Baran Güzel, edebiyat okurlarının yakından tanıdığı bir isim. Güzel, bugüne dek sahnenin arkasında yer alan bir edebiyat emekçisiyken gün geldi ve ‘Her Kötü Geceden Sonra’ ile okura bu kez farklı bir tonda ‘merhaba’ dedi. Türkiye’de kültürel ve politik anlamda derin kimliksel dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde ilk gençliğini yaşayan yazar, kendi kuşağının her halini kağıda döküyor. ‘Her Kötü Geceden Sonra’, apolitik, çaresiz ve bir o kadar vurdumduymaz karakterleriyle geride bıraktığımız son yirmi yılın bir kuşak üzerinde yarattığı tahribatın estetikle buluştuğu noktaya tekabul ediyor.
Baran Güzel, olabildiğince kendi dilini yarattığı bu öykülerde, edebiyatın birçok imkanını kullanmaya da niyetleniyor. Yer yer gerçeküstü ögelerle süslenen anlatım en nihayetinde gece yarısı bir pilavcıda son buluyor!

Ben bildiğim, gördüğüm şeyi yazabiliyorum. Şimdilik yeteneğim ancak bu kadarıyla sınırlı. İşe gidip gelirken, yürüyüş yaparken, vapurda korkuluklara yaslanıp denize bakarken kulaklık takmıyorum. Çevremde olup biten her şeyi duymaya, görmeye çalışıyorum Twitter’da çok fazla vakit geçiyorum. İnsanların orada dertlerini, sevinçlerini nasıl anlattığını görüyorum. Oradaki herkesin gerçek hayatta olduğundan daha komik, daha depresif, daha devrimci, daha milliyetçi olduğunu fark ediyorum. Arkadaşlarımı gözlemliyorum. Ailemi gözlemliyorum. Sonra kendimi, çevremle olan ilişkimi düşünüyorum. Demirtaş’ın hâlâ cezaevinde oluşunu, babamın ölümünü, iki küçük kardeşimi, abimi, eski sevgililerimi, giderek apolitikleştiğimizi, dünyanın göründüğünden çok daha berbat bir yer olduğunu, aynada gördüğümüz kişinin hissettiğimizden çok daha bir berbat bir insan olduğunu düşünüyorum. 26 yaşındayım, sanırım Z kuşağına dahil oluyorum. Bana kalırsa boktan bir kuşak bu. Hiçbir şeye müdahale etmeyen, her şeyi izlemekle yetinen, bıkkın, boş vermiş, ev sahibi olma umudu elinden alınmış bir kuşak. Bu öyküleri yazarken kafamda dönüp duran şeyler bunlardı.
Bana kalırsa tüm edebi metinlerde yazarların hayatlarına dair izler görmek mümkün. Özellikle ilk kitaplarda çok sık rastlanan bir şey galiba bu. Beni tanıyanların hepsi, hem babamla ilgili olan öykülerde hem de diğerlerinde bana dair izler bulabilir ancak hiçbir şeyi kendi yaşadığım gibi yazmadım. Yazamazdım da zaten. Çünkü kendi yaşadıklarım o kadar da ilginç gelmiyor bana. Babamın ölümü bir çeşit kırılmaydı benim için. O günden sonra hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Bir dayanağımı kaybettiğim yetmiyormuş gibi birden bire kendimi bir dayanak olarak bulmuştum. Anneme ve kardeşlerime dayanak. Biraz klişe gelecek belki ama acıdan yazarak kurtulabileceğimi sanıyordum. Acıdan kurtarmaya yetmedi ama beni o acıyla yaşamaya alıştırdı diyebilirim.
Diyarbakırlıyım, Kürt’üm. Bize baba ile çatışılmayacağı, ona koşulsuz şartsız iman etmek gerektiği öğretildi. Büyürken tanıdığım bütün arkadaşlarımın, kuzenlerimin (60’a yakın kuzenim var) babaları, sert, otoriter insanlardı. Benimki öyle değildi. Evde iktidar hep annemmiş gibi geliyordu bana. Onun sözü geçiyordu sanki daha çok. Güzel bir ilişkimiz vardı. Seçimlerime her zaman saygı duydu. Beni sadece kitap okumam için zorladı. Ondan almak istediğim bir intikam yok. Çözülmemiş bir meselemiz yok. Dayatmasız, bir şeyi iki kere istemeyen bir adamdı. Onu güzel anlatmak istedim.
Ben hızlı yürüyen biriyim. Yemeği de hızlı yerim, sigarayı hızlı içerdim. Yani genel olarak bir hız durumu var hayatımda. Sabırsızlıktan mıdır, gerginlikten midir çözebilmiş değilim. Hayatıma sirayet eden bu hız meselesinin öykülerime de yansıdığını düşünüyorum. Bu benim yıllardır kafamda dönüp duran, üzerinde çalıştığım bir şey. Gerekli olmadıkça mekânı, eşyayı, karakterin dış görünüşünü anlatmamak. Tasvir hiç kullanmadığım bir şey değil ama olabildiğince az ayrıntılı yapmaya çalışıyorum. Okumayı yavaşlatıyor sanki. Ne anlatmak istediğimi çok iyi bildiğim zaman başlıyorum yazmaya. Ne anlatmak istediğimi çok iyi bildiğim zaman da bir tek onu anlatmak istiyorum. Zaten öykü yazan herkesin üç aşağı beş yukarı yapmaya çalıştığı bir şeydir bu. Karakter hareket etsin, bir yerden bir yere gitsin istiyorum. Okur duraklarla karşılaşmasın. Olayların ne tür bir yerde geçtiğini “üç aşağı beş yukarı” bilmek yeterli gibi geliyor bana.
Bence bir yazarın aynı zamanda editör olmasının dezavantajı, kendi metnine karşı insafsız oluşu. Ben rahatlıkla ve hızlı yazabilen biri değilim. Kitaptaki her öykünün yazımı birkaç ay sürmüştür galiba. Bunun bir sebebi tembelliğimse, bir sebebi de editörlüğün getirdiği mükemmeliyetçi olma dürtüsü. Bu cümleyi yazar yazmaz kendimi bir züppe gibi hissettim ama durum bu ne yazık ki. Hata görmeye, eleştirel düşünmeye o kadar alışmışım ki, yazdığım her cümleden sonra, daha iyisini yapabilirim, demekten alıkoyamıyorum kendimi. Yani editör olmak bir yazar için avantajlı bir dezavantaj. Her yazarın önce kendisinin editörü olması gerektiğine inanıyorum.

Lise yıllarımda fantastik, bilimkurgu, korku türlerinde denemeler yapıyordum. Tamamı başarısız, vasat altı olan onlarca öykü kaleme almışımdır. Bunlar şimdi baktığımda o kadar çiğ, o kadar aptalca geliyor ki. Hayatın hiçbir yerine dokunmayan, gerçekle temas etmeyen, özensiz bir dille yazılmış metinler. Ama o kötü denemeler zamanla gerçekle fantastiğin birbiriyle uyum içinde akmaya başladığı öykülere evrilmeye başladı. İlk kitabımın kendimle ve yaşadığım zamanla ilgili olmasını istiyordum. Ama yaşadıklarım o kadar gerçekti ki birine anlattığımda klişeye dönüşüyordu sanki. Ben gerçeküstü unsurları, anlatmak istediğim hikâyenin gerçekliğini artırmak için kullanıyorum galiba.
Öyküler yazmaya devam edeceğim. Bir de üzerinde çalıştığım bir roman var şimdi. Adana’da, Kürtlerin ve Arapların yoğun olarak yaşadığı bir mahallede geçen, fantastik bir hikâye. Umarım bitirmeyi becerebilirim.
Kaynak: DUVAR
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()