18 Aralık 2023 tarihinde gösterilmeye başlayan ve yayınlanmasıyla büyük tartışmalara sebep olan Kızıl Goncalar dizisi hem izleyiciden gördüğü ilgiyle hem de maruz kaldığı sansür ve engelleme girişimleriyle gündem oldu. Dizinin yarattığı bu çatışmalı etki nereden geliyor, bu durum bize ne anlatıyor?

Açıkçası, popüler kültür ürünlerinden yakın okumalar yaparak, hikaye ayrıntılarını ve estetik tercihlerini çözümleyerek, anlatısının içinde bir o köşeye bir diğerine bakarak anlam çıkarma sporunu isteyenlerin sadece hobi olarak, eğlencesine yapması gerektiğini düşünenlerdenim. Bir anlatıdan çıkarılacak farklı anlamların sınırı yok. Bu yüzden hikayeler üzerine konuşmak dost sohbetlerinin vazgeçilmez keyfi olsa da oradaki anlamı doğru çözümleme konusunda bir otorite olduğunu iddia etmenin kendisini biraz talihsiz buluyorum. Kültür ürünlerinin taşıdığı hakikat parçalarını deşifre etmek istiyorsak kurdukları anlatıların içi kadar, hatta onlardan daha çok o anlatının dışına, ötesine bakmak, o ürünün içinde oluştuğu maddi koşulları çözümlemek gerekir. Dolayısıyla yukarıda sorduğum soruların cevabını dizinin ayrıntıları yerine onunla karşılaştığımız tarihsel âna ve kurduğu anlatının öncülleriyle ilişkisine bakarak anlamaya çalışacağım.

Kızıl Goncalar’ı benzer dünyaları anlatan diğer dizilerden ayıran esas konuya gelmeden önce anlatısının nasıl bir geleneğin içine yerleştiğine bakmakta ve bilmeyenler için hikayesini kabaca özetlemekte fayda var. Dizi, temelde bir Yeşilçam kalıbına yaslanıyor. Bize anlatılan köyden kente göç eden yoksul bir ailenin üyelerinin bu yeni ortamda tutunma, korunma ve dönüşme hikayeleri. Parçası olduğu tarikatın sıkı bir neferi olan katı ve müsamahasız baba Naim, kızı için tehlikeleri göze alan cesur ve açık fikirli anne Meryem ve belki de kurmaca anlatılardaki en keskin temsilini Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde, romanın unutulmaz karakteri Dirmit’te bulmuş olan, zekası ve kavrayışıyla ailesinin kısıtlı dünyasından ayrılan, çocuk yaşta zorla evlendirilmek üzere bir şeyhin huzuruna getirilen “özel bir zekaya” sahip kızları Zeynep. Yaşanan büyük depremin etkisiyle ve akabinde mecbur kaldıkları göçle kökünden, toprağından kopup gelmiş bu aile İstanbul’a vardığında kendisini ülkenin 100 yılı aşkın süredir temel kültürel fay kırığı olan geleneksel-modern çatışmasının ortasında bulur. Meryem ve kızı Zeynep onlara başka ama tehlikeli de olabilecek bir dünyanın kapılarını açan, onları kendi çevrelerinin şiddetinden kurtarabilecek imkanlara sahip ama mana dünyaları zayıf seküler modern psikiyatrist Levent’in ailesi ile kültürel olarak ait oldukları, psikolojik sorunlarla boğuşan karizmatik genç imam Cüneyd’in aurasının her yere sızdığı tarikatın baskıcı dünyası arasında gitgide sıkışırlar. Dizinin bütün gerilimi bu çatışmalı alanda, kültürel fay kırığında ve çocuk yaşta zorla evlendirilme teması etrafında yükselir.

On dokuzuncu yüzyıl sonlarından bugüne Türkiye’de üretilmiş anlatısal kültür ürünlerine, romanlara, tiyatro oyunlarına, filmlere baksak muhtemelen en çok karşımıza çıkacak hikaye arka planı farklı dönemlerde farklı ifadeler bulan bu kültürel ikilik olacaktır: doğulu-batılı, geleneksel-modern, muhafazakar-yenilikçi, taşralı-kentli, dindar-seküler. Bu toplumsal yarılma anlatılarına referans olan romanlardan biri, hatta belki en ünlüsü Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanı yaşadığımız bu coğrafyada zirvesine ulaşan bu yoğunlaşmayı şu cümleyle ifade eder: “Kabil’le New York arasındaki farkların çoğuna İstanbul’un iki semti arasında kolayca tesadüf edilir.” Kızıl Goncalar da 100 yıl sonra hâlâ böyle bir çatışmanın mekanı olan İstanbul’u hikayesinin ana mekanı yapacaktır.

Enteresandır ki Safa’nın Kabil ve New York arasında kurduğu bu ikilik, bir kehanet gibi, 2000’lerin başındaki İkiz Kuleler saldırısıyla ete kemiğe büründü ve Huntington’ın “medeniyetler çatışması” dediği liberal tarih okumasının da dayanağı haline geldi. Sovyetler sonrası bu yeniden güç dağılımı sürecinde, 10 yıllık bir koalisyonlar bocalaması sonrası Türkiye’nin payına AKP’nin düştüğü ise herkesin malumu. İslamcı ama neoliberal ilkelere bağlı bu yeni politik aktörün devreye girmesi bu 150 yıllık çatışmayı laikler ve dindarlar formunda yeniden üreterek toplumsal hayatın merkezine yerleştirdi. Gelgelelim, 20 yılı aşkın süredir temsil siyasetinin temel mezesi olan bu kutuplaşma popüler kurmaca anlatılarda yeterince karşılık bulmuş değil.

Henüz 2006 yılında bir anomali, tarihsel akışta bir kırılma gibi duran Takva filmini saymazsak yakın zamana kadar bu, popüler kültür üreticilerinin ele almaya çok da cesaret edebildiği bir mesele değildi.[i] 2012’de ayrıksı bir örnek olarak duran Huzur Sokağı ve 2014 yılındaki pek başarılı olamayan Diğer Yarım gibi dizilerden sonra meselenin piyasada gerçek bir karşılığı olduğunun görülmesi (ve bundan doğacak tartışmaların göze alınması) ancak 2020’yi buldu. Netflix’te yayınlanan ve daha niş bir izleyiciye hitap eden Bir Başkadır’ın açtığı kapıdan[ii] Kızılcık Şerbeti, Ömer ve en son olarak da Kızıl Goncalar isimli diziler geçti. Fakat bu sonuncusunu sansür ve yasaklama tartışmalarının merkezine yerleştiren ve onu daha önce benzer tepkilerle karşılaşan Kızılcık Şerbeti‘nden ayıran önemli bir nokta var.

Kızıl Goncalar’ın odağında bugüne kadar kültür alanında temsilden kaçan bir toplumsal yapı var: tarikat. Bu temsilin niteliğine, neyi gösterip neyi sakladığına gelmeden önce iç işleyişiyle, kural ve ritüelleriyle, gündelik ve özel süreçleriyle bir tarikatın popüler bir anlatıda, açık yayında bir televizyon dizisinde temsil edilmesinin kendi başına ne anlama geldiği üzerine düşünmek iyi olur. Ya da aslında soruyu tersinden soralım. Daha önce bir anomali kabilinden andığımız ve sınırlı bir izleyici kitlesiyle buluşan Takva filmi örneğini saymazsak, toplumun ve devletin en kılcallarına kadar yayılan bu toplumsal örgütlenme biçiminin bugüne kadar temsilden kaçabilmiş olması bize ne söylüyor?

İç çatışmalar sonucu siyasetteki etkinliklerini açıktan ifade etmek zorunda kalan tarikatların giderek görünür olmalarıyla artan bu gerilimin üzerine gelen Kızıl Goncalar’ın yarattığı etkinin bir “temsil şoku” olduğunu söyleyebiliriz. Bu kavramı, varlığını bildiğimiz ama kültürel anlatılarda görmeye alışmadığımız bir olgunun temsiliyle ilk defa karşılaşmanın yarattığı şaşkınlık anlamında kullanıyorum. Elbette temsile konu olan olgunun toplumsal varlığı ne kadar büyükse yarattığı şaşkınlık da o kadar büyük oluyor. Odada olduğunu bildiğimiz ama görmezden geldiğimiz filin bir anda görünür olması gibi Kızıl Goncalar da geniş bir izleyici kitlesinin dikkatini tarikatlara çevirdi. Dizi yayınlanmaya başladığından beri yazılan yazılara ve yapılan tartışmalara baktığımızda bunun yukarıda bahsettiğimiz kültürel yarığın iki tarafında da farklı biçimde güçlü etkilere sahip olduğunu görüyoruz.

AKP’nin kutuplaştırıcı politikalarıyla iyice açılmış bu yarığın seküler tarafında dizideki tarikat temsili bir korku ve nefret nesnesinin yarattığı röntgenci merak duygusunu tatmin edecek bir karşılık buluyor. Anlatının karizmatik Cüneyd karakteri üzerinden yarattığı derinlik duygusunun da ikircikli bir hayranlık ve öfke karışımına sebep olduğunu sosyal medyada yapılan yorumlarda görmek mümkün. Dindar cephede, özellikle tarikatlar nezdinde ise dizinin yarattığı temsil şokunun bir telaşa sebep olduğunu söyleyebiliriz. İlk haftalardaki yoğun saldırıların ve engelleme çabalarının bu telaşın bir çıktısı olduğu aşikar. Dizi 8. bölümüne yaklaşırken bu yasaklama eğiliminin kontrol etme eğilimine döndüğüne, ilk bakışta tarikatlar aleyhinde görülen bu temsiliyetin lehte de kullanılabileceğinin anlaşıldığına dair emareler görülüyor.

Aynı yapım şirketinin ürettiği bir diğer tartışmalı dizi olan Kızılcık Şerbeti’nin akıbetini takip edenler bu meseleye de aşinadır. Orada da dindar bir kadın karakterin ailesi ve çevresinin baskısı karşısında isyanı ve özgürleşme girişimi üzerine dizi birçok engele ve baskıya maruz kalmıştı. Daha sonraki bölümlerde dizinin bir çeşit uzlaşma çabasına girdiği ve sivri taraflarının törpülendiği iddia edildi. Yapımcılar ile tarikatların temsilciliğini üstlenen iktidar kurumları arasındaki müzakerelere dair net bir bilgimiz yok ama pazardan gelen talep doğrultusunda tarikatlar üzerine anlatıların artması kaçınılmaz. Buna karşı piyasa mantığıyla kavga etmek yerine onu yönlendirmeye çalışmanın bu düzen açısından daha az riskli ve daha kazançlı bir yaklaşım olduğu aşikar. Bu lehe çevirme çabasının en kaba örneğini ise 140 Journos adlı düzen aparatı şirketin sözde bağımsız video belgeselleri Kedicik ve Adnan’da görüyoruz. Bu işler devletin uzun yıllar içli dışlı olup bir noktada gözden çıkardığı ayrıksı bir tarikatı ve onun psikopatolojik özelliklere sahip liderini kötü örnek olarak işaret edip daha ortodoks tarikatlar için meşruiyet yaratmasının bir aracı haline geliyor. Bu noktada tabii ki kurmaca ve belgesel/haber formatlarındaki temsillerin farklı etkiler yarattığının da altını çizmek gerek.

Kültürel ürünlerin içerdiği kurmaca anlatılar üzerine düşünürken şunu asla akıldan çıkarmamak gerek, aklını en küçümsediğiniz izleyici bile bir filmi, bir diziyi izlerken onun gerçek olmasını geçtim, gerçeğin hakkaniyetli bir temsili olmadığının son derece farkındadır. Kimsenin hayatı bir ekranda karşılaştıklarıyla yön değiştirmez. İnsanların salt gördüklerinden etkilenerek değişeceğini iddia etmek liberal aklın araçsallaştırdığı bir yanlış kanı. Düzenin propagandası da böyle bir doğrudanlıkla işlemez, daha sinsi bir kanaat yönetimi ve meşrulaştırma pratiğini içerir. Toplumsal ve kültürel dönüşümler ise maddi alanda, daha yoğun maddi ilişkiler yoluyla gerçekleşir. Peki, böyle bir gerçeklik karşısında temsilin mahiyeti ve işlevi ne olabilir?

Kaynak: e-komite

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…