
Küresel salgın yeni tip koronavirüs can almaya devam ediyor. Worldometers’in anlık paylaştığı bilgilere gören 1 Haziran’a kadar 3 milyon 565 bin 330 kişi virüsten dolayı yaşamını yitirdi, 171 milyon 474 bin 925 kişi ise virüse yakalandı. Ölümler her geçen gün artarken pandemiyle gelen otoriterleşme, pandemide insan hakları, pandeminin su yüzüne çıkarttığı eşitsizlikler tartışılıyor. Bu konuları Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Raşit Tükel ile konuştuk.
Hem dünyada hem de Türkiye’de pandeminin otoriterleşme için fırsat olarak kullanıldığı değerlendirmeleri yapılıyor. Sizin gözlemleriniz neler? Bu otoriterleşmenin kapitalizmin kriziyle nasıl bir bağı var?
Covid-19 salgını çok yükseklerde, hastalık, ölüm, çaresizlik getirdi. Bundan sonra da dünyayı ciddi bir şekilde rahatsız etmeye devam edeceği görünüyor. Kapitalist sistemin dur durak bilmeyen kâr hırsının neden olduğu, işte küresel ısınma ve ona bağlı iklim değişiklikleri, yine aynı nedenle doğanın talan ve tahribatıyla gelen ekolojik kriz. Sağlık reformları adı altında toplum temelli koruyucu sağlık hizmetlerinin terk edilmesi, yine kapitalist üretimlerin sonucu olarak düşük aşılama oranları bu yaşananların son olmayacağını gösteriyor. Ve önümüzde yeni dalgaların, yeni virüs pandemilerinin de -bu pandemi geçse bile- ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Covid-19 salgınının oluşturduğu etkilerin insanlığa bireysel psikoloji açısından ciddi zararlar verebildiğini görüyoruz. Ve pandemi öncesi dönemlere göre psikolojik tepkilerin, tutumların zihinsel işleyişte önemli değişiklikler yarattığı kabul ediliyor. Fakat pandemi sadece bireysel psikolojiyi etkilemiyor. Bunun yanı sıra sosyal psikoloji de bir krizde aynı zamanda. Çünkü toplumları etkileyen büyük krizler otoriterleşmeye zemin oluşturabiliyor. Kriz zamanlarında bireyler kadar topluluklar da psikolojik işlevlerinin önceki düzeylerini koruyamıyorlar. Bir gerileme içine girebiliyorlar. Hele bu toplumlarda yönetimler otoriter özellikler içeriyorlarsa bu gerileme daha da ileri düzeyde olabiliyor. Şöyle ifade ediliyor bu: Totoliter rejimlerde insanlar rejimin kurallarına uymadıkları için yetkililer tarafından cezalandırılmaktan kaçınmak için ve kendilerini güvende hissetmek için liderin etrafında toplanabiliyorlar.
Tabii ki otoriterleşmeyi içselleştiriyorlar ve bu bireyselliklerinin birçok yönünden vazgeçmeleri, liderlerine körü körüne bağlı olmayı ve onu takip etmeyi getirebiliyor. Bu tür büyük krizlerde lider etrafında toplanmayı takibinde toplumun kendi içinde bölünme getirebiliyor. Biz ve onlar şeklinde bir bölünme bu noktada belirginleşebiliyor. Otoriterleşmenin bir diğer biçimi de dijital gözetim mekanizmalarıyla gündeme geliyor. Bunlara dijital otoriterleşme deniliyor. Kapitalizmle devletin birlikte oluşturduğu dijital gözetim mekanizmalarının demokrasi için derin sonuçları var. Çünkü bilginin asimetrisi iktidar asimetrisine dönüşüyor ve bunun üzerinde de maalesef düzenleyici bir denetim neredeyse hiç yok. Salgın durumunda gözetim sistemlerinin bulaş zincirini kısaltabilmesi, salgının kontrol altında yararlı olması aslında bu sistemlere yani denetim sistemlerine bir meşruiyet sağlama tehlikesi içeriyor. Çünkü bir süre sonra virüs ile mücadelede kullanılan bu teknolojiler gündelik hayatın bir parçası haline geliyor. Ve insanların mahremiyetini ilelebet zedelenmesinden duyulan endişe otoriter rejimler tarafından fırsata dönüştürülerek bir baskı aracı olarak kullanılabiliyor.
Pandemiyle birlikte birçok hak rafa kaldırıldı. Örneğin seyahat, sokağa çıkma, eylem yapma, taleplerini kamuoyuna duyurma gibi birçok pratik pandemi gerekçesiyle engellendi. Bu etkinliklerin engellenmesinin ne kadarı pandemiyle ilgiliydi? Pandemi bedel verilerek kazanılmış insan haklarını kısıtlamak için bir araç olarak mı kullanılıyor?
Evet, salgın aslında tüm dünyada insan haklarından yararlanılmasına karşı ciddi bir tehdit oluşturmuş durumda. Pandemiyi sonlandırmak için alınan önemlerin çoğu aslında dünya çapında milyarlarca insanın sağlık, yaşam, eğitim, beslenme, barınma, çalışma, hareket özgürlüğü, toplanma özgürlüğü gibi insan haklarından yararlanmasını ciddi şekilde etkiliyor ve zarar veriyor. Ve bu demokratik haklardan yararlanmaya, ayrımcılık ve cinsiyete dayalı şiddete maruz kalmamak özgürlüğüne de ciddi zararlar verebiliyor. Daha da rahatsız edici olan bu tehlikelerin ve etkilerin her yerde yoksulları ve ötekileştirilenleri hedef alması, onlarla ilişkili olarak daha fazla şiddetlenmesi. Burada şöyle bir nokta var: Bu önlemler pandemiyle birlikte sınırlı olduğunda bir süre sonra ortadan kalkabileceği düşünülebilir. Fakat pandemi uzun sürdüğü noktada hükümetler tarafından alınan bu özgürlüğü kısıtlayıcı önlemler hafife alınmaya başlanabiliyor. İnsanların bu pandemiyle mücadele adına demokrasi dışı yolları kabul edip benimsemeleri söz konusu oluyor ve hükümet tarafından kontrol edilmelerine izin vermeleri gibi bir sonuç doğurabiliyor. Tabii burada önemli nokta şu aslında: Bu bir istisna hal mi? Yoksa sadece pandemiyle sınırlı olması ve pandemiyle orantılı biçimde kısıtlanma olması gerekmesine karşın bunun pandemiyle sınırlı olmayabileceği, olağan dışı döneme ait kısıtlamaların orantısız bir şekilde yapılıyor olabilmesi. Yani pandemiyle bir ilişkisi olmadan da çeşitli kısıtlamalar biçiminde karşımıza çıkabilmesi ve giderek de normal, olağan kabul edilmeye, bir koşullanma söz konusu olabilmesi. Bir süre sonra bunlar hayatın olağan bir parçası gibi görünmeye başlanabiliyor.
Başlarda pandemi herkesi etkiliyor, zengin fakir ayırmıyor denildi. Ancak sağlıktan eğitime neredeyse her alanda eşitsizlik derinleşti. Yoksullar daha yoksullaştı, zenginler daha zenginleşti. Bu tablo nasıl okunur ve nasıl kırılabilir?
Covid-19’a yanıt olarak hükümet politikalarının farklı gruplar üzerinde orantısız etkiler oluşturduğunu görüyoruz. Şimdi bunlar önceden var olan eşitsizlikleri açığa çıkarıyor ve daha da kötüleştiriyor birçoğunu. Covid-19’un yayılmasından ciddi şekilde etkilenen pek çok insan arasında göçmenler, mülteciler, yoksullar, mahpuslar ve bunlarla birlikte uzun süre bakım tesislerindeki yaşlılar, engelliler yer alıyor. Pek çok kadının bu dönemde gelirleri azaldı. Kadınlar, çocuk bakımı ve eğitim için artan bir şekilde aileye destek olma yükü ve aile içi şiddet ile karşı karşıya kaldı. Sonuçta salgın hastalıklar tüm insanları aynı şekilde etkilemiyor. Bunun altını özellikle çizmemiz gerekiyor. Olağan koşullarda sağlık hizmetlerine erişimi olmayan ya da erişimde zorluk çeken yoksul nüfus kriz zamanlarında en savunmasız bırakılandır. Sağlığa erişimde bu kesimlerde, bu yoksullarda altta yatan sağlık sorunlarının daha yüksek oralarda görüldüğünü görüyoruz. Ve hali hazırda var olan sağlıktaki eşitsizliklerin salgınla birlikte kötüleştiğine dair çalışmalar mevcut. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde evde kalma önerisine olanağı olmayan ve temel işlerde çalışan örneğin Afro Amerikalıların, İspaniklerin Covid-19’a yakalanması toplam nüfusa bağlı orantısal olarak yüksek olduğu görülüyor.
Birleşik Krallık’ta siyahlar, azınlıklar, Asyalılar ve benzeri etnik gruplardan oluşan topluluklarda Covid-19 sayılarının ve bu hastalıktan ölüm riskinin daha yüksek olduğunu görüyoruz. Ülkemizin farkı ne dersek, ülkemizde halk sağlığı uzmanlarına epistemolojik veriler üzerinden çalışma yapma olanağı sağlanmıyor. Bu olmadığı için, işçilerin, dar gelirli yurttaşların, evde kalma ayrıcalığından yararlanamayan geniş kesimlerin salgından nasıl etkilendiğine ilişkin bilgi sahibi değiliz. Örneğin DİSK’in raporu gösterdi ki tam kapanma olarak belirtilen o 17 günlük süreçte çalışanların sadece yüzde 17’sini kapsadı bu süreç. Ama veriler paylaşılmadığı için, salgın ile mücadele şeffaf yürütülmediği için çalışan kesimlerin, yoksul kesimlerin, bu süreçte nasıl etkilendiğine dair bilgilerimiz oldukça sınırlı. Örneğin İSİG Meclisi’nin verilerine göre Mart 2020’den 2021’e kadar bir yıllık sürede iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin sayısı en az 2 bin 500. İş cinayetleri ülkemizde hep bir sorun ama pandemiyle birlikte bunun arttığını görüyoruz. Ölümlerin yaklaşık yüzde 31’i Covid-19 nedeniyle.
Örneğin kıtalar arası aşılanma oranları karşılaştırıldığında bir yoksulluk sıralaması karşımıza çıkıyor. Bu kadar çarpıcı karşımıza çıkmasının belki altı çizilmeli.
Kuzey Amerika’da yüzde 25 aşılanma, Avrupa’da yüzde 14.3; Asya 2.1, Afrika binde 5 olarak gidiyor. Yani dünyanın genelinde yüzde 5 aşılanma varken Afrika’da bu oran binde 5 yani arada 10’da birlik fark olduğunu görüyoruz. Yine pandemiyle birlikte yoksulluk, işsizlik, gelir kaybında büyük bir artış var ve kadın yoksulluğunun bu dönemde arttığını biliyoruz. Çeşitli raporlarda ifade ediliyor bu. İnsanların bir kısmı temel geçim gereksinimini karşılayamaz hale geldi. İşsiz kalan her bireye ve yoksulluk içindeki ailelere insanca yaşayacağı maddi destek sağlanması gerekiyor. Sosyal yardımların yasal bir statüye bağlanması gerekiyor. İhtiyaç sahiplerine düzenli bir gelir desteği sağlanması gerekiyor, bunların olmadığını görüyoruz. Sonuçta bu virüs insanlık için bir tehdit oluşturuyor. Fakat şuna dikkatimizi çekmemiz gerekiyor: Toplumsal olan her şeyin karşısında olan, sadece bireyleri ve bireyselliği öne çıkartan neoliberal kapitalizmin oluşturduğu ekonomik modeller ve sağlık sistemleri, insanlık için tehdit haline gelmesinin arkasındaki nedenler. O yüzden bu sistemleri, ekonomik modelleri köklü olarak sorgulamak gerekiyor ve bunların terk edilmesine yönelik adımların acilen atılması gerekiyor. Yoksa yeryüzünde acı, yoksulluk, hiç bitmeyecek.
Çok karanlık bir tablo görünüyor. Yoksulluk, eşitsizlik, otoriterleşme bu hengâme içinde umut nerede? Umut var mı? Ya da umut nasıl var edilir?
Pandemi sonrası dünyayı şekillendirmek için önce hayal etmeye başlamak gerekiyor. Bu noktada gelecekte dünyanın nasıl görüneceğine dair bizim uzun vadeli bir bakış açısına ihtiyacımız var. Koruyucu ekipmana, teste, tedaviye, güvenli izolasyona, aşılara erişimde eşitlik için bir baskı oluşturmalıyız. Göstereceğimiz eylemler ve dayanışma hem kendi ülkemizde hem de dünyanın dört bir yanında ekonomik yıkımın boyutunu ve kaybedilen geçim kaynaklarını, gıda kıtlığını, artan yoksulluğun getirdiği büyük acıyla ne düzeyde başa çıkabileceğimizi belirleyecek. Ne kadar dayanışırsak ne kadar buna karşı var olabilirsek bunun bu kadar gerileyebileceğini söyleyebiliriz. Bu salgın herkes için bitene kadar kimse için bitmeyecek. Pandemiyle belirginleşen eşitsizlikler, askıda olan insan hakları için de geçerli. Bizim bu yoksullaşmaya, insan haklarının askıya alınmasına, belirginleşen eşitsizliklere karşı durmamız için bir araya gelmemiz gerekiyor. Fiziksel mesafe bizi harekete geçmekten alı koymamalı; aksine fiziksel örgütlenmenin zorluğunun farkındayız bu dönemde fakat bilgi alışverişi yapabilmemiz, sınırlar ve hareketler arasında yeni bağlantı coğrafyaları inşa edebilmemiz, eş güdümlü eylemler gerçekleştirebilmemiz ve birbirine bağlı dünyamızda yeni alternatif ağlar oluşturmamız gerekiyor. Şu anda hiçbir şey yapmadan iyimser olmanın bir koşulu yok. Fakat umut birlikte dünyayı daha iyi hale getirebileceğimiz inancıdır; birlikte olduğumuzda tabi. Daha iyi bir dünyayı bugünden planlayarak, daha iyi bir dünya için mücadele ederek umudumuzu canlandırmamız gerekiyor yoksa durup dururken hiçbir şey yapmadan iyimser olmanın yeri yok. Umudumuzu canlı tutalım, koruyalım.
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()