Mahir Çayan 1970’lerin başında “emperyalizm bir içsel olgudur” dedi. Bence bu emperyalist dünya sistemi analizine son derece önemli bir katkı. Çayan’ın bu kuramsal katkısı anti emperyalist mücadeleye derinlik ve işçi sınıfının mücadelesine yeni bir hareket noktası kazandırdı. Bu saptama eski “emperyalizm-anti emperyalizm” denklemini de birden değiştirdi. Solda, “Türk milleti ve emperyalizm” değil; burjuvazi ve halk kutupsallığı içinden yeni bir emperyalizm okuması başladı.

Anti emperyalizm ve Kürt düşmanlığı

ZABEL MİRKAN

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Onursal Başkanı ve 68 kuşağının önemli isimlerinden Ertuğrul Kürkçü ile uzun zamandır üzerinde durulmayan, etraflıca konuşulmayan “anti emperyalizm”i konuştuk. Bir tarih aktarıcısı olarak da kendi dönemi ve günümüz arasındaki farkları da sorduğumuz Kürkçü’ye güncel tartışmalarla ilgili görüşünü sorduk.

Anti emperyalizm dendiğinde anlamamız gereken nedir ya da tam olarak nedir anti emperyalizm?

Anti emperyalizm dediğimizde, emperyalizm karşıtı pratiklerin, düşüncelerin, eylemlerin, politikaların, kampanyaların, tutumların ve hissiyatların tamamını anlayabiliriz. Anti emperyalizm bunlardan birine daraltabileceğimiz bir kavram değil. Fetihlerin ve sömürgeciliğin başladığı, imparatorlukların doğduğu çağlardan bu yana genel olarak bir merkez ülkenin ya da bir merkez toplumun diğerleri aleyhine genişlemesi, onları boyunduruk altına almasıyla belirlenen bir egemenlik kalıbı. Latince üstün güç, üstün devlet anlamına gelen “imperium”dan türeyen, Türkçede imparatorluk olarak bilinen bu hakimiyet algısı kavramın modern zamanlardaki şekillenmesinin de tarihsel arka planını oluşturuyor.

“Emperyalizm”in ekonomik bir temel üzerinde yükselen bir dünya sistemi olarak tanımlanması, yeryüzünde meta ihraç piyasalarının paylaşımının tamamlandığı, serbest rekabet koşullarının sonuna gelindiği yeni kapitalist sermaye-birikim pratikleriyle ve bu düzenin çelişkileriyle ilişkilendirildiği Birinci Dünya Savaşı öncesine denk geliyor. Biz emperyalizmi bu bağlamda, serbest-rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş düzeni; çöküş, çürüyüş çağındaki kapitalist dünya egemenliği sistemi olarak kullana geliyoruz. Güncel tartışmalarımıza anlam veren de bu. Yoksa, bu bağlamda olmaksızın yabancı hakimiyeti, başkasının toprağı üzerinde hak iddiası veya bir toplumun köleleştirilmesi, haraca bağlanması vb. tahakküm biçimleri çok eskiden beri vardı; ama emperyalizm modern anlamda sermayenin hareketinden bağımsız olarak düşünülemez. Bu çerçeveden bakıldığında anti emperyalizm esasen kapitalizme karşı baş gösteren sosyal devrimler çağına özgü, bu devrimlerden beslenen bir mücadele dinamiği olarak özgül bir anlam kazanıyor.

Sosyalizm ve anti emperyalizm el ele yürüdü

Emperyalist paylaşım kavgası Birinci Dünya Savaşına yol açarken dünyada sosyalist devrimler çağı da başlamıştı. Böylelikle emperyalist merkezlerce istila edilmiş, egemenlik altına alınmış ülkeler ve ekonomilerde başlayan kurtuluş mücadeleleri de kendilerini insanlığın kurtuluş mücadelelerinin orta yerinde buldular. Sömürge ve yarı sömürgelerde yerel, “milli” sermaye güçlerinin yabancı şirket ve devletlerin iç pazardaki hakimiyetine karşı reaksiyonunun ifadesi olarak ortaya çıkan anti emperyalist mücadeleler tabandan yükselen sosyal devrimlerle derinlik kazandı. Nitekim SSCB’nin kuruluşu, Rusya’nın emperyalist sistemin dışına çıkması, Lenin’in tabiriyle “emperyalist zincirin zayıf halkasında kırılması” Türkiye’de ve başka pek çok sömürge ve yarı sömürgede de emperyalist hegemonyadan, emperyalist bağımlılıktan ve işgalden kurtuluş mücadelelerini alevlendirdi.

SSCB’nin kuruluşunun Çin, Hindistan ve İran’da büyük etkileri oldu, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve dağılan Osmanlı’dan arta kalan Anadolu’da yeni bir düzen kurmaya çalışan Türkiye’nin seçkinlerine de esin kaynağı oldu. Neresinden bakarsanız bakın sosyalizm ve anti emperyalizm el ele yürüdü. Ne var ki, bir sosyal devrimle taçlanmayan anti emperyalist mücadeleler toplumların yeniden kapitalizme, uluslararası kapitalist egemenlik rejimine iade edilişini önleyemiyor. Uluslararası, tekelci kapitalizm çağında artık milli ve bağımsız bir kapitalizmden söz edilemez. Dünya ekonomisi artık birleşmiştir ve bu birleşmiş ekonomi merkez ülkelerin bağımlı ülkeleri denetimi üzerinden işliyor.

Türkiye sistem içerisine yerleşiyor

Türkiye’nin son 100 yıllık öyküsü de aşağı-yukarı bundan ibarettir. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde kapitalist gelişmeye ayak uyduramamış, çöküş halinde bir devletti. Savaşa Almanya ve Avusturya-Macaristan emperyalist blokuna dahil olarak girdi ve ittifakın yenilgisiyle birlikte ortadan kalktı. Türkiye emperyalizm ile Orta Anadolu ve Kürdistan ile Orta ve Doğu Karadeniz dışında kalan tüm Osmanlı toprağının işgal altına girmesiyle doğrudan yüzleşti. Emperyalizm ve antiemperyalizm kavramları da bu işgale karşı eskiden “İstiklal Harbi” denilen Kurtuluş Savaşının başlamasıyla Türkiye’nin siyasal sözlüğüne girdi. Savaşın ardından, Müslüman Türk ve Kürt nüfusunun yaşadığı topraklar üzerinde kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti de SSCB’nin Avrupa’da oluşturduğu yeni güç dengesi ve çekim alanı içerisinde kendi geleceğini inşaya girişti. Ama yeni Türkiye’yi kuran seçkinler gözlerini “çağdaş uygarlık” dedikleri kapitalist aleme dikmişlerdi. Sermaye yetersizliği, sürekli borçlanma ihtiyacı, ayrı karakterde devletler olmanın yarattığı engeller ve güçlükler dolayısıyla SSCB ile organik bir ilişki yürütmenin imkânsızlığı ve hatta büsbütün SSCB nüfuzu altına girme korkusuyla yeni rejim giderek Batı’ya doğru kaçmaya başladı.

“Kalkınma” denilen şey eninde sonunda devlet eliyle bir sermaye sınıfını ortaya çıkartıp, besleyip yeni temeller üzerinde bir kapitalist devlet oluşturmaktan öteye gitmeyince Türkiye ister istemez emperyalist alemin bütün ilişki biçimleri içerisindeki yerine yerleşti. Türkiye emperyalizmin, finansal sistemine, uluslararası ticaret rejimine dahil oldu ve nihayet İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünya ekseninde kendi yolunda yürüyecek kudret ve tabiattan da yoksun olduğu için “Kuzey Atlantik ittifakı”nın (NATO) şemsiyesi altına girdi ve kendisi emperyalist dünya sisteminin bir ögesi, taşıyıcısı haline geldi.

Uzun zamandır tartışılır: “Türkiye bağımsız bir devletken emperyalizme esir mi oldu?” Bu sorunun cevabı bence hayır. Türkiye’nin egemen sınıfları ve devleti bu sistem içinde var olmaya “bağımsız” iradeleriyle karar verdiler. Doğrusu, ABD başta olmak üzere ittifak ülkelerinin çoğu Türkiye’yi NATO’ya almamak için uzun boylu direndiler. Hatta denir ki, Ankara, SSCB’nin Türkiye’den toprak talebinde bulunduğu rivayetini çıkararak NATO’yu kendisini kabule zorladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin “anti emperyalist karakter”i iddiası Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarının resmi söylemi itibarıyla bir anlam taşısa bile, Türkiye’yi yöneten Kemalist seçkinlerin gözünde o zaman dahi emperyalizmle mücadele iddiası işgalci güçlerin Anadolu’dan def edilmesiyle ilgiliydi. Bu kapitalizmden gayri bir ekonomik rejim tercihi değildi. Bununla birlikte işgalci güçlere karşı savaşta Ankara hükümeti SSCB’den aktif bir destek gördü. Bu çerçevede bir antiemperyalist tutumun, 1920-22 arasında işgale karşı savaş sırasında hakikaten bir motivasyon kaynağı olduğu söylenebilir.

Tahrif edilebilir bir ideoloji mi bu?

Bu bağlamda bir anti emperyalizmden bir ideoloji olmaktan çok bir sosyal, siyasal tutum olarak söz edebiliriz. Bir İslamcı da, bir faşist de, bir komünist de, bir liberal de, bir cihatçı da anti emperyalist tutum sergileyebilir. İdeolojiyle, dünya görüşüyle anti emperyalist bir tutum, davranış arasında mutlaka bir mütekabiliyet olması gerekmez. Bu farklılıkları bir “tahrifat”tan ziyade yabancı hakimiyetine karşı veya uluslararası kapitalist sistem içerisindeki rekabet ve çatışmalara dönük olarak alınan tavırlar olarak değerlendirmek gerekir. Bu tür saflaşmalarda orada değil de şurada yer alıp almamak “fikriyat”tan çok dolaysız maddi çıkarlar, askeri veya siyasi güç dengeleriyle ilgili olabilir. Örneğin, Alman emperyalizminin savunucusu olan birinin Amerikan emperyalizmine karşı son derece kuvvetli bir retoriğe müracaat ettiğini görebilirsiniz. İkinci Dünya Savaşı’nın seyri bu bakımdan bir laboratuvar kadar zengin deneyimlerle doludur.

Anti emperyalist olan-olmayan!

Ulus-devletler çağında anti emperyalist olmanın ya da emperyalist hakimiyete karşı çıkmanın meşruiyeti hiçbir zaman tartışma konusu olmadı, ve belli ki bundan sonra da tartışılmayacak, o yüzden mücadele halindeki bütün güçler meşruiyet kaynağı olarak anti emperyalizmin o momentte ima ettiği bütün olumlu nitelikleri kendilerinin taşıdığını savunabiliyorlar. Bu da bitmez tükenmez bir “gerçekten anti emperyalist” olan-olmayan tartışmasını körükleye geliyor. Fakat burada tartışmamız gereken başka bir bağlam var. Kapitalizm temeli üzerinde durulurken, toplumsal ilişkiler sermaye üretimi üzerinde yükselirken bu temel üzerinde anti emperyalist bir gelecek vaadi ne kadar sahici olabilir? Kapitalizmin şu ya da bu şekilde varlığı eninde sonunda bütün ülkeleri karşılıklı bağımlılık hâli içerisine sokacağına göre, kapitalizmi ortadan kaldırmayan hatta onu sağlam “milli” temellere dayandıran bir anti emperyalizm iddiasının kalıcı, sahici, köklü ve kararlı sonuçlar yaratacağı nasıl söylenebilir. Bu açıdan tek tutarlı tavır kapitalizmin ortadan kalkması için çabalayan, sınırlar, sınıflar ve devletler olmaksızın insanlığı dünya çapında yeniden bir araya getirmeyi amaçlayan komünist hareketin tavrıdır. Komünistlerinki dışında sahici, kararlı ve sonuç alıcı bir anti emperyalizmden söz edilemez.

Meselenin bir diğer yanında da emperyalizmin ve emperyalist egemenliğin geçirdiği başkalaşımlar var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeler sistemi tamamen ortadan kalktı ama emperyalizm “yeni sömürgecilik” dediğimiz dolaylı bir emperyalist egemenlik rejimi oluşturdu. Eskiden şöyleydi, bağımlı ülkelerde genel olarak sanayi olmaz, içeride teknolojik kapasite son derece yetersiz olurdu ve güç hammadde üretimi, çıkarımı ve nakliyesiyle uğraşan ya da tarımsal ürünlerin elde edilmesi ve ihracatına bakan aracı sınıflarda olurdu. Bunlara “komprador” denirdi. Dolayısıyla emperyalizm ve komprador burjuvazi zaten hariciydiler…

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra süreç nasıl işledi?

Özellikle 1960’lardan sonra emperyalizmin bağımlılık sistemi içerisinde yer alan ülkelerde hem sermaye ihraç eden merkezler ve ihracat piyasalarına yakınlık dolayısıyla otomotiv ve dayanıklı tüketim malları için ikincil üretim merkezleri haline gelebilme olanakları, bilimsel ve teknolojik devrimlerin yarattığı fırsatlar, küresel şirketlerle kurulan ortaklıklar Brezilya, Arjantin, Türkiye, Yunanistan, Hindistan, Malezya, Kore gibi ülkelerde yerli sermaye gruplarının palazlanmasını sağladı. İktisaden güçlenen ve komprador burjuvaziden farklı olarak otomotiv, bankacılık, tarım, sanayi, maden çıkarımı, turizm gibi sektörlerde uluslararası büyük ölçekli firmaların, ortaklıkların taşıyıcısı haline gelen ve kendileri doğrudan doğruya üretici kapasite ortaya çıkaran, örneğin Türkiye’de TÜSİAD çevresinde toplananlar gibi yeni sermaye grupları oluştu. Özellikle Türkiye gibi uluslararası askeri paktların parçası olan ülkeler ile emperyalist merkezler arasında askerî işbirliği de arttığı nispette eskiden haricen işleyen mekanizmalar ülkelerin iç yapılarına nüfuz etti, simbiyotik bir karakter kazandı.

Bu yeni bağlam içinde “milli” orduların yenilmesine, silahlı kuvvetlerin artık ABD veya diğer emperyalist devletler tarafından ele geçirilmesine gerek kalmadı, Amerikan harp doktrinleriyle eğitilen ordular dünyaya bizzat o gözle bakmaya başladılar. Ordu-sermaye ilişkileri derinleşti. İktisadi ortaklıklara silahlı kuvvetlerin endüstriyel faaliyetleri de dahil olduğu ölçüde ordu ile sermaye arasındaki ilişkiler organik bir karakter kazanmaya başladı. Brezilya ve Arjantin’de çok daha derinlere giden bu tür ortaklık ve işbirlikleri OYAK aracılığıyla TSK’ye de sirayet etti. Oluşmaya başlayan yerel silah endüstrileri ordu-sermaye ortaklığını yapısal bir niteliğe büründürdü ve sonuç: Bu süreçlerin karşılıklı işleyişi ülke içinde ve dışında bir arada işleyen bir yeni düzen oluşturdu.

Mahir Çayan’ın saptaması

Mahir Çayan 1970’lerin başında bunu “emperyalizm bir içsel olgudur,” diyerek kuramlaştırdı. Bence bu emperyalist dünya sistemi analizine son derece önemli bir katkı. Evet onu bu saptamaya götüren arka plan üzerinde çağdaş iktisatçıların, kalkınma iktisadı, bağımlılık ve karşılıklı bağımlılık üzerine çalışan eleştirel teorisyenlerin eserlerinden oluşan bir müktesebat vardı ama bu belirlemeden bir eylem kılavuzu ortaya çıkarmak için bilimsel araştırmadan fazlasına ihtiyaç vardı. Mahir Çayan’ın bu kuramsal katkısı anti emperyalizm tartışmalarına ve anti emperyalist mücadeleye derinlik ve işçi sınıfının mücadelesine yeni bir hareket noktası kazandırdı. Çünkü eski anti emperyalist mücadele kurgusu aşağı yukarı şöyleydi: İşçisi, burjuvası, çiftçisi ve aydınıyla bir tarafta bütün bir millet öte yanda yabancı sermaye ve satılmış bir aracı sınıf vardı. Bu satılmış, köksüz, yabancılaşmış aracı sınıftan kurtulmak bütün millete özgürlük ve bağımsızlık kapılarını açacaktı. Bir bütün olarak iktisadi rejimin kendisini değil, “milli” olandan “yabancı işbirlikçisi” olmakla ayırt edilen mutasavver bir fraksiyonu hedef alıyordu bu kurgu ve işçilerin sermaye sahipleriyle mücadelesini zayıflatıyordu. Gerçekte ise ekonomi ithalat-ihracata aracılık eden bir tür kahya, komisyoncu pozisyonundaki önemsiz bir sınıfın değil, bizzat devlet eliyle semirtilmiş, bankacılık düzeninin merkezinde duran, toplam işgücünün yarısından çoğunu istihdam eden, bütün cumhuriyet hükümetlerinin “her mahallede bir milyoner” ilkesiyle palazlandırdıkları, toplumu kendi fikriyatı çevresinde toplamaya, siyaseten sevk ve idare etmeye başlayan tekelci kapitalist sınıfın hâkimiyetine dayanıyordu. Bu bakımdan “emperyalizm içsel bir olgudur” saptaması eski “emperyalizm-anti emperyalizm” denklemini de birden değiştirdi. Solda, “Türk milleti ve emperyalizm” değil; burjuvazi ve halk kutupsallığı içinden yeni bir emperyalizm okuması başladı.

Türkiye’de anti emperyalist mücadele yaklaşımı 1970’lerle birlikte son derece önemli bir kabuk değişikliğine uğradı. Eski şemada ABD’yle ikili ilişkilerin son bulması emperyalizmden özgürleşmenin güvencesiydi; dolayısıyla anti emperyalist mücadelenin biricik sloganı “Kahrolsun Amerika, yaşasın bağımsız Türkiye” idi. 1970’lerden 1990’lara siyasal süreci takip edenler 1970 öncesi ile 1970 sonrası arasında bir temel fark göreceklerdir. Biricik slogan artık “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” değil “Kahrolsun oligarşi”dir. Bu slogan yıkılacak hedef olarak karşısına yerli kapitalist sınıfla, uluslararası kapitalizmin organik birliğinin ifadesi olan egemenlik blokunu alır. 1970 sonrasında yüzünü “milli mücadele”den sınıf mücadelesine dönen, toplumun karmaşıklaşmış yeni tabiatına uygun düşen bir stratejiyi benimseyen devrimci hareketin çevresinde milyonları toplayabilmiş olmasının tılsımı buradadır. Bu son derece önemli bir farklılaşmaydı ve anti emperyalist mücadeleye söylemsellikten gerçek sınıf mücadelesi içinde hayat bulacağı bir kapı açtı. Bu dönemdeki yaklaşımın hâlâ baki olduğunu söylemek isterim.

Alt emperyalist merkezler

SSCB’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni dünya durumu emperyalizmin, oligarşinin Batı ve Atlantik merkezli okunuşunda ister istemez bir değişiklik yaratacaktı. Berlin Duvarı yıkıldığından beri emperyalizm sadece Batıyı değil Doğuyu da kapsayan yeni bir nesnellik edindi. Çin ve Rusya emperyalist merkezlere dönüştüler. Dahası, eskiden egemenlik-bağımlılık denkleminin bağımlılık ucunda, sistemin çeperinde yer alan Kore, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan, Malezya, Endonezya, Türkiye gibi ülkeler kendileri emperyalist iddialar taşıyan, bölgesel alt-hegemonya merkezleri oldular. Bu gelişmeler emperyalizm ve bağımlılık ilişkileri bağlamında yeni bir evreyi başlatıyor. Bu alt-emperyalist merkezler ABD’nin nispi gerileyişi, Çin’in ve Rusya’nın nispi ilerleyişi ve Avrupa’nın yerinde saymasının doğurduğu güç kaymaları sonucu çeşitli bölgelerde ortaya çıkan boşlukları doldurmak için harekete geçerken, büyük devletlerle rekabetleri bağlamında “mazlum millet” söylemini yeniden üretiyorlar. Ama bir farkla, bu kez işgalle savaşmak “ülkelerini korumak” değil, bölgesel rekabette başka ülkeleri işgal ve sermaye ihracı için…

Anti emperyalist hafızanın istismarı

Sözü Türkiye’ye getirecek olursak, hakim ittifak şu an bölgede ABD’den boşalmış olan tüm boşluklara Rusya’yla ortaklaşa ya da rekabet halinde, İran’la ortaklaşa ya da rekabet halinde nüfuz ederken dilinden anti emperyalist retorik eksik olmuyor. Toplumda geçmişte ve bugün de ABD nüfuzuna karşı oluşmuş olan refleksleri şimdi başka ülkeleri ve toplumları egemenlik altına almak, örneğin Suriye’den toprak almak, bölünmüş Kürdistan’ın Irak ve Suriye’deki parçaları üzerinde de hakimiyet kurmak için bu bölgelere yönelik Amerikan politikalarıyla rekabetini iç kamuoyunda meşrulaştırmak üzere emperyalizm aleyhtarlığından dem vuruyor. Erdoğan yeni güç denkleminde başka bir emperyalist güce, örneğin Rusya’ya, Çin’e ya da diğer alt-emperyalist odaklara yakınlaşmasını meşrulaştırmak için Türkiye’nin antiemperyalist hafızasını istismar ediyor. ABD 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençlere ve işçilere dualar ve namazlarla saldıranlar şimdi Kürtleri Suriye’de boğarken işçileri ve gençleri yanlarına çağırmak için bu hafızadan istifade edebilmeyi umuyorlar.

Kaynak: Yeni Özgür Politika – https://justpaste.it/6nv23

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…