Toplum ve şiddet ilişkisini dert etmeliyiz. Şiddetin coğrafi ve kültürel bir haritası olduğu muhakkak. Bizler şiddetin her türlüsü ile iç içe yaşayan bir toplumuz. Şiddet yapısal bir formdur, önemli bir silahtır. Hegemonyası dudak uçuklatıcıdır. Genellikle kısa vadede sonuç alıcıdır. Ama orta ve uzun vadede etkileri hissedilmez, öngörülmez; bu yüzden bumerang etkisi yapabilir. Şiddeti uygulayan, dozajını hissetmediği için kendinden geçebilir. İnsanların otoriteye nasıl boyun eğdiklerini anlamayı amaçlayan ünlü ‘Milgram Deneyi’nihatırlayalım. İktidar böyle bir şeydir. Tüm değerlerinizi kaybettirebilir, sizi merhametsiz biri yapabilir. Şiddet ve güç ilişkileri insanı çürütür, bu ilişkilerde ısrar etmek mutlak çürütür. Bu yüzden özgür birey ütopyamızı bir kez daha hatırlayalım.
Uygarlığın başından beri fiziksel şiddet kontrol altına alınmaya çalışıldı. Kısmen başarı da sağlandı. Tarihsel şiddet gösterileri (suçlu ilan edilen insanların kalabalıkların gözü önünde dört ata bağlanarak parçalanması, giyotin ve idam gösterileri gibi) çağın toplumuna boyun eğdirme hedefiyle yapılıyordu. İnsan hakları mücadelesi bu işkencelere karşı muazzam bir karşı duruş sergiledi ve bu şiddet biçimlerine son verdi. Günümüzde ise şiddet kan akıtmadan sürdürülüyor. Fiziksel şiddetin kontrol edilmesiyle sembolik şiddet ölçüsüzce ve yaşamın tüm hücrelerine sirayet etmesi için serbest bırakıldı. Toplum korkutan ama öldürmeyen, gözetleyen ama dokunmayan, fakat bedeni itaate zorlayan şiddete maruz bırakıldı. Sembolik şiddet insanların soyut dünyası üzerinde kibar bir barbarlığa dönüştü. Mesela teknolojik aygıtlar her gün şiddet üretiyor; kentler, bürokratik, siyasal ve kültürel yapılar, pazar ve kalabalıklar, gelenek ve geleceğin şiddeti her gün yeniden üretiliyor. Her an hepimiz farklı dozajda şiddete maruz bırakılıyoruz. Şiddetin hegemonik sağ, eril, dinci, sermayeci ve devletçi mahallelerdeki bolluğu çok şaşırtıcı değil. Ancak ezilen, dünyaya soldan bakan, yerli halkların mahallesinde bu şiddet biçimlerine rastlamak pek trajik bir durum. Biraz daha somutlaştıralım.
Şiddet ritüeli
2023 seçimlerinde adaylara yönelik karşılaştığımız vitrin şiddeti ile demokratik toplum olma tahayyülü arasındaki ilişki dikkat çekiciydi. Özellikle bazı partilerin tamamen ünlülere yönelik arayışları, her ne kadar daha fazla oy almaya dönük pragmatik bir siyaset olsa da politika nedir, kimler neden politika yapar sorularını sormanın önünde engel değil.
Siyasetin ünlülere yönelen elit tonlarını “vitrinin şiddeti” olarak kavramsallaştırmak istedim. Bu tonların koyulaşmasının toplumda kadercilik kültürünün yeniden hortlamasına, toplumun kurtarıcı beklemesine, siyasete katılımında ve kendini özne olarak görmesinde yetersizliğe sebep olduğunu belirtelim. Bu profillerin hangi politikasıyla ve hangi fikriyatıyla, toplumun hangi sorununa çözüm getireceği konuşulması gerekirken, vitrinin şiddeti bir eziyete dönüştü.
İktidarın merkeziyetçi siyasetinin karşısına şahıslardan çok politikalarla çıkmak gerektiğini düşünüyorum; iddialarımız nedir, neyi nasıl değiştireceğiz, nasıl bir rejim istiyoruz… Maalesef bunların ötesinde toplum, vitrine ve koltuğa odaklanan bir tartışma serisinin yarattığı şiddete maruz kaldı.
Vitrin şiddetinin yanı sıra bu yazı, demokratik Kürt siyasetine yönelik yargı kıskacı ve buna karşı alınan tutuma yönelik bir tartışmaya odaklanacak. Burada da “risklerin şiddeti”ne maruz kaldığımız söylenebilir.
Risklerin şiddeti
Yakın zaman önce AKP yargısı HDP’ye kapatma davası açtı. Hukukla bir bağı olmayan ve tamamen hile ile rakibini saha dışına itmeye çalışan bu iktidar oyununda 450 siyasetçimize siyasi yasak isteniyor. Geriye kalan arkadaşların da siyasi davaları var. Zaten birçok siyasi kadro ya cezaevinde ya da diasporada. Parti, son milletvekili seçimlerinde tedbir amaçlı siyasi yasak istenenler ile alt mahkemelerce ceza verilip hâlâ temyiz edilmeyen yargı dosyalarını esas alarak birçok siyasi kadrosunu adaylık için değerlendirmeye almadı.
Böylece iktidarın siyasi tuzaklarıyla demokratik siyaset hakkı elinden alınmaya çalışılan birçok siyasetçi, bu sefer de partinin bu kararından dolayı demokratik haklarından mahrum bırakıldı. Elbette iktidarın kurduğu oyunu anlayabiliriz. Ancak daha önce, seçimlerin ve halkın gücüyle cezaevinden milletvekili çıkaran partinin bugün dışarıda olan siyasetçilere yönelik cezaevinden farksız olmayacak şekilde siyaset hakkı kısıtlamasına gitmesi kabul edilmesi zor bir tutum… Hele de iktidarı değiştirmek gibi bir hedefe odaklanmışken böylesi bir tutumun bir riski bertaraf ederken bir diğer riskin önünü açtığına dikkat çekmek zorundayız. Öncelikle böyle bir tasarrufta bulunmak dayatılan egemenin yasasına ve vehmettiği “suç”a peşinen teslim olmak anlamına gelir. Devrimci bakışı da içeren bir siyasi mücadele, egemenin yasasına göre hiza almaz. Ölçümüz, ilk önce kendi vicdanımız, hukukumuz ve adaletimiz olmalı.
Bir deneyimi hatırlatalım. KHK ile ihraçlar başladığı sıralarda sendikalar kongreye gitti ve yönetimlere KHK’lı arkadaşları almama kararı alındı. Bir süre sonra bu kararın yanlış olduğunu gördük ve eleştirdik. Böylesi kararların direnişi cezalandırmanın başka bir biçimi olduğunu söyledik ve kabul etmedik. Tepkiler artınca karar değişti ve birçok KHK’lı arkadaşımız sendikalarda görev alarak sürecin yükünü omuzladılar. En somut örnek, işlerinden ihraç edilen ve hâlâ görevlerinin başında olan KESK ve Eğitim-Sen genel başkanlarımızdır.
Kürt siyasetine yönelik siyasi yasak ve yargı kıskacı, bir mücadele dinamiği olan demokratik siyaseti iktidarın ve devletin belirlediği oyunun içinde oyun kurmaya itiyor. Bu da demokratik siyaseti sürekli en kötü senaryolara göre düşünmeye zorluyor. En kötü senaryoya göre yaşamı kurmak, bizi en kötü senaryolarla birlikte yaşamaya ve buna alışmaya razı ediyor. Bu büyük risk. Riske karşı alınan tedbirin “gelecek siyasetine” yönelik yarattığı risk ise böylece göz ardı ediliyor. Zira direniş öznelerini “risk” olarak görmek, son tahlilde direnişe mesafe koymak anlamına gelir; dahası nesnel olarak direnişi içeride cezalandırmaya varan bu eğilim, riski engellemeyi öngörürken daha büyük risklerin önünü açmış olur.
Demokratik siyasetin mesafe şiddeti
Demokratik siyasetten kaynaklı sistemin yargı kıskacına giren siyaset kadrolarına yönelik kararlar öncelikle sistemin iştahını kabartan kararlar olarak tarihe geçecektir. Ayrıca bu demokratik siyaset ile devrimci siyaset arasındaki mesafeyi açar. Devrimci siyaset açısından geri adım anlamına gelen bu tür kararlar siyasetimizi iktidarın belirlediği oyun alanına hapseder. Son zamanlarda bu konularda verilen tavizler, alınan tedbir veya önlemler parti faaliyetlerini sadece ve bütünüyle sistem içi pozisyon almaya zorlayan adımlardır. Daha da tehlikeli kısmı bu tür kararların bir anlayışa dönüşmesidir. Bu anlayış özellikle seçim zamanlarında siyasetimizi defosuz, pirüpak aday arayışına götürür. Daha da kötüsü bu tür kararlarla insanlara “siyaset yapın ama siyasi davanız olmasın!” demiş oluruz. Her ne amaçla olursa olsun bu tür kararlar devrimci mücadeleye hiçbir şekilde katkı sunamaz. Tam aksine devrimci mücadelede siyasi kültürümüze yakışmayan bir anlayışın önünü açar. Bunu kabul edemeyiz. Kaldı ki her devrimci mücadele adil olmayan yasalara karşı meşru ve fiili bir mücadele verir, o yasalara göre hizalanmaz. Üstelik adil olmayan yasalara karşı mücadele toplumsal bir talep halini almışken bu yasaları esas alarak verilen her karar daha fazla adaletsizlik üretir. Egemenin yasasının şiddetine maruz kalmışsak yapacağımız şey bu şiddeti kendi şiddetimiz ile revize etmek olmamalı. Dolayısıyla kimse bu tür geriye götüren kararları normalleştirmemeli.
Devrimci siyasetimiz, ezilenlerin, ötekilerin, haksızlığa, hukuksuzluğa uğrayanların siyasetidir. Eğer bizler zorbalığa uğrayan kesimlerle birlikte hareket etmezsek kendimizle, mirasımızla, geleneğimizle çelişmiş oluruz. Kim ezilmişse ona daha fazla siyasal ve hukuksal alan yaratmalıyız. Ezilenin hukukunu esas almalıyız. Kürtler ezilmişse daha çok onların yanında durmalıyız; işçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, emekçiler, KHK’lılar ezilmişse onlara bir hukuk yaratmalıyız. Onlarla aramıza mesafe koyan siyaset bizim siyasetimiz olamaz. Burada biraz inisiyatif almak, öngörü sahibi olmak ve bu tür kararların orta ve uzun vadede sonuçlarını iyi düşünmek gerekiyor.
Aşırı riske bağımlı siyaset kör eder. Sistemin önümüze sürdüğü riskler direnişle yarattığımız fırsatları görmemizi engeller. Buradan bir büyüme çıkmaz. Büyümeden ne kastedildiği de önemli. Demokratik teamüllerden vazgeçmeden, ancak yerelin, baldırı çıplağın, emeğin, fedakarlığın gücüyle güçlenerek büyüyebiliriz. Başkalarının rüyasıyla mutlu olamayız. Niceliksel olarak büyüsek bile nitelikçe değer yitimi bizi istatistik haline getirir. İktidarın şimdiki niceliği iyi bir örnektir. “Ben yaptım oldu” siyaseti bizim siyasetimiz olmamalı. Bir mahallede sandık kurulsun diye sayısız insanımız yaşamını yitirdi. Bir seçmenimiz oy kullansın, iradesine sahip çıksın diye insanlarımız sokak ortasında infaz edildi. Tam de bu nedenle bizler için siyaset sıradan bir olgu değil, bir yaşam biçimidir. Kimsenin siyasetimizi ve yaşamımızı sıradanlaştırmasına izin veremeyiz. Siyasetimizde değer üretmek, insan yetiştirmek öyle kolay olmuyor. Sistemin yanlışlarına nasıl itiraz ediyorsak içimizdeki yanlışlara karşı daha çok itiraz etmeliyiz. Kaçmadan, küsmeden, tartışarak, eleştirerek düzeltme yolunu tercih etmeliyiz. Çünkü içimizdeki yanlışlar, bize sistemin yanlışlarından daha fazla zarar verebilir.
Sonuç olarak insanlar bir yandan direndikleri için sistem eliyle yargılanırken diğer yandan yargı kıskacının parti tarafından da kabullenilmesi büyük bir kırılma ve şiddet yaratıyor. Evet partili arkadaşlar son kertede hiçbir yere gitmezler. Ama hiçbir yere gitmiyorlar diye de ezmemeli, başkalarına ezdirmemeliyiz. İnisiyatif alma, kolektivizm, dayanışma, katılımcılık gibi ilkeler bizim için sıradan ilkeler değildir. Bu bağlamda demokratik siyaset devrimci mücadeleden uzaklaşmamalı; birlikte değer üretmelidir. Demokratik siyaset ile devrimci siyaset arasında açılacak mesafeyi kimse kapatamaz. Siyasetimiz kendi çocuklarına yönelik tutumunu gözden geçirmelidir. Her demokratik siyaset kadrosunun hangi emeklerle yetiştiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Demokratik siyaset kadrosu eleştiren, analiz eden ve sorgulayan bir gelenekten geliyor. Kimse bu konuya sıradan yaklaşmamalı, sıradanlaştırmamalı. Evet, hiçbir arkadaşımız bir yere gitmez, kimse böyle bir basitliğe de düşmez; ama günün sonunda “Yeter heval! Bizi bu kadar ezdirmeyin!” diyorsa, bu dikkate alınmalıdır.
Ferit Şenyaşar başta olmak üzere Yeşil Sol Parti’nin tüm adaylarına başarılar diliyorum. Tüm arkadaşlarımızla kalan 33 günü devrimci siyasetin kazanması için bir mücadele iklimine çevireceğiz.
Birlikte Değiştireceğiz.
Kaynak: KARINCA
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()