
Serpil İLGÜN
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta açıkladığı “Türkiye Yüzyılı” vizyon belgesinin yansımaları sürüyor. AKP’nin seçim kampanyasının startı olarak nitelenen vizyon belgesinde gün gün ağırlaşan geçim derdi geçiştirilirken, tek adam rejiminin otoriter faşizan politikaları muhayyel bir “kucaklaşma, bütünleşme ve sevgi siyaseti” hamaseti içinde eritildi. Zaten kutuplaştıran, hedef gösteren dil ve pratikler gösterişli toplantı günü de dahil olmak üzere sürdürüldü. Kadınlardan öğretmenlere şiddet, gözaltı ve nefret söylemi Türkiye Yüzyılı vaadinin mürekkebinin kurumasına bile tahammül göstermedi.
AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın görevinden affını istemesi de bu şaşaalı gösterinin hemen sonrasında geldi. Ünal, “Cumhuriyet bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” sözlerinin gördüğü reaksiyon karşısında Atatürk ve cumhuriyete bağlılığını gösteren bir açıklama yapmış, ancak bu koltuğunu korumasına yetmemişti. AKP medyasının ne o gün, ne de izleyen günlerde “Görmedik, duymadık” muamelesi yaptığı istifa pek çok spekülasyona konu olurken, burjuva muhalefetin yaşadığı dağınıklık, siyaset gündeminin öne çıkan bir diğer başlığını oluşturdu.
Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta Siyaset Bilimci Prof. Dr. Menderes Çınar’la geçtiğimiz haftanın önümüzdeki haftaya da devrettiği gelişmeleri konuştuk.
Erdoğan “sevgi siyaseti” söylemine neden başvuruyor? “Tahakküm siyaseti yerine özgürlük siyaseti” vaadiyle, otoriter faşizan söylem ve pratikler arasındaki çelişki nasıl örtülebiliyor? Mahir Ünal’ın istifasına hangi koşullar yol açtı? Bağımsız Türkiye Partisi, altılı masaya neden davet edildi?..
Menderes Çınar yanıtladı.
Erdoğan’ın Türkiye Yüzyılı konuşmasını genel hatlarıyla nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. AKP yazar ve yorumcularına göre Erdoğan, Türkiye Yüzyılı belgesinde paradigma değişikliğine gitti. Hatta Abdülkadir Selvi bunu “Fabrika ayarlarına dönüş” olarak niteledi. Siyasal İslam, AKP çalışan bir akademisyen olarak ne dersiniz, fabrika ayarlarına dönüş söz konusu mu?
Bir kere Abdülkadir Selvi gibi yazmak zorunda olanlar dışında o şekilde düşünene rastlamadım. Onların görevi zaten o şekilde yazmak. Başka türlü yazamaz, yazacaksa da yazdığı yerde yazamaz. İkincisi, metinde fabrika ayarlarını hatırlatacak bazı güzel ifadeler var ama özgürlükçü, çoğunlukçu, bütünleştirici, kucaklayıcı siyaset söylemekle olmuyor. Onun tamamlayıcıları var ve Erdoğan fabrika ayarları gibi iddiaları doğrulayacak bir pratik göstermiyor. Örneğin fabrika ayarlarında eşcinsel haklarını savunma vardı, şimdi tam aleyhine bir söylem ürettiği gibi bunun için anayasa maddesi getiriyor. Üstelik o anayasa maddesinin bir talep olduğunu göstermek için de belli kesimleri mobilize ediyor. Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’dan sonra Ankara’da da LGBTİ karşıtı bir miting düzenlendi mesela. Dolayısıyla böyle göstergeler yok. İkincisi, zaten fabrika ayarlarını bozan Erdoğan. AKP’deki dönüşüm aynı zamanda AKP’nin bir şahıs partisi haline gelmesinin hikayesi. Ve Erdoğan’ın sicili iktidardan, iktidarı sürdürmekten başka bir normunun olmadığını gösteriyor.
O halde “birlik, kucaklaşma, bütünleştirme siyaseti” söylemine neden başvuruluyor?
Bu söylem seçim kampanyası içinde düşünülebilir. Erdoğan’ın artık yeni kitle kazanmak gibi bir beklentisi olduğunu çok düşünmüyorum, onu ister ama bu yöndeki hamlelerinin çok inandırıcı bulunmayacağını düşünüyorum. Zaten farklılıkları tanıdığı, fark olarak kabul ettiği veya muhalefeti doğal karşıladığı gibi bir şey yok orada. “Bana tabi olun, arkamda durun, beni tanıyın, itaat edin, destek verin” falan diyor özetle.
Erdoğan, büyük kalabalıkları büyük bir tantanayla topluyor, yani insanları seferber etme kapasitesi var ve bu kalabalıklarla bir güç gösterisinde bulunabiliyor. Özellikle başkalarının konser, festival için bile toplanamadığı bir durumda iktidarını görünür kılıyor. Bu, bütün o yıpranmışlık söylemlerini falan savuşturacak bir eylem olarak da değerlendirilebilir. Partisini, kendi tabanını bir arada ve diri tutma, “Biz ne oluyoruz” sorularını sordurmama hedefleniyor. Üstüne bir de iyimser bir gelecek vadediyor. Bunun aynı zamanda muhalefeti sindirme açısından da bir işlevi olabilir çünkü muhalefet toplanamıyor. Yani illa siyasi muhalefet olması gerekmiyor, işte toplumsal muhalefet görünür olmasın diye konserler, festivaller iptal ediliyor örneğin.
İnkar siyaseti yerine kucaklama, tahakküm siyaseti yerine özgürlük siyaseti, kardeşlik söylemiyle, otoriter faşizan söylem ve pratikler arasındaki çelişki nasıl örtülebiliyor peki? Ya da mesele bunun çelişki olarak görülmemesi mi?
Tablo ikinci seçeneği biraz daha geçerli kılıyor. Çünkü her vatandaş siyasi görüşü, siyasi kimliği, dini aidiyeti, cinsel tercihi ne olursa olsun “Kardeş vatandaştır” gibi bir anlayışı yok. Sadece inananlar kardeştir diyor. Muhalif dindarlara ve İslamcılara tavrından anladığımız da sadece kendisine inananların, destekçilerinin birbiriyle kardeş olabileceği yönünde. Sizinle daha önce konuşurken vurgulamıştım, Erdoğan esas olarak 2012’den, fiilen ama 2010’dan itibaren kendisine bir millet yaratıyor. Ve kardeşlik derken de o millet kesiminin kardeşliğinden bahsediyor, kalan toplum kesimlerini milletin bir parçası olarak görmüyor. Bunun en iyi göstergesi “yerli ve milli” söylemi. Bazı toplum kesimlerini yerli ve milli sayıyor ve bu kesimlerin illa dindar falan olması gerekmiyor. İşte pudra çeken de, her türlü yolsuzluğu yapan da, bazen kriminal tipler de yerli ve milli olabiliyor. Sedat Peker son kopuşuna kadar aslında yerli ve milli bir figürdü biliyorsunuz, kanımızı içecekti falan. O yüzden kullanılan ifadeler iyi olabilir ama o ifadelerin kapsama alanı dar. Ve o kapsama alanının darlığını Erdoğan’ın başka söylemlerinden de anlıyoruz.
Bu söylemin kurulduğu gün 9 gazetecinin, hemen akabinde TTB Genel Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanması ve son grup toplantısında kutuplaştırıcı dilin sürdürülmesine bakınca, son 20 yılda en söylendiği anda kalan, orada donan bir metin olduğu söylenebilir mi?
Evet, çok çabuk tükendi. Erdoğan’ın daha önce açıkladığı 2023 vizyonunun da içi boştu. Ondan sonraki manifestosunun da içi boştu ama bunlar bir şey yapıyormuş gibi yapmaya yarıyor. Çünkü mış gibi yapmak Erdoğan için önemli. Birincisi, inanan bir kitlesi var, o inancı diri tutmak açısından önemli. İkincisi, Erdoğan gibi popülist liderlerde gördüğümüz bir şey, biraz performatik olması, gösteri yapması gerekiyor. Bence bu tür vizyon belgeleri asıl o amaca hizmet ediyor. Zaten toplantının kendisi de bir çeşit prodüksiyondu. Erdoğan’a olağanüstü bir liderlik atfeden bir kitlesi var, bu performansıyla olağanüstü liderlik beklentisini de biraz tatmin etmiş oluyor. Yani içeriğinde ne söylediği o kadar önemli olmayabilir kendi tabanı açısından. Hem vizyon sunuyor, gelecekle ilgili iyimserlik pompalıyor, her şey güzel olacak diyor! Hiçbir şey hiç güzel olmuyor ama Erdoğan bizim bildiğimiz kriterlerle değerlendirilmiyor tabanı tarafından. Hep görünür olma, gösteri halinde olmasıyla da popülerite kazanan bir lider.
Erdoğan partisini diri tutma hamleleri yaparken Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın istifası geldi. Daha önce Erdoğan’ın da dillendirdiği ve siyasal İslam’ın cumhuriyete bakışını ifade eden sözleri sarf etmek bugün neden Ünal’ı koltuğundan etti sorusunun yanıtı için Bahçeli işaret ediliyor. Ne dersiniz, Ünal’ın istifası ittifakın ideolojik sınırlarını Bahçeli’nin çizdiğinin yeni bir göstereni mi oldu, yoksa milliyetçi ittifakların yarattığı toplam bir sıkışmışlık mı söz konusu?
Erdoğan bütün gücü elinde topladı ama tek başına kullanma kabiliyeti yok. Tabii ki çok güçlü, o konuda bir şüphe yok ama genel parametreleri ona o gücü kazandıran müttefikler de belirliyor. Ve o müttefikler sadece MHP’den ibaret değil. Aynı zamanda ulusalcı denilen çok kalabalık olmayan ama etkili bir kesim de var. Dediğiniz gibi Mahir Ünal’ın “Cumhuriyet düşünce setlerimizi yok etti” ifadesi siyasal İslam’ın çok standart bir eleştirisi. Erdoğan da bunu aşağı yukarı aynı ifadelerle söylemiş. Şimdi Ünal’a bedel ödetilmesinin nedeni Bahçeli’nin çıkışı. Bahçeli kapalı kapılar ardında Erdoğan’a “Bunun kulağını çek” de diyebilirdi. Ama bunu açıktan yaparak o da bir güç gösterisinde bulunuyor. Bu kadar açıktan yapılınca mutlaka sonuç üretmesi gerekir. O sonuç da Ünal’ın görevinden affı şeklinde oluyor. Bu aynı zamanda Erdoğan’ın iktidarını korumak dışında kendine ait bir siyaseti olmadığını da gösteriyor, hem ideolojik, hem entelektüel, fikirsel düzeyde.
Bahçeli’nin parlamento seçimlerinde partisine güç kazanmaya çalıştığı, bu nedenle Erdoğan/AKP siyasetinin olumsuz söylem ve politikalarıyla mesafelenmek istediğine dair yorumlar da var. Ünal çıkışı bunun içinde de değerlendiriliyor, katılır mısınız?
Mantıksız değil, çünkü MHP ayrı bir parti ve ayrı bir gelenekten geliyor. Birçok konuda ideolojik örtüşmeleri olmasına rağmen kurumsal olarak ayrı bir çıkarı var ve bunu korumak ister. Fazla angaje olup kendisinin yok olmasını istemez AKP söylemi içinde. Bu şekilde bir çıkış göstermesi “Erdoğan’a teslim oldu, ona koltuk değneği oldu” falan gibi argümanları biraz savuşturmaya hizmet edebilir. En azından şu andaki destekçileri nezdinde. Yani kopan kitleler zaten kopmuştur da koltuk değneği oldu argümanıyla muhalefet MHP seçmeni nezdinde daha fazla sonuç alabilirdi. Böylesi hamleler sonuç alınmasını biraz daha zorlaştırabilir çünkü “Biz burada bostan korkuluğu olarak durmuyoruz, bizim de bir etkimiz, gücümüz var, izlenen siyasetin ne olacağını biz de belirliyoruz” çıkışını yapıyor. Bu çıkış, MHP’nin kurumsal kimliğine, kurumsal çıkarına hizmet eden bir çıkış olabilir. Ancak, MHP büyük resmin içinde kaldığı sürece istese de istemese de bir sorumluluk alıyor ve büyük resim eğitimden siyasete, çevreden kültüre, insan gücünden gelir dağılımına hemen her alanda ne yazık ki bir yıkımın resmi.
Gerek vizyon belgesi töreni sonrası Destici ve Bahçeli ile verilen fotoğraf, gerekse ertesi gün TOGG lansmanında kareye Perinçek gibi aktörlerin de girmesi, Erdoğan’ın seçimi kazanmak için milliyetçi oylara her zamankinden çok ihtiyaç duymasının bir ifadesi olarak okunabilir mi?
Bu konfigürasyon yeni değil. Bu konfigürasyon en geç 15 Temmuz’dan itibaren ama ondan önce belki 7 Haziran seçimlerinden, hatta belki 17-25 Aralık’tan itibaren oluşmaya başladı. Yani Erdoğan zaten önceki İslamcı söylemini çok önceden milliyetçileştirmeye başlamıştı.
Erdoğan’ın şöyle bir avantajı var, belli politika gündemleriyle daha önce muhalif olan aktörleri devşirebiliyor. Vaktiyle cemaat, sonra paralel devlet yapısı dediği FETÖ’ye savaş açınca, ulusalcılar falan daha önce “Amerikan uzantısı” diye eleştirdikleri AKP çizgisine çok kolayca geldiler. Benzeri bir şey 7 Haziran sonrası MHP ile oldu. AKP’nin Kürt meselesinde güvenlikçi paradigmaya intikali MHP’yi saflarına katması için yeterli oldu. İkincisi, AKP’nin en büyük avantajı değişik dönemlerdeki muhalif grupların aslında bir demokrasi vizyonu ve demokratikleşme gündemiyle hareket etmemesi, kendi dar çıkarları, ideolojik bağnazlıkları neyse onunla hareket etmesi. O zaman AKP’nin bu muhalif kesimleri devşirmesi çok kolay olabiliyor çünkü istediği şeyi demokrasi olmadığı sürece hemen verebiliyor. Yeter ki demokrasi, liberalleşme olmasın, toplum siyasal özneleşme alametleri göstermesin.
Bu fotoğrafın verildiği ve yine büyük bir gösteriyle tanıtılan TOGG töreninin mesajı ne oldu?
TOGG meselesi “Türkiye Yüzyılı” iddiasını, “Türkiye artık otomobil de üreten bir ülke” falan gibi bir anlatıyı tamamlamış oluyor. Aynı zamanda 1960’lardaki yerli otomobil girişimi olan Devrim’in akıbetine göndermelerle, millete hizmetten başka bir sevdasının olmadığını muhaliflerinin veya eleştirenlerinin böyle bir sevdası olmadığı anlatısını da perçinliyor. Bunlar yeni şeyler değil. Erdoğan, 2011’den itibaren havaalanları, köprüler gibi “çılgın projeleri” Türkiye’nin büyük atılım içinde olduğu, uluslararası hiyerarşide yükseldiği intibasını ya da iddiasını öne sürebilmek ve bu şekilde kendi liderlik vasfını güçlendirmek için kullanıyor. TOGG de böyle bir şey. Bu tür girişimler rasyonel olarak yaklaşıldığında ciddi, büyük ve iyi düşünülmesi gereken yatırımlar. Ama bunu bir siyasi yatırım aracı olarak görürseniz o zaman tabii ki parayı bastırıp otomobil üretirsiniz ve bunun reklam, tanıtım, propaganda hatta belki ajitasyon olarak satışını yaparsınız. Öncelik bu türden bir satış olunca fizibilitesi, rantabilitesi ikincil olur. Herhalde İstanbul’daki üçüncü havalimanına harcanan paranın çok azıyla Atatürk Havalimanı genişletilebilir, ihya edilebilirdi. Veya şehir hastanelerine ayrılan parayla mevcut hastaneler. Ama bu seçenekte Erdoğan şimdiki kadar karizmatik, memleketin manzarasına damga vuran güçlü bir lider olamazdı.
Altılı masaya dönük eleştiriler yoğunlaşıyor. Buna göre iktidarın alternatifi haline gelemeyen altılı masanın Kürt sorunu, demokratikleşme, laiklik, ekonomi gibi temel başlıklarda bütünlüklü, somut bir program kuramaması Erdoğan’a yarıyor, bu da kaygı ve umutsuzluk yaratıyor. Tartışmaları nasıl izliyorsunuz? Bütünlüklü program beklentisi gerçekçi mi?
En azından imkansız değil. Türkiye vizyonuyla çıkabilirler ve aslında yapılması gereken bir şey. Şimdi vakit daraldığı için belki bunu talep etmek zor ama olması gereken buydu, en azından onu söyleyebiliriz. Şöyle düşünelim, çok hırpalanmış bir ülke var elimizde. Sadece siyaseten de değil, yoksulluk, çevre, toplumsal doku ve daha pek çok şeyde çok hırpalanmış. Mesela belirgin bir şekilde kadınların kazanılmış hakları yok ediliyor. Eğer bu memleket için dertleniyorsak, mesele sadece parti çıkarlarımız değilse ve o çerçevede bir şey yapmak istiyorsak o zaman bir demokrasi vizyonuyla çıkmak gerekiyor. Esas siyaset de o zaten. Bunu yapmak yerine AKP’nin hatalarının, başarısızlıklarının rantı üzerine siyaset yapıyorlar. İkincisi -ki bu aslında Türkiye’nin hemen hemen bütün siyasi aktörlerinde gördüğüm ve “kurumsalcılık” diyebileceğim bir handikap- parlamenter sisteme geçişle bütün demokrasi problemlerimizin hallolacağını düşünüyorlar. Siyasetin parlamenter sisteme geçiş düzeyinde kalması ve bunu aşan bir demokrasi vizyonu geliştirememesi birçok durumda AKP’nin paradigmasına teslim olunacağı anlamına da geliyor. Örneğin laiklik meselesinde bir çıkış yapabilecekken yapamıyor, Kürt meselesinde aynı şekilde. Bu meselelerin arasına FETÖ’yü de katıyorum çünkü FETÖ söylemi türlü otoriter pratiklerin meşrulaştırıcısı haline gelmiş durumda. Yani olayın kendisi başka, işlevi başka.
Sansür yasasının veya toplumsal muhalefetin aktörlerine yönelik saldırıların durdurulamaması gibi örnekler de umutsuzluk duygusunu pekiştirip, yaygınlaştırıyor…
Toplumsal muhalefet çok yüksek olduğu için AKP orayı da sindirmek istiyor. Şebnem Hanım’ın tutuklanması da bununla alakalı. Yanı sıra kadın hareketi, Kürt hareketi vs. diye gidebiliriz. Basına yönelik sansür yasası da o çerçevede ama böyle yüksek bir toplumsal muhalefet karşısında, dediğiniz gibi daha koordineli, atik ve atak bir muhalefet bekleniyor bu beklenti karşılanmadıkça biraz sönümleniyor, Erdoğan da sönümlenme algısını güçlendiriyor. Bu tabii ki momentum yakalamayı zorlaştırıyor ama şöyle düşünüyorum, o kadar başarısız bir hükümet ve o kadar kötü bir sistem var ki, muhalefetin şansının olduğunu düşünüyorum. Bu dalgalanmalar olacaktır çünkü AKP/ Erdoğan hiçbir zaman olayların gelişimini bekleyen, kaba tabirle eli armut toplayan bir aktör olmadı. Önümüzdeki seçimleri AKP’nin kazanması durumda otoriter rejimin konsolide olacağını düşünüyorum. Ama kaybederse demokrasi ihtimali olacak. Bu ihtimalin doğması muhalefetin kazanmasına bağlı.
Durum böyleyken, Meral Akşener Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) gibi yönetimin babadan oğula geçtiği bir cemaat partisini altılı masaya çağırdı. Altılı masa içindeki güç kavgalarına dair spekülasyonları arttıran bu çağrı ne anlama geliyor?
İzlenen muhalefet stratejisi aslında mekanik. Yani ortak bir vizyon geliştirmek yerine aritmetik toplamı arttırmaya çalışıyorlar. Bu eğilimin doğurduğu bir yönelim olabilir. Bir de AKP’nin bazı argümanlarını yanlışlamaya hizmet edebilir ama marjinal faydasının o kadar yüksek olacağını sanmıyorum.
Meral Hanım’ın teklifi masanın diğer aktörlerince reddedilemiyor çünkü bu mekanik mantık reddetmeyi kolaylaştıran bir mantık değil. Zaten bu mekanik mantık nedeniyle altılı masa kuruldu. Belki en başta altılı masa fikri hataydı çünkü başlangıçta CHP, İYİ Parti ve SP şeklindeki üç partinin ittifakı bir hikayeyi anlatıyordu. O üçlü ittifakın bir kimliği vardı, Türkiye aşama aşama otoriterleşirken doğru yerde durdukları anlar oldu. Sonra Gelecek, Deva katıldı. Bu partiler ne zaman kuruldular? Yerel seçimden sonra, yani AKP inişe geçtikten sonra bir fırsat doğduğunu gördüler. Bu anlamda, kaba olmazsa fırsatçı partiler bunlar. Kendi kimliklerini oluşturacak bir hikayeleri yok. Altılı masa bu şekilde genişleyince o zaman daha uzun süredir muhalif pozisyonda olan BTP’ye de yer olur.
Erdoğan’ın her seçim döneminde dillendirdiği anayasa değişikliği, bu kez başörtüsü ve “aileyi sapkın akımlardan koruma” gerekçesiyle gündemde. Ekonomik tablonun ağırlığının konuşulmasını geri plana iten bu tür kültürel başlıklardan Erdoğan kuşkusuz yararlanıyor ancak başörtüsü konusu Erdoğan için hala bir maden özelliği taşıyor mu?
Hem evet, hem hayır diyeceğim. Evet, çünkü bu madeni Erdoğan kurdu diyebiliriz. Doğal halindeyken maden değildi belki ama Erdoğan bu meseleyi çözerken aynı zamanda bu meseleyi bir maden haline getirdi. Daha liberal bir söylem kullandığı erken dönemde çözmedi. Ve aslında başörtülü kadınların baskısına rağmen erteledi, zamanında yapmadı. Erdoğan hiçbir hak ve özgürlüğü bir statüye bağlamıyor. Statüye bağlamak basitçe yasal güvence değil, o evrensel hak ve özgürlük normunun toplumsallaşması, yerleşmesiyle alakalı bir şey. Oraya doğru bir çabası olmuyor. O zaman her şey iktidara bağlı oluyor. Eğer böyleyse küçük de olsa endişelenmek için bir neden var çünkü normlar yerleşmemiş. Diğer yandan hayır, çünkü bu işte geri dönüş amaçlayacak, başörtüsünü yeniden yasaklayacak bir muhalefet olduğunu düşünmüyorum.
Kaynak: Evrensel
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()