Müzik yazarı olmanın en büyük artılarından biri beklenmedik bir yetenekle karşılaşmaktır. Nisan ayında (2004) Kuzey Londra’da bir caz kafeye girdim ve Meksikalı-Kanadalı şarkıcı Lhasa de Sela bu yıl boyunca karşılaştığım en etkileyici performansı sergiledi. The Living Road albümünden söylediği şarkılar blues, Fransız chanson, Meksika müziği ve perküsyonu bir araya getiriyordu. Bir elfe benzeyen görünümüyle Fransızca, İngilizce ve İspanyolca şarkılar söylerken muazzam bir güce sahip gibi görünüyordu ve akşamın sonunda bütün izleyiciler ondan büyülenmişti. Bu, Lhasa’nın İngiltere’deki ilk konseriydi, ikinci verdiği konser çok daha büyük bir etkinlik olduğunu gördüğümde şaşırmadım.
Kısaca Lhasa diye bilinen De Sela, sizi iç dünyasına götürme yetisine sahip. Bu dünya hem rüya benzeri görüntüleri hem de ilişkilerin bıçak altına yatırılmasını içeriyor. Zihnimde sürekli tekrarlayan sözler arasında şunlar vardı: “Kalbim kırılıyor / uyuyamıyorum / benden korkan bir adamı seviyorum / elinde bıçakla nöbet tutmazsa / hayatının geri kalanında / onu kölem yapacağıma inanıyor.”

Lhasa, Kanada çıkışlı bir sanatçıydı. Gitgide daha çok tanınmaya başlayınca Fransa’da turneye çıktı. Onunla turnedeyken, Paris’te bir kafede buluşuyorum. Adını Tibet’in başkentinden aldı, çünkü “aşırı hippi” ebeveynleri, ölümden sonraki hayatı anlatan Budist metni Tibet Ölüler Kitabı’nı okuyordu ve Lhasa’nın güzel bir isim olduğunu düşündüler. 1972’de New York’un dışındaki Woodstock’ta küçük bir kulübede doğdu ve çocukluğunun büyük bir kısmında göçebe bir hayat yaşadı. Meksikalı babası, Amerikalı annesi ve üç kız kardeşiyle dönüştürülmüş bir okul otobüsünde Amerika ve Meksika’yı turladı.
Québec aksanıyla şöyle diyor: “[Ebeveynlerim] birçok halüsinojenik madde kullandı ve birçok risk aldı. Orta sınıf yaşam tarzına sahip olamıyorlardı. Aileleri iyi durumdaydı ama onlar, ailelerinin kara koyunlarıydı. Çok fakirdik, süpermarketlerin arkasında bulunan çöp kovalarını karıştırırdık. Bir aylığına bir yerde yaşardık, babam meyve toplardı. Diğer zamanlar çöl ve okyanus kenarında yaşadık – akrep ve denizanalarının babamı soktuğu zamanları hatırlıyorum, kasırgaları ve garip insanları anımsıyorum.”
Lhasa çocukken şarkı söylemeye başladı. Altı yaşındayken aslan krallar, periler ve kraliçeler hakkında şarkılar söyledi. On üç yaşında San Francisco’da caz şarkı derslerine başladı, ancak yolculuğu sekiz yıl boyunca Montreal barlarında şarkı söylediği sona erdi. “Bu sürede insanlara nasıl ulaşacağımı öğrendim. Bira ve sohbet için oraya gelmiş olan insanlara bile,” diyor.

1997 yılında Lhasa, adını Aztek mitolojisinden alan ilk şarkısı “La Llorona”yı kaydetti. Şarkısı, Kanada’da zirveye yükseldi ve Fransa’da büyük başarı yakaladı, ancak Lhasa yıldız olmaktan hoşnut değildi. “Paranoyak oldum. Yaşanacak yer yok gibi görünüyordu – itibarımı kaybettim. The Living Road albümünü yaratmaya başlamadan önce hayatı “çok kıvrımlı bir yol” aldı. Lhasa, kız kardeşleri tarafından kurulan bir sirke katılmak için kaçtı. “Sky harika bir palyaço, Aime ipin üzerinde yürüyor, Miriam ise bir akrobattır. Eskiden onlarla şarkı söylerdim.”
Lhasa’ya müziğiyle ilgili sorular sordum ve bana The Living Road albümünün son ilişkisinin acıklı bitişiyle ilgili olduğunu söylüyor. Gülerek şöyle diyor: “Sanırım şimdi zayıf yönlerim üzerinde çalışırsam bir sonraki ilişkim mükemmel olacak.” Dürüstlüğe dair soru sorduğumda ise, “Dürüstlük, dünyanın en heyecan verici şeylerinden biri – acayip güçlü ve romantik. Hepimiz kendimiz olmak için izin alıyoruz, birisi bize gerçek olduğumuzu söylesin istiyoruz. Bunları geçin, önünüzde sizi durduracak hiçbir şeyin bulunmadığı açık bir yol var.”
Kahramanları arasında Meksikalı Chavela Vargas ve Cuco Sanchez ile büyük Flamenko şarkıcısı Cameron yer alıyor. “Bazen Flamenko gibi bir geleneğin içinde doğmadığım için üzülüyorum. Aborjinleri ve onların dünyayla olan bağları hakkında birkaç şey okudum. İşte o zaman hiçbir yere bağlı olmayan beyaz bir insan olduğumu düşündüm.” Her şeye inandığını söylüyor: Buda, İsa, Lao Tzu ve astroloji, ancak ona göre gerçek “bazen sadece gözünüzün köşesiyle görüp anladığınız bir şeydir.” En sevdiği mısralardan biri Robert Browning şiiri “Two”dan: Sonsuz tutku ve acısı / özlem dolu kalplerin.”
Lhasa’yı bir kategoriye koymak çok zor, bana hatırlattığı tek şarkıcı belki de Björk. Ona hayran mı? “Ona bayılırım, ancak son zamanlarda biraz soğuk birine dönüştü. Yine de hayranıyım,” diyor. “Şikayetçi” diye adlandırdığı kadın şarkıcı-söz yazarlarından hoşlanmıyor: “Haydi yaramızı bulalım ve öz analizle yaranın bize ne kadar acı verdiğini görelim. İnsanlar hikâye anlatıcılığını unuttu.” Sanatçıların artık birer “tuzak” olduğunu düşünüyor: “Şarkılarının modern olması için endişeli bir dil kullanması, güzel olmaması gerektiği düşünülüyor – sanki karanlık, ışıktan daha doğruymuş gibi.”

Yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Kaynak: OGGİTO (Telegraph – Çeviren: Aslı İdil Kaynar)
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()