SAVAŞI DÜŞÜNMEK
Bu yazıda büyük S harfiyle yazılmış Savaş’tan, ulusların açık onayı alınarak yapılan, çağdaş dünyada edindiği biçimiyle “sıcak” savaştan söz edilmektedir. Yazı, çeşitli ülkelerin askerî güçlerinden oluşturulmuş birliklerin Kuveyt kentine girdiği günlerde yayımlandığından, olasıdır ki -ani değişiklikler söz konusu olmazsa- herkesin Kör- herkesin Kör- Savaşı’nın tatmin edici bir sonuca ulaştığını (başlatılma amaçlarına uygun olduğu için) düşündükleri bir sırada okunacaktır. Bu durumda, savaşın olanaksızlığından ve yararsızlığından söz etmek, bir çelişki gibi görünecektir, çünkü artık hiç kimse öngörülen sonuçlara ulaşılmasını sağlayan bir girişimi yararsız veya olanaksız olarak görmek istemeyecektir. Gene de, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bu yazıda sergilenen düşünceler geçerli olmak zorundadır. Hatta, savaşın “yararlı” sonuçlara ulaşılmasını sağlaması durumunda daha da geçerli olmak zorundadır; çünkü böyle bir sonuç, insanların, belirli durumlarda, savaşın makul bir olasılık olduğu kanısına varmalarına yol açabilir. Oysa, böyle bir görüşü reddetmek zorundayız.
Savaş başladı başlayalı, bu dram karşısında gerekli konumu almadıkları için “entelektüeller”i suçlayan konuşmalara veya yazılara tanık olduk. Konuşan veya yazan kimselerin çoğunluğunu genellikle entelektüeller (sözcüğün dar anlamıyla) oluşturduğundan, kimlerin konuşması istenen sessiz azınlığa dahil olduğu sorusu geliyor akla. Belli ki, bu kimseler, söz konusu iki taraftan birini seçerek, “olması gerektiği gibi” görüş bildirmeyenlerdi. Bunun kanıtı da şudur: Gün geçmiyordu ki, karşısındaki kişinin beklentilerine aykırı görüş öne sürenler hain entelektüel damgası yemesin, ya savaşsever kapitalist yanlısı oluyordunuz, ya Arapsever barış yanlısı. Çoğunluk korosu içinde kitle iletişim araçlarının karşıtlığı da herkesin başkasının suçlamalarını hak etmesini sağlayacak şekilde gerçekleşiyordu. Çatışmanın gerekliliğini ve kaçınılmazlığını savunanlar gelenekçi müdahaleciler olarak görülüyordu; geçmiş otuz kırk yılın sloganlarından ve ritüellerinden kendilerini kurtaramayan barışçılar her an birilerinin savaşçılığını ödüllendirmek için birilerinin teslim olmasını isteme suçlamasıyla karşı karşıya kalıyorlardı. Kötülükten arınma ritüelinin bir parçası olarak, çatışmayı destekleyenler savaşın ne kadar acımasız olduğunu belirterek söze giriyorlar, çatışmaya karşı koyanlar ise Saddam’ın ne kadar acımasız olduğundan dem vurarak konuşmaya başlıyorlardı.
Bu iki durumda da meslekten entelektüeller arasındaki bir tartışmaya tanık olmakla birlikte, entelektüel işlevin yerine getirilmesine tanık olamadık. Entelektüellerin tanımlanması güç bir kategori olduğunu biliyoruz. Oysa, “entelektüel işlev”i tanımlamak güç değildir. Entelektüel işlev, insanın kendi hakikat kavramını, o hakikati yeterince yansıttığı kabul edilebilecek tarzda, eleştirel olarak ortaya koymasıdır. Herhangi bir kimse, kendi durumu üzerine düşünen ve bir biçimde bunu dile getiren toplumdışı bir kişi de entelektüel işlevi yerine getirebilir; buna karşılık, olaylara duygusal tepki gösteren, olayları düşünce süzgecinden geçirmeyen bir yazar bu işleve aykırı davranmış olur. Bu yüzden entelektüel, devrim çığırtkanlığı yapmamalıdır, diyordu Vittorini. Seçim yapma sorumluluğundan kaçmak için değil (entelektüel, kişisel olarak bu seçimi yapabilir); eylem anı tüm anlam ayrımlarının ve anlam belirsizliklerinin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği (her kurumda karar veren kişinin değişmez işlevdir bu), oysa entelektüel işlevin anlam belirsizliklerini saptayıp gün ışığına çıkarmak gibi bir sorumluluğu olduğu için.
Entelektüelin birinci görevi kendi yoldaşlarını eleştirmektir (“düşünmek”, Doğrucu Davut rolünü oynamak demektir). Entelektüel, kendini özdeşleştirdiği ve olumsal hataları dışında insanların iyiliği için uğraştıklarını düşündüğü kimselere ihanet etmekten korktuğu için sessizliği seçiyor olabilir. Tarihte sayısız örneklerini gördüğümüz trajik seçimler de vardır; böyle bir seçim yaparak, bağlılığın hakikatle bağdaştırılamayacağını düşündüğü için, inanmadığı bir savaşı savaşıp ölümü arayarak, ölüme gidenler görülmüştür. Ama bağlılık ahlaksal bir kategoridir, hakikat ise kuramsal bir kategori. Entelektüel işlevin ahlaksal işlevden ayrı tutulamayacağı da bir gerçektir. Entelektüel işlevi yerine getirmeye karar vermek ahlaksal bir seçimdir, tıpkı cerrahın bir yaşamı kurtarmak için canlı eti kesme kararı almasının ahlaksal bir seçim olduğu gibi. Ama cerrah, ne kesme işlemini gerçekleştirdiğinde acıma duygusuna kapılmalıdır, ne de cerrahi müdahaleyi sürdürmenin bir işe yaramayacağını gördüğü için açtığı yeri kapadığında.
Entelektüel işlev, duygusal açıdan katlanılması olanaksız sonuçlara da yol açabilir, çünkü kimi zaman bazı sorunları çözümsüz olduklarını ortaya koyarak çözmek zorunda kalır insan. İnsanın vardığı sonucu dile getirmesi ahlaksal bir seçimdir, dile getirmemesi de (belki de yanlış olduğunu umarak). Bir anlığına bile olsa “insanlık görevlisi” görevini üstlenen kişinin dramı budur.
Savaş yapılmaması gerektiğini söyleyen, dua eden ve olayların karmaşıklığına oranla son derece yetersiz görünen alternatif çözümler sunan papanın konumu epey alay konusu oldu, Katolik kesim bile katıldı bu alaya. Papayı haklı çıkarmak için dostları da düşmanları da zavallının yalnızca mesleğini yaptığını, zaten başka türlü konuşmanın da mümkün olmadığını söylediler. Doğru, Papa (hakikatle ilgili kendi bakış açısından) entelektüel işlevi yerine getirmiş ve “Savaş yapılmamalıdır” demiştir. Papa, İncil’i tam anlamıyla uygulamak istiyorsak, öteki yanağımızı uzatmamız gerektiğini söylemelidir. Peki ama, biri beni öldürmek istiyorsa ne yapmalıyım? “Elinden ne geliyorsa onu,” demek zorundadır papa, “senin sorunun bu”; meşru müdafaanın dinsel açıdan geçerliliği olsa olsa daha sonra, insani zaafı telafi etmek üzere (bu zaaf yüzünden, hiç kimse kahramanca erdemli bir davranış ortaya koymak zorunda değildir) öne sürülecektir. Konum öylesine kusursuzdur ki, papa pratik bir yol gösterme olarak anlaşılabilecek başka herhangi bir şey söylerse (ve söylediğinde), entelektüel işlevini bir yana bırakmış ve siyasal bir seçim yapmış olur (bu da onun sorunudur).
Öyleyse, entelektüel cemaatin kırk beş yıldır savaş sorunu konusunda susmadığını söylemek gerekir. Entelektüeller savaştan söz ettiler; üstelik öyle misyonerce bir bağlanımla söz ettiler ki, dünyanın savaşı görme tarzı kökten değişti. İnsanlar olanların dehşetini ve belirsizliğini hiç bu kadar derinden hissetmemişlerdi. Birkaç öfkeden gözü dönmüş dışında, kimsenin tümüyle olumlu veya tümüyle olumsuz görüşleri yoktu. Savaşın çıkmış olması entelektüellerin söyleminin tamamıyla başarıya ulaşmadığının, yeterli olmadığının, yeterli tarihsel zemini bulamadığının bir göstergesidir. Ama bu ikincil bir yöndür.
Günümüzde dünya savaşa yirminci yüzyılın başında baktığından farklı bakmaktadır ve bugün herhangi biri, Marinetti’nin gelecekçilik bildirgesinde söylediği sözleri söylese (“Biz dünyadaki gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşçı ve ölüme götüren güzel düşünceleri yüceltiyoruz”), edebiyat tarihine değil psikiyatri tarihine geçer. Namus davası veya kısas yasasıyla ilgili olanlar savaş konusunda da olmuştur: Namus uğruna cinayet işlenmediği veya kısas yasasının uygulanmadığı söylenemez; ancak toplum, bir zamanlar bunları olumlu şeyler olarak görürken, artık olumsuz olarak değerlendirmektedir. Ama bu sözünü ettiklerimiz gene de ahlaksal ve duygusal tepkiler niteliği taşıyacaktır (ve kimi zaman aynı ahlak, öldürme yasağının istisnaları olabileceğini kabul edebilir, kolektif duyarlığın daha üstün bir iyiliği güvence altına alan korkunç eylemleri ve kurban etmeleri kabul edebileceği gibi).
Buna karşılık, daha kökten bir tutumla, savaşı salt biçimsel açıdan, içsel tutarlılık açısından, olasılık koşulları üzerine kafa yorarak düşünmek de mümkündür; böyle bir düşünme şu sonuca götürebilir bizi: Savaş yapılamaz, çünkü çok hızlı bir bilgi akışı, sürekli kıtalar arası göçün yaşandığı bir toplumun varlığı ile yeni savaş teknolojisinin doğasının birleşmesi, savaşı imkânsız ve akıldışı hale getirmiştir.
Savaş, savaşın yapılma nedenleriyle çelişki içindedir. Geçen yüzyıllarda savaşın amacı neydi? Düşmanı yenilgiye uğratmak için yapılan savaşın iki amacı vardı: Düşmanın yenilgisinden yarar sağlamak ve niyetlerim- izi (belirli bir sonucu elde etmek üzere belirli bir şekilde davranma) düşmanın niyetlerini gerçekleştiremeyeceği bir taktik veya strateji çerçevesinde gerçekleştirmek. Bu amaçla elde bulunan bütün güçlerin seferber edilmesi gerekiyordu. Sonuçta oyun, bizimle düşman arasında oynanıyordu. Başkalarının yansızlığı, savaşımızın onları rahatsız etmemesi (ve belirli bir ölçüde yarar sağlamalarına olanak sağlaması), manevra özgürlüğümüz açısından gerekli koşuldu. Clausewitz’in “mutlak savaş”ı bile bu sınırlamalar dışında kalmıyordu. Tarihsiz Polinezya kabilelerini bile içine alacak kadar kapsamlı bir “dünya savaşı” kavramı yirminci yüzyılda doğmuştur.
Atom enerjisinin, televizyonun, hava ulaşım araçlarının bulunmasıyla ve çeşitli uluslararası kapitalizm biçimlerinin doğmasıyla, savaşın olanaksızlığına ilişkin bazı koşullar gerçekleşmiş olur.
Nöral bir ağın işleyişini açıklarken Arno Penzias’ın savaş eğretilemesini kullanması ilginçtir: Tek tek nöronların, son derece ince dallara ayrılmış dendrit adı verilen girdi “kabloları” aracılığıyla uyarılmaları halinde elektriksel olarak aktif hale geldikleri (“ateş ettikleri”) biliniyordu. “Ateş” anında nöron akson adı verilen bir çıktı “kabloları” serisi aracılığıyla elektrik sinyalleri gönderir… Her nöronun “ateş”i başka birçok nöronun etkinliğine bağlı olduğundan, neyin ne zaman olması gerektiğini hesaplamanın kolay bir yolu yoktur… Sinaptik bağlantıların belirli bir düzenlenmesine göre, yüz nöronluk bir sinir ağının her uyarılması, toplam bin milyar kere milyar kere milyar veya 10³⁰ mutlak olasılık üzerinden kendi olası denge durumları bütününü belirler.
Savaş yeni bağlantıcı bir sistem ise; bu, savaşın artık tarafların hesaplarının ve niyetlerinin bir değer taşımadığı bir olgu olduğu anlamına gelir. Çok sayıda gücün devreye girmesi nedeniyle, savaş öngörülemez ağırlıkların değerlerine göre dağıl- maktadır. Bunun bir sonucu olarak, sona ermesi ve son değerin iki taraftan birinin yararına olması da olasıdır; ama genellikle, her tür karar hesabına meydan okuduğundan, iki taraf için de yitirilmiş olur. Eğretilememize göre, işleticilerin çelişik dürtüler alan ağı denetlemeye yönelik çılgınca çabaları ağın bozulmasına yol açacaktır. Bir savaşın olası sonucu, aygıtın devrelerinin atmasıdır. Eski savaş bir satranç oyunu gibiydi: İki taraf da karşı tarafın olabildiğince çok taşını almaya çalışmakla kalmıyor, özellikle onu mat etmeyi (kuralları nasıl uyguladığı üzerinde düşünerek) hedefliyordu. Oysa günümüzdeki savaş, her iki oyuncunun da (aynı ağ üzerinde çalışarak) aynı renkte taşları alıp hareket ettirdiği bir satranç partisi gibidir (oyun siyah-beyaz değildir, tek renklidir). Kendi kendini yiyen bir oyundur.
Öte yandan, bir çatışmanın belirli bir anda bir tarafın yararına olduğunu söylemek, “belirli bir andaki” yararın nihai yararla özdeşleştirildiği anlamını taşıyacaktır. Şayet günümüzde de savaş, Clausewitz’in dediği gibi, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olsaydı, nihai an diye bir şey söz konusu olabilirdi (böylece savaş, siyasete geri dönmeye olanak sağlayacak bir denge durumuna ulaşıldığında bitmiş olurdu). Ama yaşadığımız yüzyılda, savaşın getirdiği ilkeleri sürdüren (herhangi bir araçla), her zaman ve her durumda savaş sonrası politikası olacaktır.
Savaş, nasıl bir gelişme gösterirse göstersin, tarafların iradesine tam olarak karşılık gelemeyecek bir ağırlıklar dağılımına yol açtığı için, gelecek on yıllar boyunca dramatik bir siyasal, ekonomik ve psikolojik istikrarsızlık içinde uzayıp gidecek, “savaş politikasından başka bir şey üretemeyecektir. Öte yandan, tarih boyunca da hep böyle olmamış mıdır? Clausewitz’in haksız olduğunu düşünemez miyiz? Tarihçiler Waterloo’yu iki zekânın çatışması olarak yeniden yorumlamaktadırlar (belirli bir sonucu olduğu için), ama Stendhal bu savaşı bir rastlantılar zinciri olarak yorumlamayı bilmişti. Klasik savaşların makul sonuçlar -makul bir denge- ürettiğini düşünmek, tarihin belirli bir yönü olduğu ve tez ile antitezin bir sentezle sonuçlandığı şeklindeki Hegelci önyargıdan kaynaklanmaktadır. Pön Savaşlarından sonra Akdeniz’deki veya Napoleon savaşlarından sonra Avrupa’daki düzenin bir denge durumu olarak görülmesi gerektiğinin bilimsel veya mantıksal kanıtı yoktur; aksine, savaş olmasa gerçekleşmeyecek olan bir istikrarsızlık durumu olarak görülebilir.
İnsanların on binlerce yıl boyunca istikrarsızlık durumlarının çözümü olarak savaşa başvurmuş olmaları, aynı dönemde psikolojik dengesizliklerini çözmek için alkole veya aynı yıkıcı etkiye sahip maddelere başvurmaya karar vermiş olmalarından daha büyük bir kanıt oluşturmaz. Burada tabu konusu devreye girmektedir. Moravia, katı kabile içi evlilik yasası olumsuz sonuçlar verdiği için insanlığın yüzyıllar sonra ensest tabusunu geliştirmeye karar verdiğini söylemişti; biz de insanların savaşı tabu ilan etme yönünde içgüdüsel bir gereksinim duyduğu noktaya gelmiş olabiliriz. Bu görüşe gerçekçi bir yanıt verilmiştir: Bir tabu, ahlaksal veya entelektüel bir karar sonucu “ilan edilmez”; tabu kolektif bilincin karanlık derinliklerinde binlerce yıllık bir süreç içinde oluşur (bir nöral ağın sonunda tek başına denge durumuna varabilmesini sağlayacak nedenlere benzer nedenler yüzünden). Ama gelişme sürelerinin hızlanması diye bir şey söz konusudur. Anneyle veya kız kardeşle birleşmenin toplum arasındaki mübadeleyi engellediğini anlamak için on binlerce yıl geçmesi gerekmiştir, tıpkı insanın cinsel edim ile gebelik arasındaki neden-sonuç ilişkisini saptayabilmesi için uzun bir sürenin geçmesi gerektiği gibi. Ama, bir savaşla havayolu şirketlerinin kapandığını anlamak için iki haftalık süre yeterli olmuştur. Öyleyse, bir tabunun gerekliliğinden söz etmek entelektüel görevle ve sağduyuyla bağdaşmakla birlikte, kimsenin böyle bir tabunun olgunlaşma sürelerini belirleyerek onu ilan etme yetkisi yoktur.
Savaşın olanaksızlığını dile getirmek entelektüel görevdir. Alternatif bir çözüm olmasa bile. Belki bir tek, yaşadığımız yüzyılın savaşın kusursuz bir alternatifine -“soğuk” savaş- tanık olduğu anımsatılabilir. Korkunç olayların, adaletsizliklerin, hoşgörüsüzlüklerin, yerel çatışmaların, yaygın tedhişin yaşandığı tarih, sonunda soğuk savaşın son derece insani ve görece ılımlı bir çözüm olduğunu -galipleriyle mağluplarının bile olduğunu- kabul etmek zorunda kalacaktır. Ama soğuk savaş ilan etmek entelektüel işleve düşmez.
Bazılarının entelektüellerin sessizliği olarak gördükleri şeye, belki de savaştan medya yoluyla söz etmekten duyulan çekingenlik yol açmıştır; bunun da basit bir nedeni var: Medya savaşın ve savaşın kullandığı araçların bir parçasını oluşturmaktadır, o yüzden yansız bir alan olarak görülmesi tehlikelidir. Hepsinden önemlisi, medyanın zamanı, düşünmenin zamanından farklıdır. Entelektüel işlev hep ya önce (olabilecekler üzerine) ya da sonra (olmuş şeyler üzerine) devreye girer; ritim nedeniyle, olmakta olan şeyler üzerine entelektüel işlevin yerine getirilmesi seyrek olarak gerçekleşir; çünkü olaylar, olaylar üzerine düşünceden her zaman daha hızlı ve daha sıkışıktır. Cosimo Piovasco di Rondö bu yüzden -çağını anlama ve ona katılma şeklindeki entelektüel görevden kaçmak için değil, yaşadığı çağı daha iyi anlamak ve ona katılmak için- ağaçlar üzerinde duruyordu.
Ama, savaş üzerine düşünce, taktik sessizlik alanlarını seçtiğinde bile sonunda bu sessizliğin yüksek sesle ortaya konmasını gerektirir. Sessizliği dile getirmenin, bir iktidarsızlık edimindeki ikna edici gücün, düşünme eyleminin bireysel sorumluluklardan arınmayı getirmediği gerçeğinin içerdiği çelişkilerin bilinciyle. Ama ilk görev, savaşın günümüzde her türlü insani girişimi yok ettiğini; kendi görünürdeki sonunun (ve bir tarafın görünürdeki zaferinin) bile kendi ağları içinde takılıp kalmış ağırlıkların artık özerk oyununu durduramayacağını söylemektir. Çünkü ağırlık “ağırlık olması nedeniyle bir yöne eğimli, bir yöne eğimli olması nedeniyle de bağımlıdır… ve inmek ister, çünkü bir sonraki nokta alçaklık açısından her defasında onu tutan alçaklığı aşar… Ağırlık asla yolundan döndürülemez” (Michelstaedter).
Bu iniş haklı çıkarılamaz, çünkü -türün hakları açısından- cinayetten daha kötüdür: bir savurganlıktır.
Beş Ahlak Yazısı – Umberto Eco
Çeviren: Kemal Atakay
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()