Planlamadığım halde, eğitim nedeniyle kendimi Danimarka’nın yaklaşık yüz elli binlik nüfusuyla üçüncü büyük şehri olan Odense’de buldum. Odense, tek katlı renkli evlerden, bol bol yeşillikten, Hygge* kültürünü yansıtan, kafe, bar ve restoranlardan oluşan güzel bir şehir.
Daha ilk adımda Andersen’in varlığı göze çarpıyor. hem onu çok sevip onunla gurur duyuyor hem de Prag’ın Kafka’ya, Lizbon’un Pessoa’ya yaptığı gibi hayallerinden, yaratıcılığından ve ününden yararlanıyorlar.
Andersen’in çocukluk evi ve bu ev ile Andersen Müzesi’ne giden yol.
Şehirde birbirine iki sokak yakınlıkta bulunan, Andersen’le ilgili iki bina var. Biri, iki katlı, renkli Andersen Müzesi. Müzede kronolojik sırada yazarın hayatı ve işleri özetlenmiş. Diğeri, tek katlı, alçak tavanlı sarı bir ev. Hans Christian yoksullukla geçen çocukluğunun bir kısmını bu evde geçirmiş. Asıl müze gezildikten sonra çocukluk evini görmek daha mantıklı olur. Aksi halde çocukluk evi, üç-beş eşyası, kapıların küçüklüğü ve odalarının darlığı ile zamanın boy ortalamasını göstermekten, ailenin yoksulluğundan başka bir şey anlatmıyor.
Andersen Müzesi’nin girişi.
Müzeyi gezerken bir kez daha anladım ki, insanların bir kez görebilmek için uzak coğrafyalardan kalkıp geldiği bir sanatçı olmak, türlü dertlerle boğuşmuş bir geçmişe sahip olmakla da yakından ilintili.
Andersen’in yüzlerce masal, şiir, çizim ve üretimle dolu hayatı pek çok sanatçınınkiyle ortak paydada birleşiyor. Yoksul bir çocukluk, herkesten farklı olma, içine kapanıklıkla, bol okumayla geçen sürede yaşıtlarından uzaklaşma ve alay edilme. Andersen’de alay boyutu dış görünüşüyle de birleşiyor. 19. yüzyılın başında yaşadığı göz önünde bulundurulursa, dönemin boy ortalamasına oranla çok uzun olan (1,85 cm) Hans’ın ayakkabı numarası da 47-50 arasındaymış. Çocukluk döneminde de yaşıtlarından hayli uzun olduğu için görünüşüyle bol bol dalga geçilmiş. On bir yaşındayken ayakkabı ustası babası ölünce, çamaşırhanede çalışan annesi ile iyice zor durumda kalmışlar. Hans Christian geçinebilmek için türlü işlerde çalışıyor, ancak fırsat bulduğunda okula gidebiliyormuş. Annesi ve etrafındakiler onun geniş hayal gücünü ve hikâye anlatma kabiliyetini fark etmiş. Durumdan hoşnut olmayan annesi onu bir sigara fabrikasına çalışmaya, bazen de terzinin yanında çıraklığa yollamış. Ama bunlar onu yıldırmamış. Tek ilgilendiği, babasının ona ölmeden önce okuduğu hikâyeler, erken yaşta keşfettiği Shakespeare tiyatrosu ve kitaplarmış.
On dört yaşında evi terk edip oyuncu olmak için Kopenhag’a gitmiş. Ancak ilk üç yılı çocukluk döneminden bile daha yoksul geçmiş. Yine de sanat alanında tutunabileceği her şeyi denemiş. Önce koroda şarkı söylemiş, sonra balet olmayı kafaya koymuş. Uzun boyu ve dengesizliği yüzünden başarılı olamamış.
The Danish Royal Theatre (Danimarka Kraliyet Tiyatrosu)
On yedi yaşına geldiğinde The Royal Danish Theatre’ın (Danimarka Kraliyet Tiyatrosu) direktörü Jonas Collin ile tanışınca hayatı değişmiş. Collin, Andersen’in yazdıklarını okumuş, yeteneğini görmüş ve Kral VI. Frederik’i onun eğitim masraflarını karşılamaya ikna etmiş. Okula başlayan Hans Christian yine aynı dertlerle boğuşmuş. Yalnızlık ve farklılık yakasını bir türlü bırakmamış. En sonunda okul yönetimi Danimarka Kraliyet Tiyatrosu yöneticisine Hans’ı okuldan almasını söylemiş. Collin, Hans’ın evde özel eğitim almasını sağlamış, bu sayede Kopenhag Üniversitesi’nin giriş sınavını geçebilmiş (Bazı kaynaklar yazarın okulda çok zorlanmasının sebebinin disleksi olduğunu belirtiyor).
Nyhavn, Kopenhag
Yirmi dört yaşına geldiğinde bir kısa hikâyesi, yazdığı bir komedi ve şiirleri yayımlanınca ismi duyulmaya başlıyor.
Yirmi sekiz yaşında Kral tarafından Andersen’e seyahatlerini karşılaması için hibe tahsis ediliyor. Bu dönemde Andersen bir buçuk yılı aşan Avrupa seyahatlerine başlıyor. Bu seyahatlerde gördükleri onu derinden etkiliyor. Nitekim hayatının uzun bir dönemini seyahat ederek, neredeyse on beş yılını da başka ülkelerde yaşayarak geçiriyor. Seyahatlerinin arasında Kopenhag’a döndükçe, şimdi renkli evleriyle meşhur, şehrin en turistik bölgesi Nyhavn’da, o renkli evlerden birine yerleşiyor.
1835’te, otuz yaşındayken ilk romanı The Improvisatore’ü ve bir masal kitabı yayımlanıyor. Bu kitaplarıyla büyük başarı yakalayan Andersen ömrü boyunca yüz altmışa yakın masal yazıyor ve dünyada en çok masallarıyla tanınıyor.
Âşık olduğu kadın tarafından reddedildikten sonra yazdığı şiir.
Müzeyi gezerken fark ettiğim en dokunaklı noktalardan biri, hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamış Andersen’in âşık olduğu kadınlara ve platonik hisler beslediği erkeklere yazdığı mektup ve şiirlerdi. Masallarıyla büyüleyen uzun boylu, iriyarı Andersen’in reddedilişlerle biten aşk hikâyeleri ve kalbi kırılsa da bunu kabullenen tavrı, beni masalcılığı ile elde ettiği başarılarından fazla etkiledi sanırım.
Kadınların yanında çok utangaç olduğunu ve kendini garip hissettiğini söyleyen yazarın, Danimarka Kraliyet Tiyatrosu dansçısı Harald Scharff ile arkadaşlığı aşan ilişkisi de mektuplarından anlaşılıyor.
Andersen masallarının mutluluk dolu havasının aslında gerçeği yansıtmadığı, Dancadan İngilizceye ilk çevrildiği dönemde şiddet, gizem ve ölüm gibi bazı temaların dönemin ahlakçı bakış açısıyla çıkartıldığı söyleniyor. Bugün ilk versiyonlarına erişmek mümkün olsa da elden ele dolaşan çevirilerin çoğu o dönemden kalma. Aşk ve istek dolu mektuplarını gördükten sonra bazı temaların “ahlak dışı” bulunup çeviri esnasında atıldığına ikna oldum doğrusu. Kırgınlıklarını masal anlatarak göstermeyi, belki de aşmayı seçen Andersen’i daha çok sevdim.
Masallarıyla tanınsa da yeteneklerinden en ilginci ve müzenin bence ana temasını oluşturan kâğıt katlama-kesme sanatındaki yeteneği.
Vikingler, Lego ve Hygge yaşam felsefesi ile tanınan Danimarka’nın edebiyat alanındaki en büyük temsilcisi hiç şüphesiz H.C Andersen. Hediyelik eşya dükkanlarında, Viking kupaları ve Hygge felsefesini tatmak isteyenler için mumlar ile yan yana, en çok satılan ürünler ünlü masalcının adını taşıyor. En çok da rengarenk kapaklarıyla masal kitapları.
Andersen’in masalından etkilenerek yapılan Küçük Deniz Kızı heykeli.
Andersen’in Danimarka için ne kadar önemli olduğunu, her yıl bir milyon turistin ziyaret edip bir fotoğraf çekebilmek için önünde kuyruk olduğu Kopenhag’da bulunan Küçük Deniz Kızı heykelinden de anlayabiliriz. Heykel, Andersen’in aynı isimli en meşhur masalından esinlenerek yapılmış.
Yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.
Kaynak: OGGİTO
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()