıya kolaylıkla yazar anlatıcı da denebilir çünkü burada yazar, anlatıcıyla arasında olması gereken bütün duvarı yıkmıştır. Benim fikrime göre yazarın metindeki yeri istisnalar dışında yoktur, metnin dışında, ön kapakta adı, meşhur olduğundaysa istiyorsa eğer arka kapağında fotoğrafı olsun yeter. Batuhan Aşıktoprak’ın bu öyküsünü Ümran’ın ya da Nuran’ın bakış açısından, olmadı tarafsız bir bakış açısıyla okumayı çok isterdim.
Yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Kaynak: OGGİTO
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()