Sürekli anayasa konuşulmasının nedenleri, çaresizlik ve riyakârlıktır… (1)
CHS (cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi) hakkında üç yazının ardından, sistem tartışmalarının başlıca nedenleri ve çeşitli ‘ele alma’ yöntemleri üzerine yazılarla devam ediyorum. Önce genel bir başlangıç yazısı, ardından son yüzyılda yaşadığımız bazı ‘anayasal’ sorunların, ‘anayasa’ ile ne ölçüde ilgili olduklarına dair takip eden birkaç yazı.
Bu alanda az çok çalışmış biri olarak, mütemadiyen anayasa konuşulmasına ve metinlere gereğinden fazla önem verilmesine karşıyım ve herkesi usandıran anayasa sohbetlerinin, çoklukla tarihsel çaresizliklerimizden ve riyakârlıktan kaynaklandığı kanısındayım. Derdim bu.
Önce bir test yapalım dilerseniz! Anayasa sözcüğü-kavramı size ne çağrıştırıyor? Elinize bir kalem kâğıt alıp ilk aklınıza gelenleri yazın. Sonra şöyle bir bakın listedeki sözcüklere. Tahmin ediyorum, o kâğıt üzerinde düzensiz biçimde yer alan sözcüklerin bir kısmı olumlu, bir kısmı olumsuz çağrışım yapacaktır. Belki bazıları sizi tedirgin edecek.
Sonra, neden böyle düşünüp bu duyguları yaşadığınız ve yazdığınız kavramların tanımları üzerinde durabilirsiniz. Muhtemelen o sözcüklerin hemen hepsi anayasalar ile ilgilidir (yani doğru yoldasınız!), ancak hatırlattıklarının hemen hiçbirinin anayasa metinleriyle ‘doğrudan’ ilgisi olmayabilir.
Peki sizin bu hayattaki tasanız ne? Yeterli gelire sahip olup iyi yaşamak? Düşüncelerinizi özgürce dile getirmek? Çoluk çocuğunuza hiç olmazsa ortalama nitelikte bir eğitim verebilmek ve kamu hizmetlerinden eşit biçimde, eziyet çekmeden yararlanabilmek? İnsan muamelesi görmek?
Son derece basit, temel ihtiyaçlar. Öyle atla deve değil aslında. Hangileri anayasa metinleriyle ilişkili? Eğer “Hepsi” diyorsanız, bu denli basit talepleriniz nasıl olup hakkıyla karşılık bulmuyor? Üstelik onca emeğe, çalışmaya, alın terine rağmen. Söz konusu taleplerinizi karşılamanın tek yolu, onları anayasa hükmü haline getirmek mi?
İyi hoş da, bizim anayasanın ikinci maddesi, devlet için; “İnsan haklarına saygılı, laik, sosyal ve hukuka bağlı’ demiş. Daha ne desin? O zaman sorun nerede? Neden sosyal değil, neden laik değil, neden hukuk devleti değil, neden insan haklarına saygılı değil?
Ha bir de ‘Atatürk milliyetçiliğine’ bağlı diyor! Bu ifadenin bir yararı var mı sizce? Yukarıdaki paragrafta “Hayattaki isteğiniz nedir” sorusunu yönelttiğimde, aklınıza “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” şıkkı gelmiş miydi? Örneğin Fransızlar ya da Norveçliler, bu şekilde tanımlanan bir milliyetçiliğe bağlı devletleri olmadığı için perişan hissediyor mudur? Kızdınız mı bu satırlara? “Bak bak herife bak, anayasa yazısı yazma görüntüsü altında devletin, cumhuriyetin altını oymayı hedefliyor; kesin rotşild ailesi finanse ediyor bu Diken’i… resmen ‘sözde’ anayasa yazısı…” dediniz mi?
Şekerim, o hüküm orada öylece duruyorken, devletin altı, üstü, kenarları, bürokrasisi, ilkeleri aşındırılmadı mı? Nasıl oldu peki bu işler? Nerede o kırmızı çizgiler? Hafif pembeleşti mi?! Siz neredesiniz?
Duyamadım! “Biz Gezi’deydik ama” mı dediniz? E hay Allah, Gezi davasıyla neden ilgilenmiyorsunuz peki? Bak, “Sizin Gezi’yi üç beş kişi örgütledi” diyorlar. “Hepiniz koyun gibi o üç beş kişinin peşinden gittiniz” diyorlar. Ah neler söylüyorum; yahu onlar sizin kahraman Gezi’nizi değil, ‘liboş zengin ve kimlikçi’ Kavala’yı yargılıyorlar, öyle değil mi? E tamam o zaman, sakın dert etmeyin böyle şeyleri. Fakat bize sınıf mücadelesinin şeysi olan sol bir anayasa lazım, değil mi? Hadi inşallah, o da olur bir gün!
Biz neden sürekli anayasa tartışırız? Daha doğrusu, Türkiye’de neden, bitip tükenmez bir anayasa tartışması vardır?
Dün bir kez daha tahliye edilmeyen Osman Kavala, hakikaten şu meşhur ‘darbe anayasası’ nedeniyle mi yaşıyor başına geleni? Demirtaş ve diğer HDP’lilerin yıllardır cezaevinde oluşu, binlerce öğrencinin, çok sayıda gazetecinin cezaevinde ömür tüketiyor oluşlarının, Grup Yorum üyelerinin gözümüzün önünde eriyişlerinin ve olup biten karşısında toplum ortalamasının sergilediği ürkütücü sessizliğin gerekçesi, anayasa metni mi?
Aleviler anayasa-norm nedeniyle mi statülerine kavuşamıyor? Benim bir yurttaş olarak, idareden hemen hiçbir şeyin hesabını soramıyor, pek çok hak ve özgürlüğümü lâyıkıyla kullanamıyor, bir kısmına sahip dahi olamıyor oluşumun nedeni, anayasa metni mi? Yoksa, birileri bana açıkça ‘eşek’ muamelesi yaptığı için mi? Çok mu ağır oldu? Gücenmeyin, size değil, bana yapılıyor bu muamele, sizinle ne ilgisi var!
Gözümüzün içine baka baka, on iki asırlık Hasankeyf su altında bırakılıyor. Belediyelere kayyım atanıyor. Gıkını çıkarıp vergisinin hesabını sormaya kalkana soruşturma açılıyor. İki kişi bir araya gelip barışçıl toplanma hakkını kullanamıyor.
Basılı gazetelerin neredeyse tamamı her gün aynı manşetle çıkıyor. Paçavra basın ve TV’lerin ‘köşeleri’ satılık tipler tarafından istila edilmiş halde. Üniversiteler Türkiye’de yaşananlardan hâlâ habersiz! Vergilerimiz akıl almaz boyutlarda ‘israf’ ediliyor. Üç beş namlı müteahhit ‘israfa’ doyamıyor.
Her Allah’ın günü kadınlar ve işçiler katlediliyor. İnsanlar çürük binalar altında, enkazda. İstanbul büyük depremi bekliyor ve hepimiz biliyoruz ki, yalnızca bekliyor! Muhalif olan herkes, her durumda ve her yerde kendi başının çaresine bakmaya, sosyal medya aracılığıyla yargının işlemesine ‘yardım etmeye’ çalışıyor.
Ortalama, dürüst ve sade yaşam süren insanlar, eşsiz süflilik karşısında aklını korumaya çalışırken, muhalefet partileri temsilcileri twittırda sürekli ‘başsağlığı ve sabır’ diliyor! Başlıca işleri bu: Başsağlığı ve sabır dileyicileri.
Yukarıda sayılan anormalliklerin hangisi anayasa metinleriyle ilgili?
Tümü ve hiçbiri!
Türkiye’deki anayasa tartışmaları, asıl konuşulması gerekenleri, gerçek ve can yakıcı sorunların nedenlerinin görülmesini ‘örten’ bir işlev yerine getirdi on yıllarca.
Oysa ‘anayasal sorun’ olduğu iddia edilen çatışmaların önemlice bir kısmının, anayasa metinleriyle doğrudan hiçbir ilgisi yoktu. Hâlâ yok…
Yazı önerisi: Nuray Mert, İlber Ortaylı’nın ‘Bir ömür nasıl yaşanır?’ kitabı üzerine, ‘Bir hayat nasıl yaşanmaz’ başlıklı bir yazı kaleme aldı. Mert’in, son derece ‘insaflı’ bulduğum güzel eleştiri yazısını buraya bırakıyorum.
Devlet ile muhabbetimiz ‘duygular’ düzeyinde değil, vergi-bütçe ilişkisi! (2)
Anayasa metinleri üzerine yapılan usandırıcı, bezdirici ‘teknik’ sohbetleri olabildiğince reddedip asıl dertlerimizin ne olduğuna ve hangi tarihsel açmazlarımızın üzerlerinin, bitip tükenmeyen ‘anayasa talepleriyle’ örtüldüğüne ilişkin tartışma/konuşma çabasına, ikinci yazıyla devam.
Devlet adı verilen örgütlenme biçiminin yalnızca 5000 bin küsur yıllık bir tarihi var. Son derece genç. Tarihin bir aşamasında üretim ilişkilerinde yaşanan değişim, hayli uzun bir zaman diliminde önce işbölümüne, peşi sıra sınıf ayrımlarına neden olmuş ve egemen sınıf (üretim araçlarını elinde tutanlar) devleti icat etmiştir.
Modern devlet ise çok daha yakın tarihli bir macera. Haliyle ‘devlet,’ memleket ortalamasının neredeyse iman ettiği gibi bir yapı vs. değil; tarihi belli, nasıl ve neden ortaya çıktığı belli, haliyle sonu da öngörülebilir. Koskoca tarihin bir aşamasının/kesitinin, insan yapımı ‘yönetim’ aracı.
‘Modern devlet’ adı verilen aşama ise yaklaşık sekiz asır önce yeni bir sınıfın doğumu, mücadelesi ve nihayetinde zaferiyle ilgili. Bourg’larda yaşayan, ticaret yapan bir sınıfın, burjuvazinin doğumuyla. İngiltere’de henüz 13’üncü yüzyılın başında hükümdarın, uyruk temsilcilerine bazı ödünler/haklar vermesiyle başlayan süreçte ‘parlamentonun’ ortaya çıkması ve yüzyıllar içinde merkezi devletlerin giderek güçlenmesi de burjuvazinin tarihi ve nitelikleriyle açıklanabilir.
Kralın yetkilerinin sınırlandığı ilk dönemlerde, uyruk temsilcisi konumundakilerin işlevi ve görev tanımı da zaman içinde değişti. Emredici vekaletin yerini ‘temsil’ ilişkisi aldı. 1215 tarihli Magna Carta’da (kralın yetkilerini sınırlayan anayasal belge) yer alan hükümlerin bir kısmı ‘vergi toplanmasına’ ilişkindi ve buna göre vergi, ancak ileri gelenlere danışıldıktan sonra salınabilecekti.
İngiltere’de uyruklar, başlangıçta krala dilekçe verirken, zaman içinde bu taleplerini parlamentoya iletmeye başlamıştı. Parlamento üyeleri ise yalnızca ‘kanun’ olmasını istedikleri dilekçeleri krala ulaştırıyordu.
‘Emredici vekâlet’ gereği, kendilerini temsil edenlere ‘vergiye izin’ yetkisi veren topluluklar, bunun karşılığında onlardan, sorunlarına çözüm üretilmesi için kralın ikna edilmesi sözünü alıyordu. Bugün ‘yasama yetkisi’ adıyla bildiğimiz ‘güç,’ söz konusu ‘vergi-onay-temsil’ ilişkisinin sonunda doğdu.
Uyruk temsilcilerinin ‘talepleri’ zaman içinde birer yasa önerisine dönüştü. Krallar güçlü oldukları dönemde parlamentoyu toplamıyor, ancak vergi gerektiğinde, mecbur kalıyorlardı. Birkaç yüzyıl süren bir gerilimden söz ediyorum.
Nihayetinde kazanan, parlamento ve tabii burjuvazi oldu.
Ezcümle, yasama yetkisinin temelinde, ‘vergiye onay’ vardır. İngilizler bu tarihsel zaferi “Temsil yoksa, vergi de yok” (no taxation without representation) ifadesiyle anlatıyor. İngiltere’de parlamentonun zaferi anlamına gelen ve İngiliz anayasal sisteminin sac ayaklarından biri olan meşhur 1689 Haklar Bildirgesi (Bill of Rights), parlamentonun onayı olmadan vergi toplanmasının yasa dışı sayılacağını hükme bağlıyordu.
Oysa Fransa’daki topluluk/uyruk temsilcileri, vergiye onay verme gücünü elinden kaçırdığı için, krallar uzun süre meclisi toplamak zorunda kalmamıştı. Örneğin Devrim öncesi (1789) toplanan Etats Généraux, 1614’ten o güne dek toplanmamıştı!
Her neyse, söylemek istediğim, temsil-yasama ilişkilerinin temelinde ‘vergi’ meselesi var. Son derece hayati ve yurttaşlık haklarının temelinde yatan bir konudur vergi.
Kuşkusuz demokratik sistemleri kastediyorum. Faşist siyasal sistemlerde ‘devletin kendisi’ başlı başına bir amaç. Malumunuz, “Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında ve başka bir şey için değil.” (B. Mussolini)
Oysa klasik burjuva demokrasilerinde ki bugün hemen hepsi ‘sosyal demokrasi’ niteliğine sahip, burjuvazinin yönetim aracı olan (kuşkusuz, yalnızca baskı kurmak dışında işlevlerle de donatılmış) devlet, yurttaş ile ilişkisini vergi-ödev-hizmet bağlamında kuruyor. Bizler vergi ödemezsek yurttaşı olduğumuz devlet, devlet işlevlerini ve tabii bize karşı başlıca yükümlülüklerinden olan ‘kamu hizmetini’ yerine getiremez.
Haklarımız ve ödevlerimiz, var olabilmesi için vergi ödediğimiz devlet ile kurduğumuz ilişkinin biçimleridir. Örneğin üçüncü sınıf ABD filmlerinde, polis tarafından üstü aranan eğitimsiz bir yurttaşın, “Hey, ben vergisini ödeyen bir yurttaşım dostum,” deyişi, asgari yurttaşlık bilinciyle açıklanabilecek bir refleks.
Demek ki vergi ve vergilerin nasıl harcanacağını söyleyen bütçeler, devletle kurduğumuz ilişkinin çimentosu.
Bizler, örneğin bir genel müdürlük ile öpüşemeyiz, sohbet edemeyiz, ona dert anlatamayız, oturup çay kahve içemeyiz… O müdürlüğün ve diğerlerinin bizim vergilerimizle var olabildiğini bilir ve yalnızca yurttaşlık ilişkisi kurabiliriz.
Devleti yönetenlerden, kamu kurumlarının başında olanlardan vs. herhangi biriyle ömür boyu karşılaşmasam eksikliğini hissetmem, kendileriyle bir bardak çay içmeyi istemem. Tahmin ediyorum onların da benimle çay içme hevesi yoktur. Buna mukabil, onlarla aramdaki en somut ilişki, vergi. Sahip oldukları her şeye ama her şeye, bizlerin alın teri sayesinde sahip oluyorlar. Yaşamlarımızda başkaca bir yerleri yok.
Hal böyleyken AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, vergilerin nereye harcandığına dair sorulara ilişkin verdiği “…bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” ifadesi, yüzlerce yıllık ‘ana kabulün’ çöpe atılması anlamına geliyor. Hesabı verilmeye gerek duyulmayan vergiler, bizim devletle ilişkimizin temelinde, oysa ki.
Sabah akşam yeni anayasa konuşmak yerine, muhalefet partilerinin herkese bir insan ve yurttaş olduklarını hatırlatmaları çok daha anlamlı sonuçlar verebilir. Halihazırda, devleti yönetenlerin, kendileriyle başlıca kurumsal bağımız olan vergilerimizin nereye harcandığına dair hesap vermeyi dahi reddettikleri, Magna Carta’yı arar hale geldiğimiz koşullardayız.
Kişisel olarak, devleti temsil edenlerin ‘monarşik’ eğilimlerinin, ‘cumhurî’ niteliklerine ağır bastığı kanısındayım. Anayasa metninde değil, ancak anayasal düzen anlamında 1870’lere dönmüş gibiyiz. Söylemek istediğimi diğer yazılarda anlatmaya çalışacağım.
Demokratik bir ‘anayasal düzenin’ yolu, anayasasına sahip çıkacak bilince sahip insandan, o insanın doğumu için bıkıp usanmadan emek harcamaktan geçiyor. Yeni ve yeni ve yeni ve yeni ve yeni ve yeni anayasalar yapmaktan değil…
Kitap önerisi: Yukarıda anlattığım konuya dair bana kalırsa Türkçe’deki en iyi çalışmalardan biri, Murat Sarıca’nın unutulmaya yüz tutmuş, alanımızda çalışanların dahi ilgi alanının dışında kalmış eseridir: Fransa ve İngiltere’de Emredici Vekâletten Yeni Temsil Anlayışına Geçiş. Bu kitaba ilişkin iki yazı kaleme almıştım. İlkini ve ikincisini buraya bırakıyorum.
Anayasa tartışmalarını ‘anayasa metinlerine’ indirgemenin ne denli hatalı bir tutum olduğuna ilişkin yazıların ikincisinde, ‘vergi-temsil’ ilişkisi üzerinde durmuştum.
Üçüncü yazıyla devam…
“Bir anayasa nasıl yapılır?” sorusunun yanıtı uzun ve çetrefil. Birden fazla, farklı düzeylerde ele alınabilecek yanıt söz konusu. Çok sayıda deneyimin, bizlere rehberlik edebilecek bazı ortak noktaları var kuşkusuz ve sanırım artık keşfedilecek fazlaca yol yöntem kalmadığı gibi, aslına bakılırsa Türkiye, kıtaları bir kez daha arayıp bulmaya gerek duymayacak ölçüde zengin tarihsel deneyime sahip.
Öncelikle, dillendirilmesi çok zevkli olup tarihsel anlamı ve değeri, çoğu zaman dillendirenlerin hayaliyle uyuşmayan bir kavram olan ‘toplum sözleşmesi’ ifadesi hakkında temkinli olmayı öneriyorum! Anayasaların birer ‘sözleşme’ olduğu iddiasının tarihsel kaynağı 17-18’inci yüzyıl burjuva düşünürlerinin, çıkarlarını korudukları sınıfın ‘yönetme’ isteğine uygun gerekçe bulma çabasıydı.
Türkçesi, burjuvazinin, hükümdarlar ve onları temsil eden eski rejim kalıntılarına karşı mücadelesinde ihtiyaç duyduğu bir ideolojik kılıftı. Yoksa, toplumu oluşturan fertlerin birlikte yaşamanın kuralları üzerinde ittifak kurarak imzaladıkları bir sözleşme vs. yok ortada. Hatta, toplumu oluşturan çoğu uyruğun habersiz olduğu bir sözleşme bu!
Dolayısıyla “Bir toplumsal sözleşme gerekli” diyenler, tarihsel açıdan fazla değeri olmayan, iyi niyetli ve aynı zamanda romantik bir ifade sarf etmiş oluyorlar aslında. Eninde sonunda tüm anayasalar, yürürlükteki en eski ve prestijli anayasa olan ABD Anayasası dahil olmak üzere, sınıf mücadelesinin bir sonucu.
O mücadeleyi veren sınıflar, farklı aidiyetlere sahip (etnik, dini, cinsiyet vs…) insanlardan oluşur kuşkusuz ve her birinin sahip olduğu nitelik, kendi mücadelesine özgün rengini katar. Haliyle sözünü ettiğim, katır kutur bir sınıf hakimiyeti değil. Malum, sınıflar da kendi içlerinde ‘benzemez’ insanlardan oluşuyor!
Anayasalar, söz konusu mücadelenin o an vardığı yerin belgesi. Bir dengeyi yansıtıyor; daha doğrusu yansıtması bekleniyor. Dengenin bulunmasında irili ufaklı her siyasal-toplumsal gücün payı var. Geçiciliği ya da kalıcılığı, kısacası ‘ömrü,’ çekişen güçler arasında daha baskın olanın ideolojisi ve öngörüsüne de bağlı. Metinlerin ömür süresinde, yıllar içinde nasıl ‘uygulandığı’ ve ‘yorumlandığının’ büyük payı olduğunu hatırlatma gereği duymuyorum!
Bana kalırsa, yapım aşamasında (asıl olarak ‘kişiler’ için söz konusu olabilecek!) bazı değerlerin varlığı da gerekli. Örneğin yetenek, örneğin sağduyu, örneğin vicdan, örneğin iyi niyet, örneğin ahlak…
Hiç kimsenin anasının karnından bu değerler ile çıkmayacağını, her birinin ‘koşulların’ yani ‘toplumsallaşmanın’ ürünü olduğunu kabul edebiliriz. Demek ki yalnızca siyasal değil, toplumsal-kültürel koşullardan tümüyle bağımsız bir anayasa değerlendirmesi yapmak da mümkün değil. Anayasal ilkelerin hem oluşum, hem de uygulanma/yorum aşamalarında.
Bu yüzden bir anayasa tartışması, anayasaların doğduğu ve yorumlandığı toprağın nitelikleri hesaba katılmadan yapılamaz. Anayasalar bir ‘yerden’ çıkar ve o ‘yer’ üzerinde etki yapmaya başlar. Olumlu (örneğin 1961) ya da olumsuz (örneğin 1982) anlamda dönüştürür. Siyaseti, insanı, kurumları…
Biraz daha daraltayım konuyu ve yazının başlığına geleyim:
Örneğin ‘anadilde eğitimin’ bir ‘anayasal hak’ olarak kabul edilmesi için, anadilde eğitimin hak olduğu kanaatine sahip (ya da karşı çıkma gereği duymayan!) yurttaş ‘çoğunluğu’ ile, o çoğunluğun ne düşündüğünü ve talep ettiğini kavrayabilecek siyaset erbabı gerekli. Tabii kendisini hitabetin cazibesine, kolaycılığına kaptırmamış, yurttaşı dönüştürme güç ve iradesine sahip, Türkiye’de pek nadir görülen siyasetçi tipinden söz ediyorum.
Bir ses yarışmasında ‘Kürtçe ninni’ söylemek isteyen bir yarışmacıya tanık olduk. Yalnızca bir dakikalık bir görüntü. O bir dakika, Kürt sorunu ve yeni anayasa konularının ‘içeriğine’ dair, günlerce konuşsak anlatması güç veri sunuyor bizlere.
Yarışmacı, ‘Acun abi’ye, annesinin bir sitemi olduğunu söyleyerek başlıyor söze. Annesi tek kelime Türkçe bilmeyen bir Kürt kadınıymış ve oğluna, Kürtçe bir şarkı söylemesi konusunda ısrar ediyormuş. Ardından ‘izin’ faslı başlıyor. Diyor ki yarışmacı: “İzniniz varsa eğer, küçücük bir, küçücük; ben bebekken kulağıma fısıldadığı bir ninni vardı annemin gönlünü almak için, küçücük, yirmi saniyelik bir ninni okumak istiyorum.” Acun abi, “Tamam” deyiveriyor. Yarışmacı çok güzel okuyor ninniyi ve seyirciden büyük alkış alıyor.
Yarışmacı, izni yayın akışına aykırı bir iş yaptığı için alıyor ilkin. İznin bu kısmı ‘gerekli’ aşama. Fakat izin alma şekli, hal ve tavrı, tercih ettiği sözcüklerin altını birkaç kez çizmesi ve yapmak istediği şeyin ‘birlik ve beraberliğe’ hiçbir biçimde zarar vermeyeceğini hissettirme çabası, ibretlik.
Öncelikle, yarışmacıya yönelik tepkileri büyük ölçüde haksız ve ayıp bulduğumu söylemeliyim. Herkese mütemadiyen cesaret telkin eden ve lafzını pek sevdiği o cesaretin kırıntısını sergileme niyetinde olmayan, kazara sergileyenlerin başına gelenlere seyirci kalan, yaralı parmağa işememeye niyetli çok bilmişlerin toprağıdır bizim memleket.
Yarışmacının bir tepkiyle karşılaşacağını hesap etmesi, bu ihtimali düşünmesi son derece doğal. Karşısında oturan jüri üyelerinden biri, kendi programında “Çocuklar ölmesin” diyen kadın öğretmeni alkışladığı için, aylarca ortalıkta dolaşıp özür dilemek zorunda kalmıştı. Devlet ve kamuoyu şiddetine, o şiddet sözde ve tavırda dahi olsa dayanmak, öyle kolay iş değil.
Ancak söz konusu anlaşılabilir, hak verilebilir tutum, durumun vahametini ortadan kaldırmıyor ne yazık ki!
Uzatacak, anadil yasakları üzerine herkesin az çok bildiği tarihi yeniden anlatacak halim yok. ‘Vatandaş Türkçe konuş’tan ‘Dağ Türkleri karda yürürken kart kurt’a ve ‘şerefsiz Ahmet’e’ oradan, tutanaklarda yer alan ‘bilinmeyen bir dile’ yolculuk. Ya da, ‘Kürtler isyan etti’den, ‘Turgut Özal da Kürt idi’ye… Aynı maceranın aşamaları.
2020 yılında bir yurttaş, anasının dilinde ninni söylemek için böyle davranmak gerektiğini düşünüyor. Koşullarımız, el birliğiyle yarattığımız koşullarımız, başka türlü davranabilme seçeneği sunmuyor çünkü.
İzin almak zorunda, ‘bilinen dilin’ temsilcilerinden. O izni aldığı sürece sorun yok. İzni veren, makamından hoşnut ve gönlü zengin. İyilik isteyeni eli boş göndermek olmaz.
O ‘yirmi saniye’yi seyredip yerin dibine geçmeyenlerin ‘çoğunluğu’ oluşturduğu bir toplumun, daha demokratik bir anayasa/hukuk sistemine sahip olabileceğini iddia etmesi, zırvadır.
Tüm anayasa tartışmalarına bu gözle bakmanızı öneririm.