Çiçeği burnunda bir kurgu yazarının en başlarda sığınabileceği güvenli bir limana daha fazla gereksinimi olduğu söylenir. Bir anlamda, yalın ve geleneksel referanslara başvurarak, belki de yazmanın önce alfabesine hâkimiyet önem kazanır. Kalp, başka bir şeyi kulağa fısıldayabilir, deneysel oyunlara, formüllere girişmek için yazara cüretkâr olmayı önerebilir.
Paul Auster kitaplarında hiçbir şeyle deney yapmadığını söyler. Deneyselliğin bir yazarın ne yaptığını bilmediği anlamına geldiğini ifade eder. Ralph Waldo Emerson da “Bütün yaşam bir deneydir. Ne kadar çok deney yaparsanız o kadar iyi olur,” der. Deneysel kurgu, gerçek dünyada taşları yerinden oynatabilecek, normal kabul edilen anlayışı tersine çevirebilecek, farklı bakış açılarına ve yorumlara olanak verebilecek, türler arası geçirgenliklere, sınırların kalkmasına fırsat yaratacak bir yapıyı önerir. Alternatif gerçeklikler, entelektüel ve felsefi boyutta bağlayıcı nitelikleri oluşturmayı, okurun zihnini fikir düzleminde tetiklemeyi amaçlar.
Gerçeği zihnimizde canlandırmanın, onu yeniden biçimlendirmenin, kendi algılarımızla sözcüklere dökmenin heyecanını kurguda yaşarız.
Doğrusal akışın olmayışı, metnin türlü şekillerde okuru rahatsız etmesi, huzurunu kaçırması, beklenmedik bir dil ve anlatım aklımızı karıştırabilir. Geleneksel bir kurguda olaylar doğrusal bir akış sergilerler. Okur, giriş, gelişme ve sonucu, bir mantık zincirinde izleyebildiği için kendini bir anlamda zihinsel güvencede, daha doğrusu rahatlık alanında sanabilir.
Emile Zola, edebiyatın da doğa bilimlerinin temelinde yer alan aynı bilimsel yöntemlerle yönetilmesi gerektiği tezini ortaya koyar. Ona göre bilim insanı gibi, deneysel romancının da gözlem, hipotez kurma ve deneyle yaptığının doğruluğunu onaylaması ve sonuca varması gerekmektedir. Bütün bu süreç ve prosedürleri uygulayan romancıların deneysel romancılar olduklarını söyler.
Olga Tokarczuk
2018 Nobel Edebiyat Ödüllü Olga Tokarczuk, Nobel konuşmasında, metinlerde, dil, bakış açıları, metaforlar, efsaneler ve yeni masalların eksikliğinden dem vurup dünyanın hikâyesini anlatmanın yeni yollarından yoksun olduğumuzu dile getirdi. Aynı zamanda, karakterlerin her birinin bakış açısını içermeyi başarabilen, hatta bunun ötesine geçme kapasitesine sahip, daha fazlasını görebilen ve zamanı da görmezden gelebilen bir “dördüncü kişi” yani yeni bir tür anlatıcı hayal ettiğini vurguladı.
“In The Game of Literature and Some Literary Games” isimli makalesinde ise Elizabeth Bruss, okurların, bu tür deneysel kitaplar sonrasında yaşadıkları tüm deneyimi etkileyecek seçeneklere sahip olabildiklerini açıklar. Okur ve yazar arasındaki üst düzey işbirliği şeklinin, bu tür edebî eserlere, diğerlerine göre daha fazla karmaşık ama oyunsu bir nitelik kazandırdığını söyler. Bilinçli okur bunun farkına varabilir. Borges deneyselliğe labirentleri, kütüphaneleri ve gizemleriyle çokça başvuran, felsefi bir edebiyat kurabilen yazarlardan olmuştu. Notos Kitap’ın yayımladığı Alejandro Zambra’nın Soru Kitapçığı’nın metni, öğrencilerin üniversiteye başvurmadan önce geçtikleri standart bir sınav olan çoktan seçmeli Şili Akademik Yetenek Testi biçiminde şekillenir. Zambra, bu kitapla deneyselliğin tünellerinden geçerek, bir tahmin oyununa benzeyen metinde, hayal gücü ve oyunsuluğun derinliklerine dalar. Deneysel kurgu daha çok gerçek hayata benzer, çünkü gerçek hayat, doğrusal değildir, zikzaklar çizebilir ve karmaşıktır. Okuru daha fazla şaşırtır. Absürdizm, dadaizm, gerçeküstücülük, büyülü gerçekçilik, yeni roman, kübizm gibi akımlar, deneysel düz yazının görsel kuzenleri olarak bilinir. Geleneksel sanat gerçekçilik ile doludur, oysa deneysel türler gerçekçiliği alır ve onu gerçekçi olmayan, alışılmadık yaratıcı biçimlere dönüştürür. Kurgusu da genellikle basit değildir. Okuması zordur. Okur, şaşırtıcı metinlerde derin anlamları farklı anlatımlarla ortaya çıkarmanın zorluğuna değer verir. Belki de bu yolla yeni içgörüler ve bağlantılar keşfedebilir. Gabriel Garcia Marquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı, Laurence Sterne’nün Tristram Shandy’si, tabi ki James Joyce’un Ulysees’i hep bu tür arayışların içinde yolculuk etmiştir. Kimse yazdıklarının “geleneksel” ya da “bilinen formül” olarak tanımlanmasını istemez. Birçok genç yazar kendi yollarını çizmek konusunda aceleci davranabilir. Hepimiz bir noktada James Joyce, Thomas Pynchon, David Foster Wallace, Kafka gibi yazıp yazamayacağımızı merak ederiz. Ya da yazmak ister miyiz?

Yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Kaynak: OGGİTO
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()