Üniversiteden atıldığımız günlerden itibaren desteğini hiç esirgemeyen, güler yüzlü Mülkiyeli ağabeyimiz Gazi Turgay Özmansur’un güzel anısına…

Üç-dört gündür, AKP’li bir heyetin TBMM’deki muhalefet partilerine ‘anayasa değişikliği’ ziyaretleri konuşuluyor. Burada, çok küçük bir parantez içinde, 2017 sonrasında yürütme organı mı yoksa idari organ mı olduğu tartışmalı (bence, idari) olan‘bakan’ ve yasama meclisi üyesi olan ‘milletvekillerinden’oluşan o ‘heyetin’ hukuksal/anayasal vasfının ne olduğu, sorusunu yöneltmek isterim. Bakan ve vekil arkadaşları mı, bakan ve mahalleden arkadaşları mı, milletvekilleriyle koridorda karşılaşıp sohbet uzayınca peşlerine takılmış bir bakan mı? Yoksa fiili durum mu? Konuyu uzatmıyorum, nihayetinde TOGG durdurulamaz. Kapa parantez.

Evet, ziyaret konuşuluyor, çünkü HDP’ye de misafir oldular. Çünkü HDP de TBMM’deki partilerden biri. Çünkü HDP, TBMM’deki üçüncü büyük parti konumunda. Bu ‘olağan’durumun konuşulmasının nedeni herkesçe malum. Barış süreci sona erdikten sonra parti-devletin kararı gereği kriminalize edilen, yanına yaklaşanın dahi ‘terörle iltisaklı’ ve peşi sıra hedef gösterilmesine neden olan bir parti HDP. Bunu yapanların, HDP’yi bile isteye hedef haline getirenlerin bir anayasa değişikliği için HDP’yi ziyaret edişiyse olsa olsa Türkiye siyasetindeki “Yaaa abi siyaset işte yaaa” tarzıyla açıklanabilir. Bu zırvanın hak ettiği sıfatı ben yazmayayım, siz ekleyiverin.

Peki, AKP bunu yaptı, yapıyor, daha önce de yapmıştı, yine yapar ve bunları yaptığı için tek oy dahi kaybetmedi, yine kaybetmez; dolayısıyla söz konusu ziyaret AKP’nin değil, HDP ile yan yana görünmekten ödü kopan pısırıkların derdi. Zevzeklik bu hikâyenin neresinde, derseniz…

Kimi muhalefet vekilleri, özellikle sağdan olanlar, günlerdir o fotoğrafın üzerinde tepiniyor. Gündeme getirmekte ve olup bitendeki iki yüzlülüğü ifşa etmekte haklılar. Buna mukabil, ifşayla, işi HDP’yi tekrar tekrar yok saymaya vardırmak arasındaki çizgi aşıldı. Bir kesim muhalif, özellikle sağcı olup da kendilerine sağcı dendiğinde alınan er kişiler, şaka maka HDP’lilere ‘yanında görünmenin’ dahi felaket getireceği bir topluluk muamelesi yapmaktan çekinmiyor. Ne yazacaklarını, ne yapacaklarını şaşırmış haldeler.

Muhteremler muhteremi muhalefet vekilleri bir fotoğraf üzerinde tepinir ve AKP’nin haftalık toplantısında bir genç grubu, “Keeemaaal pabucu yarım, çık dışarıyaaa oynayalım” davetini tekrarlayarak, söz konusu siyasal ideolojinin tarihsel ve güncel düşünsel birikimi ve fırından yeni çıkmış sempatizanlarının hali pür melali hakkında fikir verirken, Türkiye’deki emekçilerin durumuna ilişkin çarpıcı bir rapor yayınlandı.

İSİG (işçi sağlığı ve iş güvenliği) Meclisi’nin 3 Kasım 2022 tarihli raporu, 2022’nin ilk 10 ayında (304 günde) en az 1521 ve AKP’li (2002’den bugüne) yıllarda en az 30 bin 224 (otuz bin iki yüz yirmi dört) işçinin hayatını kaybettiğini belirtiyor. (İSİG Meclisi’ni düzenli izlemenizi öneririm.)

Son zamanlarda nedense Kenan Evren’in tavrını ve konuşmalarını sık hatırlıyorum. İSİG Meclisi’nin raporundaki son rakamları okuduğumda, Evren’in 12 Eylül 1980 Cuma günü yaptığı ve aynı gün Resmî Gazete’de ‘1 No’lu MGK Bildirisi’başlığıyla yayımlanan darbe konuşmasında verdiği bir örnek geldi aklıma. Evren, terör eylemlerinde can veren yurttaşların çokluğunu anlatmak için şu örneği vermişti: “Son iki yıllık süre içinde terör 5241 can almış, 14 bin 152 kişinin yaralanmasına veya sakat kalmasına neden olmuştur. İstiklal harbinde Sakarya savaşındaki şehit miktarı 5 bin 713, yaralı miktarımız 18 bin 480’dir…”

Her gün emekçiler can veriyor bu ülkede, AKP’li yıllarda sayı 30 bini geçmiş durumda. Türkiye’de bir-iki emekçi öldüğünde dikkat çeken haber olmaz, ilgilenenler bilir, raporlara girer. Ülke gündemini birkaç saat ya da en çok bir-iki gün meşgul etmesi için (en son maden felaketi nerede yaşandı, hangi aydı, kaç kişi ölmüştü…), emekçilerin topluca ölmesi gerekir. Ümit Kıvanç’ın şu yazısında dile getirdiği gibi ölümler topluca olmadığında sistem açısından kaygı doğurmaz, ölenlere Allah’tan rahmet yakınlarına sabır ve başsağlığı dilenir, hayat devam eder. Bunun nedeni elbette fıtrat, kader filan değil, sömürünün en çılgısız versiyonunun yürüklükte oluşudur. Bir başka deyişle, kapitalizm sömürür, az geçilmiş ülke (ve demokrasi) kapitalizmi, bir başka sömürür.

Türkiye’de sömürünün hukuksal izini takip etmek hiç zor değildir. Olağan dönemde ücret, sendikal haklar ve işçi güvenliğine ilişkin düzenlemelere, olağanüstü dönemlerde, örneğin OHAL koşullarında yaratılan hukukun hangi sınıfın, hangi zümrelerin çıkarına olduğuna bakılarak rejimlerin emek ve emek hareketleri karşısındaki tutumu anlaşılabilir. Korkut Boratav hocanın 12 Eylül darbesini ‘sermayenin karşı saldırısı’ifadesiyle tanımlaması boşuna değil. 12 Eylül darbesi ve 1982 Anayasası temel hak ve özgürlükler faslında ‘devleti yurttaşa karşı korumayı’ hedeflemiş, sendikal hakları kuşa çevirmiş, sendikalarla siyaset ilişkisini kesmeye yeltenmişti. 1961 Anayasası ile karşılaştırıldığında, hem sendikal haklar hem de devletin koruyuculuk görevinde geriye gidiş söz konusudur. (‘Üçüncü kuşak’ haklar bir yana, onlar yenilikti.)

Kenan Evren o darbe konuşmasında, emekçileri ‘çalışkan ve vatansever’ iltifatıyla tanımlarken, ‘temiz Türk işçisinin’kendisini sömürenlerin oyununa geldiğini ve bundan böyle buna izin verilmeyeceğini ifade etmişti. Anayasa’daki hak ve özgürlükler düzeninin nasıl ele alınacağına yönelik bir ‘peşrev’ niteliğindeydi bu sözler. Dönemin TİSK Başkanı patron Halit Narin’in, “Bugüne dek işçiler güldü artık gülme sırası bizde”deyişi de aynı peşrevin mütemmim cüzüydü. Günümüzde Osman Kavala hakkında tek cümle kurmaktan aciz TÜSİAD’ın, o devirde de arka arkaya verdiği gazete ilanlarıyla Ecevit hükümetini devirmeye çalışması, 12 Eylül darbesi konuşulurken mutlaka hatırlanması gerekenlerden. “Sermaye, hukuk devleti ister”ezberinin, aksini sergileyen sayısız örneğe rağmen yinelenebiliyor oluşu, pek tuhaf.

Hal böyleyken tüm temel hak ve özgürlükler içinde ‘sosyal haklar’, Anayasa’daki temel haklar kısmının üçte birini oluşturması ve bir hakkın diğerine hukuksal üstünlüğü olmamasına karşın, hemen her zaman üvey evlat muamelesi gördü. Temel hak düzenlemelerine dair, bolca Kürt-Türk, bolca Alevi-din dersi, bolca cinsiyet tartışmasına tanık olursunuz, ancak sosyal hakların adını fazla işitmezsiniz. 1982’den bugüne onca anayasa değişikliği esnasında sosyal ve ekonomik hak ve ödevlere fazla dokunulmamış, birkaç önemli düzenlemeyi bir yana bırakırsak, değişiklikler genellikle makyaj ölçeğinde kalmıştır. Örneğin, 1995’te kamu görevlilerine sendika kurma hakkı verip hemen hiçbir sendikal hak tanımamak gibi ya da 2010’da büyük şamatayla pazarlanan memurun toplu‘görüşmesininin’ toplu ‘sözleşmeye’ dönüştürülmesinin, gerçekte yalnızca bir sözcük değişikliğinden ibaret oluşu gibi.

‘Ağzı dualı neoliberal’ AKP’li yılların taşları, öncesinde döşenmeye başlanmıştı. Özelleştirmeler, güvencesiz çalışma biçimleri vs. Rapor’dan bir alıntı:

“1990’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başında ise AB süreci çerçevesinde uluslararası yeni iş bölümüne katılımın köşe taşları oluşturulmuş ve birçok emek karşıtı yasa çıkarılmıştır. (İş Yasası vd.) Güvencesiz çalıştırma biçimleri olan taşeronlaştırma, göçmen ve kaçak işçilik, kısmi süreli çalışma, esnek istihdam, ev işçiliği, mevsimlik işçilik ve geçici işçilik… bu süreçte işte bu zeminler üzerinde gerçekleşti. Türkiye toplumunun yüzde 80’i proleterleştirildi. Bunun bir sonucu olarak 2013 yılında 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası çıkarıldı. Bu yasa esasen neoliberalizmin işçi sağlığı alanındaki kurallarını simgelemiştir. Devamında 2016 yılında OHAL ilanı sonrasında ise ilk uygulama, zaten son derece zayıf olan emekçilerin iş güvencelerini koruyan yasaları fiilen ortadan kaldırmak oldu. Darbe girişiminde bulunanlarla alakasız olan binlerce emekçi işsiz kaldı, diğer emekçiler de işsizlik tehdidi ile en temel haklarını dahi arayamaz duruma geldi. Birçok emek karşıtı yasa ve uygulama (BES, grev yasakları vd.) bu dönemde hayata geçirildi. 2020 yılından itibaren ise emek alanında uygulanan salgın yönetimi (ölümüne çalıştırma ve hak arayan işçilerin Kod-29 ile işten çıkarılması) ile Covid-19 bir işçi sınıfı hastalığı haline getirildi, binlerce işçi hayatını kaybetti, on binlerce işçi hastalığa maruz kaldı. Tuzla Tersaneleri, Davutpaşa/OSTİM, Soma, Torunlar, Ermenek, Covid, Silikozis, Asbest, Bartın ve niceleri… Sonuç ortada! Güvencesizliği bugünün proleter çalışma ve yaşam disiplini haline getiren AKP’nin iktidar yılları boyunca İş Cinayetlerinde 30 bin 224 işçi hayatını kaybetti.” 

Rapor ardından gazeteci Hakkı Özdal, Evrensel’de İSİG Meclisi raporunu merkeze alan çok güzel bir yazı kaleme aldı. ‘AKP’li 20 yıl: Sermayenin diktatörlüğü ve iç kavgası.’

Özdal’ın yazısından: “AKP, 12 Eylül’ün öncelikle işçi sınıfını hedef alan, ama öğretmen, mühendis, hekim, avukat gibi meslek sahiplerine de uzanan emek karşıtı taarruzunun hem fiziki hem de imgesel bir sonucudur. 12 Eylülcülerin, büyük sermayenin içtenlikli alkışları eşliğinde ve zorbalıkla, kan dökerek düzlediği alanda; mücadele araç ve yöntemlerinden uzak tutulmuş, Anadolu’dan ucuz işgücü olarak gelip yığıldıkları büyük kent banliyölerinde dinci ve milliyetçi ağlarca kuşatılmış yeni emekçi bölüklerinin rızasını kazanma mahareti göstermiştir. AKP’yi Türkiye’de sermaye sınıfının tüm fraksiyonları için –özellikle de başlangıçta– cazip hale getiren temel etkenlerden biri budur. AKP-Erdoğan, Türkiye’de 90’lardan itibaren sarsılan ve 2000’ler başında iyiden iyiye çözülmeye başlayan neoliberal hegemonyanın, işçi sınıfı ve geniş halk kesimleri üzerinde yeniden tesis edilmesini sağladı. Bir sözde kültür savaşı, ‘vesayete karşı sessiz çoğunluk’,‘merkeze karşı çevre’ gibi iç gıcıklayıcı tavus kuşu desenleriyle çarpıtılarak anlatılan bu ‘tesis’; bir yandan emekçi sınıfların oy vermeye, seçmenliğe indirgenmiş rızasını devşirirken bir yandan da emeğe karşı eşi benzeri görülmemiş bir fiziki saldırı yürüttü. Ücretlerde ağır kayıplar, güvencesiz çalışmanın kamu da dahil tüm alanlara büyük bir meşrulukla yayılması, iş güvenliği konusunda neredeyse düşmanca bir tutumla on binlerce işçinin canını alacak bir emek cehenneminin inşası… (İSİG verilerine göre 20 yılda 30 binin üzerinde işçi can verdi.)” 

Doğru söze ne denir…  Özdal, yazısının devamında AKP’nin sermayenin ‘iki kesimi’ arasındaki gerilimin seyrinde de yer aldığını ekliyor ve bunu kavrayabilmek için 12 yıl önce, 9 Eylül 2010’da Başbakan Erdoğan’ın söyleşisinden ve TÜSİAD eleştirisinden anekdot aktarıyor. Okumanızı tavsiye ederim, bugüne nasıl gelindiğinin anlaşılması için çok yararlı.

Akıl almaz boyutta özelleştirme, kural haline gelen cezasızlıkla bir arada yürüyen bir emekçi kıyımı, o kıyımı fazlaca umursamayan, adalet duygu ve ilkesinden vazgeçmiş bir toplum ortalaması, paralı sağlık ve eğitim hizmetlerinin bir avuç mal mülk sahibini mutlu eder hale gelişi ve kalan çoluk çocuğun köleliğinin büyük ölçüde kabullenilmesi… Özellikle sonuncusu.

Geçen haftaki gündemlerden biri, Milli Eğitim ile bir market zinciri arasında imzalanan ‘ucuz iş gücü’ (iptal edildiği duyuruldu) protokolüydü. Diğeri, Milli Eğitim bakanının, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki konuşmasında açıkladığı, ‘ilkokul, ortaokul ve lise çağında’ olup kayıt dışı durumundaki çocukların sayısı: 282 bin 811. Can çekişen kapitalizmin yerli ve milli türünün gidişatına da uygun bir durum bu: Kendisine bekçi görevi verilmek istenen bir toprakta, nitelikli eğitim almış ve dünyayla bağ kurabilen bir avuç iyi halli genç ve vasıfsız, köle ücretiyle çalışmaya hazır, kendilerinden umut kesilmiş, bir süre sonra köle ücretiyle çalışacak iş de bulamayacak milyonlarca yoksul genç.

Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz… Devlet ayrı hükümet ayrı… Ekonomik büyüme için hukuk devleti ve demokrasi şart…

Oysa, egemen sınıf/zümrelerin yönetime hâkim olduğu ve emekçinin ölümüne sömürüldüğü, insanların göz göre göre can verdiği, henüz yaşayanların açlıkla mücadele ettiği, cezasızlık geleneği nedeniyle kayıpların hesabının sorulması gerektiği gibi sorulmadığı, sebep olanların değil onları savunan Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı’nın cezaevine girdiği, toplam gelirin büyük kısmının nüfusun küçük bir kesiminin elinde toplandığı, milyonlarca insan yokluk çekerken lüks araç siparişinin doruk noktaya ulaştığı, imtiyazlarla bezenmiş, kaynaşmamış kitlelerin yaşadığı bir ülke, Türkiye. Devlet ve hükümet de, dillendirmeye doyamayanların zannettiği ölçüde ‘ayrı’ değil.

Kaynak: DİKEN
  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…