“Hayır, güneş değildi, tüm dünyayı aydınlatan bu enerji kaynağı değildi insanoğlunun sonunu getirecek olan yeryüzünde – ne de kuyruklu yıldızlar ve kara göktaşları: Onlar böylesi küçük bir hareket için fazlasıyla büyüktü. İnsanlar kendi kendilerine azap çektireceklerdi, perişan olacaklardı ve en iyiler savaşarak ölürken, en kötüler hayvana dönüşecekti.” (Dönüş, Andrey Platonov)
Christian Petzold Almanya’nın küçük bir şehri olan Hilden’da dünyaya geldi. Bu detay önemli, çünkü Petzold’un kamerasını nereye çevireceğini en çok şekillendiren şeylerden biri bu.
Petzold’a dair önemli bir diğer detay ise Harun Farocki’nin öğrencisi olması. Farocki, 60’lı yılların sonunda Batı Almanya’da kurulan Berlin Film ve Televizyon Okulu’nun ilk öğrencilerinden ve okulun düşünsel taşlarını ören isimlerden. Petzold, Farocki’nin öğrencisi olarak başladığı sinema çalışmalarına, 2014’te Farocki vefat edene dek onunla ve onun yol göstericiğiyle devam etti. 1996 yapımı “Cuba Libre”, Farocki’yle ürettikleri ilk film.
MUBI üzerinden Petzold’un televizyon için de ürettiği altı filmini izlemek mümkün: “Die innere Sicherheit” (2000), “Yella” (2007), “Jerichow” (2008), “Barbara” (2012), “Transit” (2018) ve “Undine” (2020). “Transit” ve “Undine” dışındaki filmleri 8 gün içinde MUBI’den ayrılıyor. Bu yüzden bir izleme listeniz varsa bile Petzold filmlerine öncelik vermeniz naçizane tavsiyem.
Peki, neden? Gelin Petzold sinemasının genel hatlarına ve Petzold’un dertlerine birlikte bakalım.
İlk sinema filmi “Die innere Sicherheit” (İç Güvenlik), Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) militanı bir çiftin yeraltına çekildikleri yaşamlarını mercek altına alıyor. Kimlikleri açığa çıkan çift, artık ekseriyetle kendilerini ve çocuklarını korumak zorunda. Ancak bunu artık bulundukları ülkede sürdürebilmeleri mümkün değil. Çünkü Berlin Duvarı yıkılmış, Doğu ile Batı Almanya birleşmiş ve para biriminin artık bir değeri yok.
Yıllar içerisinde şekillenen bir süreci “Bir sabah uyandık ve evet, ne oldu?” diye sunmak Petzold’un başarısı elbette ama buradaki en büyük başarısı ne RAF militanlarını kötü ve mücadeleyi bırakan insanlar olarak göstermek ne de anti-sosyalist propaganda yapmak. Şunu diyor Petzold: “Bir sabah uyandık ve Doğu Almanya yoktu, bir sabah uyandık ve silahlarımız artık paslıydı, bir sabah uyandık ve paramızın hiçbir değeri yoktu.”
İç Güvenlik’e dair bir diğer önemli detay ise ailenin nasıl bir kurum olduğu ve tüm politik dertleriniz arasında, varsa bir de ebeveynlik görevlerinizi üstlenmenin zorluğu. Çünkü çiftin henüz ergenlik dönemine yeni girmiş kızı Jeanne de bir güvenlik tehdidi. Dışarıyla ve dışarıda olanla teması yoğun olan Jeanne, ergenliğin tüm olumsuzluklarını ailesine yükler. Kızlarının dışarıya duyduğu merakı anlamakla birlikte bu durumun nasıl bir güvenlik tehdidi olduğunu da anlatmaya çalışır çift; ancak bu işte çok da başarılı olamazlar. Jeanne, anne ve babasının gizlice örmeye çalıştıkları her şeyi görür. Petzold ise Jeanne üzerinden bize başka bir travmatik hikâye anlatır.
Petzold’un, bir James M. Cain klasiği “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”ı uyarladığı “Jerichow” ise modern; ama hâlâ klasik bir aşk üçgeninden beslenir. Afganistan’da savaşırken ordudan atılan Thomas, doğup büyüdüğü yer olan Jerichow’a döner ve Ali’nin yanında çalışmaya başlar. Ali, burada büfe zinciri olan bir patrondur ve Laura (Nina Hoss) ile evlidir. Ali, Thomas’a ne denli güvendiğini her fırsatta gösterir ama zamanla Thomas ve Laura arasında bir yakınlık kurulur.
Laura’nın hikâyesini daha sonra öğrendiğimiz film, yine Berlin Duvarı’ndan sonraki Almanya’nın tepesine kara bir bulut gibi çöken kapitalizmin bir resmidir. Filmde Türkiyeli izleyiciyi şaşırtan iki detay var: Filmin açılışında çalan Nilüfer’in “Karar Verdim” şarkısı ve Ali’nin hayli sarhoş olduğu bir anda plajda söylediği Gülşen’in “Nazar Değmesin” şarkısı. Türkiyeli yönetmen Aysun Bademsoy’la evli olan Petzold’un Türkçe müzikleri yakından takip etmesi, bu bilgiyi öğrendikten sonra ise şaşırtıcı değil.
Yönetmen, 2012’ye gelindiğinde dünya sinema izleyicisinin onu daha fazla tanımasını sağlayan “Barbara”yı çekti. “Barbara”nın başrolünde de Nina Hoss yer alıyor. Zaten Petzold’un sadık olduğu “kendi oyuncuları” var ve çoğu filminde aynı isimlerle çalışıyor. 80’lerin sonunda Doğu Berlin’den ayrılmaya çalışan ve doktor olan Barbara, vize başvurusundan sonra taşrada bir kliniğe sürgün edilir. Burada hayli zor ve boğucu günler geçiren Barbara, Batı’ya geçmek için, kaçak yollar dahi olsa, elinde geleni yapar ama idealistliği onu hapseder. Barbara yine başkasıyla, yine Doğu’dan ayrılmak isteyen ve orada bir geleceği olmayan genç bir kadınla dayanışır.
“Transit” ile göç sorununu zamansal ve mekânsal bağlamından koparan yönetmen Anna Seghers’in 1942 tarihli II. Dünya Savaşı’na dair romanını serbestçe uyarlıyor. Ancak göç meselesine ve göçmenlere olabildiğince doğru bir politik bakış açısıyla yaklaşıyor. Nazi işgalinden kaçan Georg, elinde Meksika’ya iltica etmesini sağlayabilecek evraklar ve iki mektupla yola çıkar. Yönetmen, “Undine”’le ise Almanya’nın dönüşümünü gerçeküstü öğelerle gösterir. Bizi mitlere, kadim anlatılara ve efsanevi deniz canlılarına boğar.
Petzold sinemasının en cezbedici özelliği, politik bir anlatıyı parmağıyla işaret etmeyerek usulca anlatması. Ve bu anlatıyı da doğru bir yerden kurması. Sorun ne olursa olsun: Kadınlar, göçmenler, idealleri altında ezilen militanlar, sosyalist de olsa kapitalist de olsa bozuksa sistemi eleştiren ve bu uğurda yaşamları bambaşka yerlere evrilen insanlar. Belki de o yüzden yazının girişine bir Platonov alıntısı iliştirdim. Çünkü ikisi arasında benzer bir dinginlik, benzer bir sessiz isyan ve benzer bir haklılık var.
Kaynak: BİANET
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()