Arundhati Roy: Hindistan’da yaşananların internet faşizminin sıradan bir versiyonuyla hiçbir ilgisi yoktur. Durum ciddi. Nazi olduk. Sadece liderlerimiz değil, sadece televizyon kanallarımız ve gazetelerimiz değil, toplumun geniş kesimleri de.

Almancadan çeviren: Cengiz ONUR

Bu yazı, Charles Veillon Vakfı tarafından 12 Eylül 2023 tarihinde yazar Arundhati Roy’averilen Avrupa Makale Ödülü vesilesiyle Arundhati Roy tarafından yapılan konuşmasının tercümesidir.

Hintli yazar Arundhati Roy aynı zamanda senarist, siyasi aktivist ve küreselleşme eleştirmenidir. Küçük Şeylerin Tanrısı romanının yanı sıra, birçok siyasi kitap ve çok sayıda makale yazmıştır. İkinci romanı The Ministry of Utmost Happiness 2017 yılında yayımlanmıştır.

Konuşmanın ingilizce orjinal metnine bu internet sayfasından ulaşılabilir.

https://portside.org/2023-09-21/arundhati-roy-dismantling-democracy-india-will-affect-whole-world

Almanca çevirisi ise Almanya´daki “Blätter für deutsche und internationale Politik”adlı derginin Kasım 2023 sayısında yayımlanmış.

https://www.blaetter.de/ausgabe/2023/november/wir-sind-zu-nazis-geworden

Charles Veillon Vakfı’na bana 2023 Avrupa Deneme Ödülü’nü verdiği için teşekkür ederim. Belki bu ödülü aldığım için ne kadar sevinçli olduğumu hemen fark etmeyebilirsiniz. Belki de başka birisinin başına gelen dertten dolayı da seviniyor olabilirim. Beni en çok mutlu eden şey, bunun bir edebiyat ödülü olması. Barış için değil. Kültür ya da kültürel özgürlük için değil, edebiyat için. Yazmak için. Kaleme aldığım makale türleri için, şimdi yazdığım ve son 25 yıl yazdıklarım için. Bu yazılar, Hindistan’ın, her ne kadar bazıları bunu bir yükseliş olarak görse de, adım adım önce çoğunluğun tiranlığına, ardından da tam gelişmiş faşizme doğru düşüşünü belgelediler. Evet, Hindistan’da hâlâ seçimler yapılıyor ve iktidardaki Bhartiya Janata Partisi (BJP) güvenilir bir taban sağlamak için yorulmadan 1,4 milyarlık nüfusa Hindu üstünlüğü mesajını yayıyor. Bu nedenle seçimler cinayetlerin, linçlerin ve bilinçaltı ırkçılığın en yoğun yaşandığı dönemdir; bu dönem Hindistan’daki azınlıklar, özellikle de Müslümanlar ve Hıristiyanlar için en tehlikeli dönemdir.

Artık sadece liderlerimizden değil, nüfusun tüm bir kesiminden korkmak zorundayız. Kötülüğün sıradanlaşması, kötülüğün normalleşmesi artık sokaklarımızda, sınıflarımızda, kamuya açık pek çok yerde kendini gösteriyor. Ana akım medya, 24 saat yayın yapan yüzlerce haber kanalı, çoğunluğun faşist tiranlığı için kullanılıyor. Hindistan Anayasası fiilen askıya alınmıştır. Hindistan Ceza Kanunu şu anda yeniden yazılıyor. Mevcut rejim 2024’te çoğunluğu elde ederse, büyük olasılıkla yeni bir anayasaya da sahip olacağız. Ve Hindistan’da “sınırlandırma”, ABD’de “gerrymandering” olarak adlandırılan seçim bölgelerinin yeniden düzenlenmesi sürecinin gerçekleşmesi ve böylece Hintçe konuşulan ve BJP’nin tabanı olan kuzey Hindistan’daki eyaletlerin daha fazla milletvekili çıkarması büyük bir ihtimaldir. Bu durum güney eyaletlerinde büyük bir kırgınlığa yol açacaktır ve bu, Hindistan’ın balkanlaştırılması potansiyeline sahip olması demektir. Olamayacak bir seçim yenilgisi ihtimalinde bile, üstün olma düşüncenin zehri derinlere işlemiştir ve güçler ayrılığını denetlemesi gereken tüm kamu kurumlarını zayıflatmıştır. Zayıflamış ve hasar görmüş bir Yüksek Mahkeme dışında neredeyse geriye hiçbir şey kalmadı.

Bu çok prestijli ödül için ve çalışmalarımı takdir ettiğiniz için bir kez daha teşekkür etmeme izin verin – her ne kadar ömür boyu başarı ödülünün insanı yaşlı hissettirdiğini söylemem gerekse de. Muhtemelen öyle değilmişim gibi davranmayı bırakmam gerekecek. Bir bakıma, 25 yıldan beri yazdığım – gitmiş olduğumuz yöne karşı uyardığım – ancak hem liberaller ve hem de kendilerini “ilerici” olarak görenler tarafından dikkate alınmayan, aksine sıklıkla alay edilen ve eleştirilen yazılar için ödül almakta büyük bir ironi var. Ancak artık uyarıların zamanı geçti. Tarihin farklı bir evresindeyiz. Bir yazar olarak yazılarımın ülkemin yaşamında şu anda ortaya çıkmakta olan bu çok karanlık döneme tanıklık etmesini yalnızca umut edebilirim. Umarım benim gibi başkalarının da çalışmaları devam eder ve hepimizin olan biteni kabul etmediği ortaya çıkar.

“Yazan benliğimi kurtarmak için yazdım”

Bir makale yazarı olarak hayatım planlı değildi. Bu, bir anda oluverdi.

İlk kitabım 1997 yılında yayımlanan “Küçük Şeylerin Tanrısı” adlı romandı. Yayımlandığı sırada Hindistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlığını kazanmasının ellinci yıldönümüydü. Sekiz yıl önce Soğuk Savaş sona ermiş ve Sovyet komünizmi Afgan-Sovyet savaşının enkazına gömülmüştü. Bu, kapitalizmin tartışmasız galip olduğu ABD egemenliğindeki tek kutuplu dünyanın başlangıcıydı. Hindistan kendini ABD ile yeniden hizaladı ve pazarlarını şirketlerin sermayesine açtı. Özelleştirme ve yapısal düzenlemeler serbest piyasanın marşlarıydı. Yetişkinler masasında Hindistan yerini aldı. Fakat sonra 1998’de BJP liderliğindeki Hindu milliyetçisi bir hükümet iktidara geldi. Yaptığı ilk şey bir dizi nükleer deneme gerçekleştirmek oldu. Bu denemeler, yazarlar, sanatçılar ve gazeteciler de dahil olmak üzere çoğu insan tarafından sert, milliyetçi-şoven bir dille selamlandı. Kamusal söylemde uygun görülen şey aniden değişti.

Romanımla Booker Ödülü’nü yeni kazanmıştım ve istemeden de olsa bu saldırgan yeni Hindistan’ın kültür elçilerinden biri haline gelmiştim. Kendimi büyük dergilerin kapaklarında buldum. Eğer bir şey söylemezsem, insanların tüm bunları kabul ettiğimi varsayacağını biliyordum. O anda, susmanın da tavır almak kadar politik olduğunu anladım. Eğer konuşursam, bunun edebiyat dünyasının masal prensesi olarak kariyerimin sonu anlamına geleceğini anladım. Ama bundan da öte, inandığım şeyi yazmazsam – sonuçları ne olursa olsun – kendimin en büyük düşmanı olacağımı ve muhtemelen bir daha asla yazamayacağımı anladım. Bu yüzden yazarlık benliğimi kurtarmak için yazdım. İlk makalem, “Hayal Gücünün Sonu” („The End of Imagination”,), iki büyük yüksek tirajlı dergide, “Outlook” ve “Frontline”, aynı anda yayımlandı. Hemen ulus karşıtı bir hain olarak tanımlandım. Bu hakaretleri Booker Ödülü’nden daha az prestijli olmayan bir defne olarak gördüm. Böylece barajlar, nehirler, yerinden edilme, kast, madencilik, iç savaş hakkında uzun bir yazma yolculuğuna çıktım – bu yolculuk içgörülerimi derinleştirdi ve kurgu ve kurgu dışı eserlerimi artık çözülemeyecek şekilde birbirine bağladı.

Edebiyatın kırılgan ama yıkılmaz alanı

“Azadi özgürlük demektir” adlı kitabımda bu makalelerin dünyada nasıl yaşadığını anlatan makalelerin birinden kısa bir alıntı okuyacağım. Buna “Edebiyatın Dili” denir.

“Makaleler ilk yayınlandığında (önce yüksek tirajlı dergilerde, sonra internette ve en sonunda kitap olarak), en azından bazı çevrelerde, genellikle denemelerin siyasi içeriğine itiraz etmeyenler tarafından kaygı verici bir şüpheyle karşılandı. Metinler, genel olarak edebiyat olarak anlaşılan şeyle çelişiyordu. Bu metinlerin tam olarak ne olduğuna karar veremedikleri için özellikle sınıflandırma anlayışına sahip olanlar arasında kaygı verici şüphe anlaşılabilir bir tepkiydi: bildiri mi, polemik mi, akademik veya gazetecilik yazımı mı, seyahat günlüğü mü yoksa sadece edebi maceracılık mı? Bazılarına göre bu, yazmaktan sayılmıyordu: ‘Ah, neden yazmayı bıraktınız? Bir sonraki kitabınızı bekliyoruz.’  Diğerleri ise benim ‘kiralık yazar’ dan başka bir şey olmadığımı düşünmüştü. Bana her türlü teklif yapıldı: ‘Canım, barajlar hakkında yazdığın metne bayıldım. Benim için çocuk istismarı hakkında da bir şeyler yazabilir misin?’  (Bu gerçekten de oldu.) Nasıl yazmam, hangi konular hakkında yazmam ve nasıl bir üslup benimsemem gerektiği (çoğunlukla üst kasttan erkekler tarafından) bana sert bir şekilde anlatıldı.

Ancak başka yerlerde -bunlara alışılmışın dışındaki yerler diyelim- makaleler hızla diğer Hint dillerine çevrildi, bildiri olarak basıldı, ormanlarda ve nehir vadilerinde, saldırı altındaki köylerde, talebelerin yalanlardan bıktığı üniversite kampüslerinde ücretsiz olarak dağıtıldı. Çünkü cephede, yayılan ateşin kavurduğu okurlar, edebiyatın ne olduğu ya da ne olması gerektiği konusunda çok farklı bir fikre sahipti. Bundan bahsediyorum çünkü bu bana edebiyat alanının yazarlar ve okurlar tarafından yaratıldığını öğretti. Bir bakıma kırılgan ama yıkılmaz bir alan. Yok edildiğinde, onu yeniden yaratırız. Çünkü bir sığınağa ihtiyacımız var. İhtiyaç duyulan edebiyat fikrini çok seviyorum. Barınak sağlayan edebiyat. Her türlü barınak.”

Bugün Hindistan’da tamamı kurumsal reklamlara dayanan herhangi bir ana akım medya kuruluşunun böyle makaleler yayınlayacağı düşünülemez. Son 20 yılda serbest piyasa, faşizm ve sözde özgür basın el ele vererek Hindistan’ı hiçbir şekilde demokrasi olarak adlandırılamayacak bir yere getirdi.

“Hint ikiz kulelerine” yapılan saldırı

Bu yılın Ocak ayında yaşanan iki olay bunu muhtemelen başka hiçbir şeyin gösteremeyeceği bir şekilde gösterdi. BBC “Hindistan: Modi Sorunu” adlı iki bölümlük bir belgesel yayınladı ve birkaç gün sonra borsada aktiv açığa satış konusunda uzmanlaşmış Hindenburg Research adlı küçük bir Amerikan firması, Hindistan’ın en büyük şirketi olan Adani Group’un şok edici suiistimalleri hakkında ayrıntılı bir rapor yayınladı.

Bu iki yayın, Hint medyası tarafından “Hindistan İkiz Kuleleri”ne, yani Başbakan Narendra Modi’ye ve Hindistan’ın en büyük sanayicisi, yakın zamana kadar dünyanın üçüncü en zengin insanı olan Gautam Adani’ye yönelik bir saldırıdan başka bir şey değil olarak tanımlandı. Kendilerine yöneltilen suçlamalar hiç de hafife alınır değil. BBC filmi Modi’yi toplu katliamlarda suç ortaklığıyla ilişkilendiriyor. Hindenburg Raporu Adani’yi “şirket tarihinin en büyük dolandırıcılığı” ile suçluyor. 30 Ağustos’ta „Guardian“ ve „Financial Times“, Organize Suç ve Yolsuzluk Raporlama Projesi (Organized Crime and Corruption Reporting Project ) tarafından elde edilen ve Hindenburg raporunu daha da doğrulayan suçlayıcı belgelere dayanan makaleler yayınladı.

Hindistan soruşturma kurumları ve Hindistan medyasının çoğu bu tür soruşturmalar yürütecek ya da benzer makaleler yayınlayacak durumda değildir. Yabancı medya bunu yaparsa, mevcut sözde aşırı milliyetçilik atmosferinde, bunu Hindistan’ın egemenliğine bir saldırı olarak göstermek kolaydır.

BBC yapımı “Modi Sorusu” adlı filmin ilk bölümü, 2002 yılında Gujarat eyaletinde 59 Hindu hacının diri diri yakıldığı bir tren vagonunun yakılmasından Müslümanların sorumlu tutulmasının ardından yaşanan Müslüman karşıtı pogromu ele alıyor. Modi, katliamdan sadece birkaç ay önce eyaletin başbakanı olarak seçilmeden atanmıştı. Film sadece cinayetleri değil, aynı zamanda kurbanlardan bazılarının Hindistan’ın labirent gibi olan adalet sisteminde, adalete ve siyasi hesabın verilebilirliğine güvenerek ve umut ederek geçirdikleri 20 yıllık yolculuğu da anlatıyor. Film, Gulbarg Cemiyeti katliamı olarak bilinen ve özellikle on akrabasını kaybeden Imtiyaz Pathan’ın acıklı olan anlatımlarını da içeren, aralarında parçalanıp diri diri yakılan eski Milletvekili Ehsan Jaffri’nin de bulunduğu 60 kişinin nasıl bir çete tarafından öldürüldüğünü anlatan görgü tanıklarının ifadelerine yer veriyor. Jaffri, Modi’nin siyasi rakibiydi ve yakın zamanda yapılan son bir seçimde Modi’ye karşı aday olmuştu. Bu, Gujarat’ta birkaç gün içinde meydana gelen benzer korkunç katliamlardan sadece biriydi. Filmde yer almayan bu katliamlardan bir diğeri de 19 yaşındaki Bilkis Bano’nun toplu tecavüze uğraması ve aralarında üç yaşındaki kızının da bulunduğu 14 aile üyesinin öldürülmesidir.

Geçtiğimiz Ağustos ayında, Bağımsızlık Günü’nde, Modi ulusa hitaben yaptığı konuşmada kadın haklarının öneminden bahsederken, kendi hükümeti, üstelikte aynı gün, daha önce müebbet hapis cezasına çarptırılmış olan Bilkis ve ailesinin tecavüzcülerini ve katillerini affetti. Cezalarının çoğu zaten ertelenmişti. Ama artık özgür adam oldular. Hapishanenin çıkış kapısında çelenklerle karşılandılar ve artık toplumun saygı duyulan üyeleri haline geldiler; halka açık etkinliklerde BJP’li politikacılarla aynı sahneyi paylaşıyorlar. BBC filmi, Nisan 2022’de İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlatılan ve o zamana kadar kamuoyunca bilinmeyen bir iç raporu ortaya çıkardı. Bu araştırma raporunda “en az 2000” kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyordu. Araştırma, katliamı “etnik temizliğin tüm özelliklerini taşıyan”önceden planlanmış bir pogrom olarak tanımlıyordu. Güvenilir kaynaklar, polise olayların dışında kalması yönünde talimat verildiğini de belirtmiştir. Rapor açıkça Modi’yi suçlamaktadır. Gujarat’taki pogromun ardından ABD kendisine vize vermemişti. Modi bundan sonra art arda üç seçim kazandı ve 2014 yılına kadar Gujarat’ın başbakanı olarak kaldı. Aynı yıl başbakan olduğunda ABD vize yasağını kaldırdı.

Modi hükümeti BBC filmini yasakladı. Tüm sosyal medya platformları yasağa uyarak filme ilişkin tüm bağlantı ve referansları ağlarından kaldırdı. Filmin ilk yayınlanmasından birkaç hafta sonra BBC’nin Hindistan’daki ofisleri polis tarafından kuşatıldı ve vergi memurları binaya baskın düzenledi.

Gujarat “kalkınma” modelinin doğuşu

Hindenburg raporu ise Adani Grubunu “yüzsüz bir hisse senedi manipülasyonu ve muhasebe dolandırıcılığı planına” dahil olmakla suçluyor. Offshore paravan şirketler, grubun borsada işlem gören en önemli şirketlerine yapay olarak aşırı değer biçmek ve böylece yönetim kurulu başkanının net varlıklarını şişirmek için kullanıldı. Rapora göre, Adani’nin borsada işlem gören şirketlerinden yedisine yüzde 85’in üzerinde aşırı değer verildi. Modi ve Adani birbirlerini on yıllardır tanıyorlar. Dostlukları 2002’deki Gujarat pogromundan sonra güçlendi. O zamanlar, iş dünyası da dahil olmak üzere Hindistan’ın çoğu, intikam peşinde koşan kanunsuz bir Hindu çetesinin Müslümanlara yönelik dehşeti, açık katliamı ve toplu tecavüzünden sonra şoktaydı. Ancak Gautam Adani Modi’yi destekliyordu. Gujarat’ta küçük bir sanayici grubuyla birlikte yeni bir iş adamları platformu kurdu.

Bunlar Modi’yi eleştirenlere saldırıp, kendisinin Hindu Kalplerinin İmparatoru “Hindu Hriday Samrat” olarak yeni bir siyasi kariyere başlamasını desteklediler. Böylece, Gujarat “kalkınma” Modeli olarak bilinen şey doğdu: şirket dünyasından gelen önemli meblağlarla mali olarak desteklenen şiddet dolu bir Hindu milliyetçiliği. Gujarat’ta üç dönem başbakanlık yaptıktan sonra Modi 2014 yılında Hindistan Başbakanı seçildi. Delhi’deki göreve başlama törenine, gövdesinde Adani’nin adının yazılı olduğu özel bir jetle uçtu. Modi’nin görevde olduğu dokuz yıl içinde Adani dünyanın en zengin adamlarından biri haline geldi. Serveti 8 milyar dolardan 137 milyar dolara çıktı. Sadece 2022 yılında 72 milyar ABD doları kazanarak, dünya çapında kendisinden sonra gelen dokuz milyarderin toplam kazancından daha fazlasını elde etti. Adani Grubu, Hindistan’ın kargo trafiğinin yüzde 30’unu gerçekleştiren bir düzine limanı, Hindistan’ın hava yolcularının yüzde 23’ünü taşıyan yedi havalimanını ve Hindistan’ın tahılının yüzde 30’unu depolayan depoları kontrol ediyor. Kendisi ülkenin en büyük özel enerji üreticileri olan enerji santrallerinin sahibi ve işletmecisidir.

Gautam Adani kesinlikle dünyanın en zengin insanlarından biri, ancak seçim dönemlerinde BJP’nin icraatlarına bakarsanız, kendisinin sadece Hindistan’ın değil, belki de dünyanın en zengin siyasi partisi olduğunu görürsünüz. 2016 yılında BJP, şirketlerin siyasi partilere anonim olarak finansman sağlamasına olanak tanıyan seçim tahvili konseptini devreye soktu. Bu da BJP’yi çok büyük bir fark ile, şirket fonlarının en büyük payına sahip olan bir parti olabilmesi konumunu yarattı. Görünüşe göre Hindistan’ın ikiz kuleleri ortak bir temeli paylaşıyor. Tıpkı Modi’nin ihtiyacı olduğunda Adani’nin Modi’nin yanında durması gibi, Modi hükümeti de Adani’nin yanında duruyor. Hükümet Parlamento’daki Muhalefet üyelerinin Adani ile ilgili sorularını yanıtlamayı reddediyor ve hatta bu konudaki konuşmaları Parlamento kayıtlarından silmeye kadar gidiyor.

BJP ve Adani servetlerine servet katarken, uluslararası sivil toplum kuruluşu Oxfam, Hindistan nüfusunun en zengin yüzde onunun ulusal servetin yüzde 77’sine sahip olduğunu son derece eleştirel bir çalışmayla rapor etmiştir. 2017’de yaratılan servetin %73’ü en zengin %1’lik kesime giderken, nüfusun en yoksul yarısını oluşturan 670 milyon Hintlinin servetinde yalnızca %1’lik bir artış görüldü. Hindistan büyük bir pazara sahip ekonomik bir güç olarak tanınırken, nüfusunun büyük bir kısmı ezici bir yoksulluk içinde yaşamaktadır. Milyonlarca kişi, üzerinde Modi’nin yüzünün basılı olduğu paketlerle dağıtılan geçimlik erzaklarla yaşıyor. Hindistan, çok fakir insanların yaşadığı, çok zengin bir ülke ve dünyadaki en eşitsiz toplumlardan biri. Oxfam Hindistan da çalışmaları nedeniyle baskına uğradı. Uluslararası Af Örgütü ve Hindistan’da sorun yaratan diğer pek çok sivil toplum kuruluşuna da çalışmalarını durdurmaları için baskı yapıldı.

Batı’nın ırkçılığı

Bunların hiçbiri Batı demokrasilerinin liderleri için herhangi bir önem taşımıyor. Hindenburg-BBC’nin açıklamalarından birkaç gün sonra Başbakan Modi, ABD Başkanı Joe Biden ve Fransa lideri Emmanuel Macron, “sıcak ve verimli” görüşmelerin ardından Hindistan’ın Boeing ve Airbus’tan 470 uçak satın alacağını duyurdu. Biden, bunun bir milyondan fazla Amerikalıya iş yaratacağını vurguladı. Airbus uçakları Rolls Royce türbinleri tarafından çalıştırılacak. Başbakan Rishi Sunak, “İngiltere’nin gelişen havacılık sektöründe yıldızları yakalayabilmesinden” bahsediyor. Temmuz ayında Modi bir devlet ziyareti için ABD’ye ve ardından Ulusal Bastille Günü’nün baş konuğu olarak Fransa’ya gitti. Bunu düşünebiliyor musunuz? Macron ve Biden, Modi’nin 2024’te aday olarak üçüncü dönem için yarıştığında bunu kampanya altınlarına dönüştüreceğini çok iyi bildiklerinden, mümkün olan en utanç verici bir şekilde ona yaltaklandılar. Halbuki batılı liderler kucakladıkları adam hakkında her şeyi biliyor olmalıydılar.

Bay Modi’nin Gujarat pogromundaki rolünü bilmeleri gerekiyordu. Müslümanların toplumun gözü önünde linç edilmesinin iğrenç düzenliliğini ve bazı faillerin Modi’nin kabinesinin bir üyesi tarafından çelenklerle karşılandığını ve ayrıca Müslümanların hızlandırılmış tecritleştirilmesini ve gettolaştırma sürecini bilmeleri gerekiyordu. Kendilerini Hindu kanun koruyucusu ilan edenlerin yüzlerce kiliseyi yakıp yaktığını bilmeleri gerekiyordu.

Bazıları uzun hapis cezalarına çarptırılan muhalif siyasetçilere, öğrencilere, insan hakları savunucularına, avukatlara ve gazetecilere yapılan baskıları; polisin ve muhtemelen Hindu milliyetçisi olanların üniversitelere yönelik saldırılarını; tarih kitaplarının yeniden yazıldığını, filmlerin yasaklandığını, Hindistan Uluslararası Af Örgütünün zorla kapatıldığını, BBC’nin Hindistan ofisine yapılan baskını; aktivistlerin, gazetecilerin ve rejime muhalif olanların uçuşuna izin vermeyen kara listelere yerleştirildiğini; hem Hintli hem de yabancı asıllı akademisyenlere olan baskıyı bilmeleri gerekir.

Basın özgürlüğü sıralamasında Hindistan’ın şu anda 180 ülke arasında 161. sırada yer aldığını; Hindistan’ın en iyi gazetecilerinin birçoğunun ana akım medyadan kovulduğunu; gazetecilerin yakında hükümet tarafından atanan bir kurul tarafından hükümet hakkındaki haber ve yorumların sahte veya yanıltıcı olup olmadığına karar verme yetkisine sahip olacağı bir sansür rejimiyle karşı karşıya kalınabileceğini ve sosyal medyadaki muhalif sesleri ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni bilişim yasasını bilmeleri gerekiyordu.

Düzenli olarak ve açıkça Müslümanların yok edilmesi ve Müslüman kadınlara tecavüz edilmesi çağrısında bulunan kılıç sallayan, şiddet yanlısı Hindu çeteleri hakkında bilgi sahibi olmalıydılar. 2019’dan itibaren aylarca süren haber yasağının (bir demokrasideki en uzun süreli internet kesintisi) uygulandığı ve gazetecilerin taciz edildiği, tutuklandığı ve sorguya çekildiği Keşmir’deki durum hakkında bilgi sahibi olmaları gerekiyordu.

21. yüzyılda hiç kimse boğazında bir çizme ile bu şekilde yaşamak zorunda kalmamalıdır. Müslümanlara karşı açıkça ayrımcılık yapan ve 2019 yılında kabul edilen Vatandaşlık Değişikliği Yasa Tasarısını, buna karşı yapılan kitlesel protestoları ve bu protestoların ancak ertesi yıl Delhi’de Hindu çeteler tarafından düzinelerce Müslüman öldürüldükten sonra sona erdiği gerçeğini bilmeleri gerekiyordu (tesadüfen o zamanki ABD Başkanı Donald Trump bir devlet ziyareti için şehirdeydi, ancak bu konuda tek bir kelime bile sarf etmedi).

Delhi’deki polisin sokaklarda yatan ağır yaralı Müslüman gençleri Hindistan milli marşını söylemeye zorlamak için itip tekmelediğini biliyor olmalılar. Bunlardan biri bunun üzerine daha sonra ölmüştür. Modi’yi kutladıkları sırada Hindistan’ın kuzeyindeki Uttarakhand’da, BJP ile bağlantılı Hindu aşırılık yanlılarının kapılarına X işareti koyup gitmelerini söylemeleri üzerine Müslümanların küçük bir kasabadan kaçtıklarını da biliyor olmalılar.

Açıkça “Müslümansız” bir Uttarakhand hakkında konuşuluyor. Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Manipur eyaletinin Modi’nin gözetimi altında barbarca bir iç savaşa sürüklendiğini bilmeleri gerekirdi. Orada bir tür etnik temizlik yaşanıyor. Merkezi hükümet suç ortağıdır, eyalet hükümeti taraf tutmaktadır ve güvenlik kurumları emir komuta zinciri olmaksızın polis ve diğer güçler arasında bölünmüş durumda. İnternet kapatılmıştır. Haberlerin yayılması haftalar alıyor.

Yine de dünyanın güçlüleri Modi’ye Hindistan’daki sosyal uyumu yok etmesi ve ülkeyi yakıp yerle bir etmesi için ihtiyaç duyduğu tüm oksijeni vermeye karar verdi. Bana göre bu bir tür ırkçılıktır. Demokrat olduklarını iddia ediyorlar ama bunlar ırkçıdır. Savundukları değerlerin beyaz olmayan ülkeler içinde geçerli olması gerektiğine inanmıyorlar. Bu elbette eski bir hikâye.

Sonunda, ülkemizi geri kazanacağız

Hiç fark etmez. Biz kendi savaşımızı kendimiz vereceğiz ve sonunda ülkemizi geri kazanacağız. Ancak Hindistan demokrasisinin çöküşünün tüm dünyaya hiçbir etkisi olmayacağına inanıyorlarsa aslında sanrılar içinde olmalılar.

Hindistan’ın hala bir demokrasi olduğuna inananlar için işte son birkaç ayda yaşanan bazı olaylar. Farklı bir evrede olduğumuzu söylerken bunu kastediyorum. Uyarı zamanı bitti ve siyasi liderlerimiz kadar toplumun bir kısmından da korkmalıyız: İç savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği Manipur’da tamamen taraf tutan polis, iki kadını çıplak bir şekilde köye götüren ve ardından toplu tecavüze uğratan bir çeteye teslim etti. Kadınlardan biri genç erkek kardeşinin öldürülüşünü kendi gözleri önünde izlemek zorunda kaldı. Tecavüzcülerle aynı topluluğa mensup olan kadınlar tecavüzcülerin yanında yer almış ve hatta kendi kocalarını tecavüze teşvik etmişlerdir. Maharashtra’da silahlı bir demiryolu polis memuru bir trenin koridorunda yürüyerek Müslüman yolculara ateş açmış ve insanları Modi’ye oy vermeye çağırmıştır.

Sık sık üst düzey politikacılar ve polislerle bir araya gelirken fotoğraflanan son derece popüler bir Hindu kolluk görevlisi, Hinduları Müslümanların çoğunlukta ve nüfusun yoğun olduğu bir yerleşim yerinde dini bir yürüyüşe katılmaya çağırdı. Şubat ayında bir araca bağlanarak diri diri yakılan iki genç Müslümanın katil zanlısı olmasına rağmen kendisi serbest bırakılmıştı. Olaydan etkilenen Nuh bölgesi, büyük uluslararası şirketlerin ofislerinin bulunduğu Gurgaon ile sınır komşusudur. Hindular geçit törenine makineli tüfekler ve kılıçlarla gelmiş, müslümanlar ise kendilerini savunmuşlardır.

Beklendiği gibi, yürüyüş şiddetle sonuçlandı. Altı kişi öldürüldü. 19 yaşındaki bir imam yatağında katledildi, camisi soyuldu ve yakıldı. Devletin tepkisi en yoksul Müslümanların yerleşim yerlerini buldozerlerle yıkmak ve yüzlerce aileyi canlarını kurtarmak için kaçmaya zorlamak oldu. Başbakan bunların hiçbiri hakkında tek kelime etmiyor. Bir seçim kampanyası süreci yaşanıyor. Önümüzdeki Mayıs ayında parlamento seçimleri yapılacak. Her şey seçim kampanyasının bir parçası. Daha fazla kan dökülmesine, toplu katliamlara, kurgulanmış saldırılara, sahte savaşlara ve zaten kutuplaşmış olan nüfusu daha da kutuplaştıracak her şeye hazırız.

Geçenlerde küçük bir okulun sınıfında kaydedilmiş korkunç bir kısa video izledim. Videoda öğretmen, Müslüman bir çocuğa masasında durmasını emrediyor ve hepsi Hindu olan diğer öğrencilerden teker teker öne çıkıp ona vurmalarını istiyor. Ona yeterince sert vurmayanları ise uyarıyor. Olaya şu ana kadar verilen tepki, köydeki Hinduların ve polisin Müslüman aileye suç duyurusunda bulunmaması için baskı yapması oldu. Buna ek olarak, Müslüman çocuğun okul ücretleri iade edildi ve çocuk okulu bıraktı.

Hindistan’da yaşananların internet faşizminin sıradan bir versiyonuyla hiçbir ilgisi yoktur. Durum ciddi. Nazi olduk. Sadece liderlerimiz değil, sadece televizyon kanallarımız ve gazetelerimiz değil, toplumun geniş kesimleri de. ABD, Avrupa ve Güney Afrika’daki Hint Hindu nüfusundan çok sayıda insan faşistleri siyasi ve maddi olarak destekliyor. Kendi ruhumuzun, çocuklarımızın ve torunlarımızın kurtuluşu için ayağa kalkmalıyız. Başarılı ya da başarısız olmamız önemli değil. Bu sorumluluk sadece Hindistan’da bize ait değil. Yakında, 2024’te Modi kazanırsa, tüm muhalefet yolları kapanacak. Bu odada bulunan hiçbiriniz neler olup bittiğini bilmiyormuş gibi davranamazsınız.

İzninizle, size ilk makalem olan “Hayal Gücünün Sonu” ndan bir bölüm okuyarak bitireceğim. Konu, bir arkadaşımla başarısızlık üzerine yaptığımız bir konuşma ve bir yazar olarak benim kişisel manifestom.

“Her halükârda onunkinin olaylara dışsal bir bakış açısı olduğunu, bir kişinin mutluluğunun ya da diyelim ki doyumunun eğrisinin, tesadüfen ‘başarı’ya rastladığı için doruğa ulaştığına dayanan (ve şimdi dibe vurması gerektiği) bir varsayımı olduğunu söyledim.

Zenginlik ve şöhretin herkesin hayalindeki zorunlu şeyler olduğuna dair hayal gücünden yoksun bir inanca dayanıyordu. Ona New York’ta çok uzun zamandır yaşadığını söyledim. Başka dünyalar da var. Başka türlü rüyalar. Başarısızlığın düşünülebileceği rüyalar. Onurlu olan. Hatta bazen uğruna çabalamaya değer. Dehanın ya da insan değerinin tek barometresinin tanınmak olmadığı dünyalar.

Tanıdığım ve sevdiğim pek çok cengâver var, benden çok daha değerli insanlar, her gün başarısız olacaklarını bile bile savaşa gidiyorlar. Elbette, kelimenin en kaba anlamıyla daha az ‘başarılı’ oluyorlar, ancak hiçbir şekilde daha az tatmin olmuyorlar.

Ona, yaşamaya değer tek rüyanın, yaşarken yaşadığın ve ancak öldüğünde ölen rüya olduğunu söyledim. (Bir önsezi mi? Belki.) “Peki bu tam olarak ne anlama geliyor?”(Kaşlarını kaldırdı, biraz sinirliydi.)

Bunu ona açıklamaya çalıştım ama pek üstesinden gelemedim. Bazen düşünmek için yazmam gerekiyor. Ben de onun için bir kâğıt peçeteye yazdım. Şunları yazdım: Sevmek. Sevilmek. Kendi önemsizliğini asla unutmamak. İnsanın etrafını saran tarifsiz şiddete ve hayatın kaba eşitsizliğine asla alışmamak. En hüzünlü yerlerde neşeyi aramak. Mağarasına kadar güzelliğin peşinden gitmek. Asla karmaşık olanı basitleştirmemek ya da basit olanı karmaşıklaştırmamak. Güçlü olmaya saygı duymak, egemenliğe kesinlikle saygı duymamak. Özellikle her şeye karşı temkinli olmak. Anlamaya çalışmak. Asla görmemezlikten gelmemek. Ve asla, asla unutmamak.”

Bu ödülü bana layık gördüğünüz için size bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Ödül alıntısında yer alan “Arundhati Roy makaleyi bir mücadele biçimi olarak kullanıyor”ifadesini çok sevdim. Bir yazarın yazdıklarıyla dünyayı değiştirebileceğini düşünmesi küstahlık, kibir ve hatta biraz da aptallık olur. Ama en azından denemezse acınası bir durum olur. Bitirmeden önce şunu söylemek isterim: Bu ödül çok parayı içeriyor. Bu bende kalmayacak. Neredeyse hiçbir kaynak olmadan bu rejime karşı çıkmaya devam eden hayal edilemeyecek kadar cesur aktivistler, gazeteciler, avukatlar, film yapımcıları ile paylaşılacak. Durum ne kadar vahim olursa olsun, emin olun ki muazzam bir direniş var. Teşekkür ederim.

Kaynak: Siyasihaber

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…