16.-18. yüzyıllar civarında, feodalizmden kapitalizme geçisin cefasını çeken Avrupa kıtasının krizleri içinde yaşayan ve ‘sözleşme kuramcıları‘ olarak bilinen düşünürler vardı. İngiltere’de Thomas Hobbes (Hobs) ve John Locke (Lok), Fransa’da J. Jacques Rousseau (Ruso) gibi. Birkaç yüzyıl önce ortaya çıkıp hızla gelişmiş ve yönetime talip yeni bir sınıf olan burjuvazinin gelişim aşamalarının düşünürleri. Düşünürler, ülkelerinin koşulları ve burjuvazinin o anki gücü/konumuyla paralel bir ‘toplum sözleşmesi‘ tarif ediyorlardı.

Malum, ‘sözleşme‘ ticaret yapan insanların en sevdiği ve ciddiye aldığı belgedir, nitekim burjuvazi birkaç yüzyıl içindeki her kazanımını sözleşme hükmü haline getirdi ve anayasa diye bildiğimiz metinlerin maddeleri de, orada sayılan hak ve özgürlükler de, yıllar içinde yapılan o sözleşmelerin bir araya getirilmiş hali. 19. yüzyılla birlikte işçi sınıfı da sözleşmeye katılmaya talip oldu ki, onların kazanımlarını da ‘sosyal haklar‘ adıyla biliyoruz.

İşte toplum sözleşmeci düşünürlerin, o sözleşmeler yapılmadan önce tasvir ettikleri bir ‘doğa durumu‘ vardı. Öyle ya, siyasal-toplumsal sözleşmeden önce var olan insanlık durumunu, o durumda kimin nasıl yaşadığını betimleyeceksiniz ki insanların neden bir araya gelip bir sözleşme yapmak gereksinimi duyduğu da anlaşılabilsin. Her birinin doğa durumu tanımı birbirinden belli ölçülerde farklıydı. Örneğin biri (Hobbes) bedensel ve zihinsel bakımdan eşit yaratılmış insanların doğa durumunda birbiriyle savaştığını ve herkesin diğerinden çekinip korktuğunu söylerken; diğeri (Locke) aynı kavramla, insanların doğanın nimetlerinden eşitçe yararlanıp bir barış ve özgürlük ortamında yaşadığı, herkesin yargılama-cezalandırma hakkına da sahip olduğu bir durumu betimliyordu.

Fransız Devrimi’nden 11 yıl önce ölen ve egemenlik kuramıyla  yalnızca Fransız değil Türk devrimcileri de etkileyen Rousseau’nun doğa durumu ise, uygarlık halinden iyi, yasa ve geleneklerden habersiz insanların birbirine mesafeli yaşadığı, sömürünün ve mülkiyetin olmadığı bir dünya tasviri. Ona göre eşitsizlik, ‘toplum‘ durumuna geçildiğinde doğmuştu.

Düşünürlerin doğa durumu tahayyülleri ve sözleşme yapma gerekçeleri farklıydı farklı olmasına, ancak ortak özellikleri, nihayetinde herkesin kendi doğa durumundan (şu ya da bu gerekçeyle) çıkarak siyasal topluma ulaşmayı istemiş ve farklı içeriklerde ‘sözleşmeler‘ yapmış olmasıydı. İsteyerek ya da zorunluluktan sözleşmeye katılan doğa durumu ahalisi, elbette bazı fedakârlıklar yaparak kabul ediyordu yeni durumu. Burjuvaziden söz ettiğimize göre, sözleşme ile asıl korunmak istenenin ‘mülkiyet‘ olduğunu hatırlatmaya gerek yok sanırım. Bakın, hâlihazırdaki anayasamızda da ‘mülkiyet hakkı‘ ‘kişi hakları‘ içinde yer alır (md.35) ve bu, Allah’ın bir hikmeti değil, anayasalar/sözleşmeler devrinin sonucu, mirasıdır.

Anayasalar yaygın biçimde ‘toplum sözleşmesi‘ olarak adlandırılıyor. ‘Sözleşme‘ terimi, burjuvazinin tarihsel evriminden kaynaklanıyor. Günümüzde, toplumun az çok mutabakat sağladığı ilke ve kurallar bütünü olarak biliniyor ki, yanlış değil kuşkusuz. Yapım aşamasında olmasa da uygulamada, toplumların ortalaması tarafından hiçbir biçimde benimsenmeyen bir sözleşmeyi/anayasayı uzun süre yaşatabilmek pek mümkün değil.

Bunca gevezeliğin nedeni şu: Bir gün yeniden sözleşme üzerine konuşulacaksa eğer, teşbihte hata olmaz, öncelikle kendi ‘doğa durumumuzu‘ tanımlamak zorundayız. Ne haldeyiz, neden bu haldeyiz, ne istiyoruz ve nasıl yapacağız? Her şeyden önce, ‘biz‘ kimiz, ‘biz‘ diye bir olgu var mı? Var olduğunu düşünelim şimdilik. Hâlihazırdaki, anayasayı ‘askıya alma‘ durumuna da ‘doğa durumu‘ diyelim isterseniz.

Yalnızca anayasayı askıya almaktan söz etmiyorum tabii, bir insan kalabalığını toplum haline getirebilecek her değer, her iyilik, birliktelik duygusu yaratma ihtimali olan her siyasal-ahlaki unsur askıya alınmış durumda Türkiye’de. Hatta, nadiren hatırladığımız ‘neşe ve sevinç‘ duyguları dahil. Bizim doğa durumumuz, asık yüzlü, nemrut, korkuyla yaşanan bir doğa durumu. Bu durum bir yanıyla eziyetli, diğer yandan yeni sözleşmeler için gerekli koşulları da sağlıyor. Şu ya da bu gerekçeyle, böyle yaşamak istemiyor çünkü çoğu insan. Bu asık yüzlü ‘doğa durumundan‘ bir ‘sözleşmeye‘ varabilmek için ne istediğimizi, hangi ödünleri vereceğimizi, yapacağımız fedakârlıklar karşılığında ne kazanabileceğimizi düşünelim.

Türkiye, neredeyse tüm siyasal-sosyal-insanî değerlerinin hırpalandığı bir dönemeçte, eğer kendi doğa durumundan eşitlikçi bir topluma evrilecekse, bir başka deyişle, herkesin eteğindeki taşları korkusuzca dökeceği gün gelecek ve bir arada yaşamanın yolları aranıp bulunacaksa, öncelikle AKP öncesi de dahil nicedir sıkışıp kaldığımız koşulların pek matah olmadığının kabulü gerekiyor.

Türkiye AKP’den önce ‘de‘ demokratik bir sistem ve zihniyetle yönetilmiyordu. Bazen çevremde “sonuç olarak sizi bunlar atmadı mı?” diyenler oluyor; doğru, ancak benim hocam ve onun hocası da üniversiten atılırken, kimi muhalif akademisyenler cezaevinde ömür tüketip işkence görürken ve memlekette daha nice melanet yaşanırken, AKP henüz portakalda vitamin dahi değildi. AKP’nin özgünlüğü, gelenekte kötü olan her ne varsa, büyük beceriyle onun daha da kötüleşmesine neden olması ve Cumhuriyet’in olumlu kazanımlarını da yerle yeksan etmesi. Örneğin nitelikli bürokrasiyi, yerleşik yönetim usullerini ve kör topal da olsa sürdürülebilen müzakere geleneğini.

AKP sonrasında aynı sistem farklı isimlerle mi devam etsin, yoksa hiç kimsenin tam tatmin olmadığı, buna mukabil herkesi az çok memnun eden bir ‘sözleşme’ mi yapılsın?‘ sorusuna verilecek yanıt, çoluk çocuğumuzun da Cumhuriyet’in de kaderini belirleyecek. Aslında hiç var olmamış asude bir geçmişin hayaliyle ‘dönülecek‘ bir toplumsal düzen yok. AKP’li yıllar, tarihte, kapandığı yerde cümleye kaldığımız yerden devam edeceğimiz bir ‘parantez‘ değil, uzun soluklu maceranın bir faslı. Yeni bir şeyler söylemek, ancak bu toprağın birikiminden, deneyimlerinden ve zenginliğinden yararlanarak mümkün olabilir. Hiçbir kazanımın ve hesaplaşılmamış hiçbir günahın varlığı göz ardı edilmeden.

HDP’liler geçen hafta bir ‘tutum belgesi‘ açıkladı. Hemen herkesin olumlu karşıladığı bir metin oldu bu. ‘Olağandışı koşullarda‘ genele seslenen öneriler sunmak, daha anlamlı/işlevsel kabul edilmeli. Kemal Can’ın 29 Eylül tarihli Duvar yazısındaki (HDP’nin tutum belgesi)  “…muhalefet cephesindeki alan genişletme çabalarında kimseye fazla haksızlık etmemek lazım. İktidarın ‘mesafe ayarıyla‘ sıkıştırmaya çalıştığı muhalefet, bu konuda ‘makul bir zemine‘ artık daha yakın. Birbirlerine uzaklığı teyit ederek değil yakınlığın şartlarını netleştirerek ilerlemenin mümkün olduğu gösterilmiş oldu,” saptamasına katılıyorum ve HDP’nin ‘yeterli‘ ve ‘diğer muhalefet partilerini rahatlatan‘ bir tutum belgesi sunduğu kanısındayım.

Tek tek maddelere değinmeme gerek yok, okumayan kalmamıştır. Gençler, kadınlar, iklim krizi, çocuklar, emekçi hakları, anayasa vs. Kürt sorununda her zaman olduğu gibi ‘müzakereye‘ vurgu yapılırken, TBMM’nin etkisiz hale getirilmesinin altı özenle çiziliyor. 2017’de kabul edilen gerçek üstü hükümet sisteminin belki tek bir hayrı dokundu ülkeye ve parlamentonun değeri, 1982 Anayasası döneminde hiç olmadığı kadar anlaşıldı. ‘Parlamenter müzakere‘ denilenin, toplumun bilgilendirilmesi anlamına geldiğini unutmayalım. Umalım ki, önümüzdeki yıllarda ‘koalisyon hükümetlerinin‘ değeri de anlaşılır ve ‘tek parti iktidarı istikrardır‘ zırvası son bulur.

HDP’nin önemli vurgusu, güçlü yerel yönetimlere ilişkin kuşkusuz. Konuya devam edeceğim için, şimdilik başlıktaki soruyu yineleyeceğim: Nasıl yönetilmek istiyoruz? Hiç parlak olmayan ‘doğa‘ durumumuzdan ‘siyasal‘ topluma geçiş sürecinde, nasıl bir yönetim sistemi kurmalıyız? Milyonlarca yurttaş, yalnızca belli aralıklarla sandığa gidip hemen hiç tanımadığı insanlara oy verme yeteneğine mi sahip? Elimizden başka bir şey gelmez mi, halimiz bu denli vahim mi? Yoksa, her düzeyde yönetime katılıp eşit ve irade sahibi yurttaşlar mı olmalıyız? Hak ettiğimiz nedir? Bir HDP’li “Allah bir” dediğinde tüyleri diken diken olanlar, ömürlerini kendilerine hiçbir şey sorulmadan ve iktidarlarca ciddiye alınmadan geçirdikleri, seçimden seçime hatırlandıkları için mutlu mu hakikaten? “Ali gitsin Veli gelsin, bu bize yeter” mi diyorlar? Sanmıyorum.

İklim krizi notu:

İklim aktivisti Greta Thunberg’in şu nefis konuşmasını dinleyip okumanızı öneririm. Açık Radyo sayfasından buraya bırakıyorum. https://acikradyo.com.tr/editorden/greta-thunberg-dunya-liderlerinin-iklim-vaatlerini-sorguladi-30-yildir-falanlar-filanlar

Kaynak: DİKEN
  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…