Belki de ‘Amadeus’ hiç yazılmayacaktı.
Sürgün yıllarıydı.
Puşkin 1829 yılının yaz aylarında, Barry Cornwell’in ‘Dramatik Sahneler’ adlı yapıtını okudu. Çok etkilenmişti.
Dostu, edebiyat tarihçisi D.S. Mirsky -ki Prens Mirsky diye anılır çoğu zaman- ile sohbet ederken, onun yapıtla ilgili ”Dramatik anlar bunlar, hem de öyle ölümcül anlar ki sonrası önemsiz kalıyor” sözlerinden çok etkilendi.
Sonuçta 1830 yılında ‘Küçük Trajediler’ adlı tiyatro oyununu yazdı.
Puşkin’in yaşarken sahnelenen tek oyunuydu.
Yaklaşık yüz elli yıl sonra Liverpoollu Shaffer ‘Amadeus’u yazacaktı.
Oyunun dramatik yapısı Puşkin’in kurgusuna dayanıyordu. Salieri ve Mozart arasındaki ilahî kıskançlık hakkında yeterince tarihsel bilgi yok. Ancak yine de insanlığın kolayca alıcı olduğu bu çatışma, seyirci tarafından çok sevildi.
1983-1984 tiyatro sezonunda -ışıklar içinde uyusun- değerli hocam Alev Sezer’in de olduğu bir ekiple İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelendi.
Daha sonra farklı dönemlerde sergilenen oyun, Selçuk Yöntem’in müthiş Salieri yorumuyla yeniden izleyicisiyle bir araya geldi. Kapalı gişe oynamaya devam ediyor.
Aslında tragedyanın kaybedeni olan, Salieri’nin hikayesidir anlatılan.
”Nasıl kıskanıyorum nasıl Tanrım! Nerde adalet, eğer kutsal armağan, ölümsüz deha, bunca didinmeyi, kul-köleliği mükâfatlandırmıyorsa, tam tersine delibozuk bir serserinin beyninde yeşeriyorsa sorarım nerede adalet? Ah Mozart, ah Mozart!”
Türk dilinin unutulmaz edebiyatçılarından Tomris Uyar’ın orijinal Puşkin çevirisinden aldığımız bu satırlar; insan ruhunun gri bir kül içinde kalmış, gizemli dehlizlerindeki kıskançlık duygusu tarafından ansızın nasıl kuşatılabildiğimizi anlatıyor.
Öyle yeteneksiz sıradan bir saray müzisyeni de değil Salieri…
Yaşadığı yıllarda Viyana, Roma, Paris gibi klasik müziğin zirvesini yaşayan ve yaşatan kentlerin üzerinde etki bırakmış, dönemin müziğini olduğu gibi bestecilerini de yönlendirmiş bir sanatçı…
Klasik müziğin teorisini, döneminin ve öncesinin müzik dilini çok iyi bilen, kendinden önceki kuşağın kutup yıldızı C.W. Gluck’un izlerini takip eden, döneminin önemli bir kompozitör ve eğitmeni…
Salieri’nin öğrencileri arasında Beethoven, Schubert, Liszt gibi isimler var. Hepsi o günlerin yetenekleriydi, her biri bugün klasik müziğin kilometre taşları…
Salieri hiçbir öğrencisine hissetmediği o duyguyu Mozart’la tanıyor.
Onu seviyor, hayran oluyor ve nefret ediyor.
Çünkü Mozart, Saileri’nin çocukluğundan bu yana hayal ettiği, arzu ettiği kompozisyonları bulabilmek için Tanrıya adaklar adadığı, o ilahî sesi notlarında dile getirebiliyor! Hem de döneminin ahlaki birçok değerinden uzak, dengesiz yaşantısına ve davranışlarına rağmen…
Deha ve yaratıcılık karşısındaki çaresizliği Salieri’yi binlerce yıllık bir insanlık hikayesinin trajedisine geri götürüyor; Habil ve Kabil’in öyküsü!
Salieri’nin dramı yeteneklerinin sınırını bilerek yaşamaktı. ”İnsan, kendini insanda tanır” diyen Goethe’nin ‘Faust’u gibi ruhunu satmaya çoktan hazırdı.
Oyunu bir tarihsel gerçek gibi değil, hakikat gibi izleyin.
Perde kapansa da ‘Amadeus’ içinizde hiç bitmeyecek.
Kaynak: DİKEN
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()