Toplumlar tarihini birçok bileşenle değerlendirmek mümkündür. Çubuğu diktiğimiz yerden oluşturulan perspektifle geçmişe yolculuk yaparak çıkardığımız derslerle günümüzü anlamaya çalışır, kuracağımız gelecek perspektifi ve ütopyalarımızla bu günkü söylemimizi ve eylemimizi oluşturmaya çalışırız.Tarihsel okumaların mekânlar(kır-kent), sınıflar, kadın mücadelesi, halklar, kültürler, mülkiyet değişimleri, göçler vb. bileşenler üzerinden yürütülmesi anlamlıdır. Ancak bilinmelidir ki bu her biri var olan gerçeğin bir yüzünü ifade etmektedir.
Bu bütünlüğü görerek egemenlik ilişkilerini temsil eden devletli uygarlık ve bununla sürekli mücadele eden kadın, halklar, ezilen sınıflar, kültürler vb. devletli uygarlık dışında var olan demokratik uygarlık güçleri olarak bütünlüklü, bugüne kadar biriktirdiğimiz mücadele deneyimlerinden dersler çıkararak kendimizi örgütlememiz ve ekolojik bir toplumu inşa etmek için yol yürümemiz gerekir. Fikir-zikir-eylem birliği çerçevesinde genel anlamda demokrasi mücadelesini örgütlemek gerekir.
Salgınlar bu mücadelenin en keskinleştiği dönemler olmuştur. Salgınlar tarihi ve Covid-19 salgınında 3-4 aylık yaşanılanlar hiç de propaganda amaçlı söylenen “hepimiz biriz ve birlikte bu süreci atlatacağız” sözüne uygun olmamıştır.
Tüm salgınlar tarihinde olduğu gibi bugün de muktedirler açısından değişen bir şey yok;
Tüm salgınlar tarihinde demokrasi (toplum) ile devlet (egemenler) arasındaki mücadele sertleşerek tüm hızıyla sürmüştür. Bu tarihsellikten dersler çıkararak toplumsal, ekonomik, ekolojik ve siyasal olan salgını tıbbileştirme üzerinde bir denetim mekanizmasına izin vermeden bu mücadeleyi yükseltmemiz gerekir.
Peki bu dönemin demokrasi hattını nereden kurmak gerekir?
Salgınlar tarihinden çıkarılan derslerde görüldüğü üzere salgınlar devletleri, toplumları, ekolojiyi, ekonomileri, savaşları, barışları, kadın ve erkeklik durumunu derinden etkilemiştir. Bizler de bu alanlarda yoğunlaşarak demokratik mücadelemizi örgütleyebiliriz.
“Bu tür tedaviler kendi kendini iyileştirmeye derin bir saygı duymaya ve hastanın kendi başına iyileşme sürecini başlatabilen sorumlu bir birey olarak görülmesine dayandırılmıştır. Böyle bir tavır bütün otorite ve sorumluluğu doktora emanet eden biyolojik-tıbbî yaklaşıma aykırıdır.”1 . Ancak devlet otoriteleri eliyle toplumun kendini sağaltım yeteneği devre dışı bırakılmakta, olay tıbbileştirilerek denetim mekanizması güçlendirilmeye çalışılıyor. Topluluğun kendini sağaltım yeteneğini kullanması ancak onun gelişimini engelleyen her türlü iktidar odaklarından arındırılması ile mümkündür. Rudolf Virchow, hastalığı “değişen koşullardaki yaşam.” olarak tariflerken bu koşulları ise “Salgın hastalıklar, iyi bir devlet adamının, halkının gelişiminin sekteye uğratması” olarak değerlendirmiştir. Ve önerdiği çözümde ise; “hekimlere ya da ilaçlara yer yoktu; tarım reformu, özerk yönetim, demokrasi, sanayi kooperatifler”di. Virchow’a göre “tıbbın işi, mikropları avlamak değil, hastalıkları besleyen çevresel ve toplumsal etkileri ortaya çıkartmaktı” demesine rağmen biyolojik- tıbbi model hegemonyasında olan tıp dünyası siyasal, toplumsal, ekonomik, ekolojik ve siyasal olan bu süreci es geçerek virüs ile savaş stratejisi ile yeni merkezileşmiş bir otoriteyi dayatmaktadır. Ya da bu çalışmanın bir parçası olarak ikbal peşinde koşmaya çalışıyorlar.
Salgın için “gerekenler” yapılarak devletler daha da otoriterleşirken ve her şeyi merkezileştirmeye çalışırken bunun karşısında bulunan demokrasi güçlerinin hem salgını durdurmak hem de otoriter merkezileşmiş ulus -devlet ve kapitalizmi durdurmak için özyönetim deneyimlerini artırarak bu süreçte yerel demokrasiyi inşa etmesi gerekir.
Virüsün yok olmayacağının bilinmesine rağmen virüsü yok etmek için harcanan yoğun çabalarımızı kapitalizmi yok etmek için harcasak daha yararlı olacaktır. Kapitalizmle birlikte yaşamak yerine virüsle yaşamayı denemeyi tercih etsek toplum ve doğa için sonuç alıcı bir iş yapmış olacağız;
Devasa hastaneler ve tıbbi teknoloji yerine toplumsal yaşam alanlarımızı, yeni sağaltım çabalarımızı örmemiz gerekir. Modern tıbbın yarattığı tedavi ve bakım hizmetlerinin ayrıştırılması, sağlıktaki mesleki ve bilgi iktidar-erilliğinin aşılması için yeni bir sağlık/sağaltım anlayışını yerel yapılarımızda üretebiliriz. Geçmiş salgın deneyimlerinde olduğu üzere yerel ve otonom sağlık yerleşkeleri salgınların durdurulmasında önemli rol oynamıştır. Bu yerleşkeler bir yanıyla kadın sağlık hareketinin doğuşunu sağlamışken, aynı zamanda genel olarak halk sağlığı hareketinin kendini yeniden inşa olanağı sağlayacaktır. Yine tıp üzerinde yeni beden denetim politikalarına karşı bedenlerimizin otonomunu savunmalıyız.
Görüldüğü üzere demokrasi mücadelesinin önemli bir ağı olan yerel demokrasinin inşasının önemli olanakları artmıştır. Bunu yapmamamız kendimizi ulus-devlet insafına terk etmek anlamına gelecektir. Mevcut devlet yapısı her gün televizyonlarda alt yazılarda Sağlık Bakanlığı’nın salgın ile ilgili duyurusunun yanında Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı’nın operasyonlar ve ölüm haberlerinin yansıtıldığı savaş rejimleridir. Bu rejimleri güçlendiren arka planında devletleşmeye dönüşü ifade eden “yeniden kamulaştırma” söylemi yerine tüm üretim süreçlerinin ve yönetim süreçlerinin özyönetim yaklaşımı ile “topluluklara devri” söylemini öne çıkarmamız önümüzdeki dönemin hattı olmalıdır. Salgınlar sonrası demokrasiyi ve demokratik bir tutumu geliştirmek devlet yapılarına ne kadar uzak durduğumuzla mümkündür.
NOTLAR:
Kaynak: Yeni Yaşam
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()