Dünya sosyalizminin bir kriz içinde olduğuna dair farklı zamanlarda kimi tespit ve analizler yapılmış olsa da esas olarak bu konu, SSCB’nin çökmesi ve Doğu Avrupa’daki ‘’Sosyalist’’ cumhuriyetlerin sahneden çekilmesiyle ciddi manada sosyalistlerin gündemine girdi. Berlin Duvarı’nın yıkılıp duvardan arta kalan parçacıkların turistlere pazarlandığı günlerde sosyalistler, ne olup bittiğini anlama ve bundan sonuçlar çıkarma arayışı içindeydiler.

Kimi sosyalistler 1980’lerin ortalarından başlayarak sosyalist demokrasi, yeniden yapılanma/kuruluş tartışmalarını reel sosyalizmle de ilişkilendirerek sürdürdüklerinden bu “yenilgiyi” daha hazırlıklı karşıladılar. Çok parçalı sosyalist hareketin büyük bir bölümü ise 80’lerin ortalarında başlayan bu tartışmayla alaka kurmamıştı. Baktıkları “merkezler” henüz yerlerinde durmaya devam ediyordu. Epey sonraları SBKP, ÇKP ve AEP takipçileri geçmişin hatıraları üzerinden bu tartışmayı Avrupa komünizmi ile, Troçkistlikle ve Gorbaçovculukla yaftalamakta bir beis görmediler. Özünde yıkılanın bir başka versiyonunu savunmaktan öteye gidememiş olan Troçkistler ise “nihayet iddialarının gerçekleştiği” gibi tuhaf bir rahatlık içindeydiler ama onların kendilerine yakıştırdıkları “haklılığı” tarih ve toplum hiç de onaylamadı. Kimse onlara “ne kadar da doğru söylemişsiniz!” deyip saflarına akın etmedi.

Krizi oluşturanın ne olduğunu bulup bunu açığa çıkartmak, bunu bir çağ dönüşümü olarak kavramak ve yıkılanın ne olduğunu açıkça ortaya koymak ilerletici olabilirdi. Ekonomizm ve reel sosyalizm tartışmasını ıskalayan, gelenek takipçiliğinden vazgeçmeyen bir tartışma, olan biteni anlayamadığı gibi kopuş da yaratamaz, ileriye doğru hamle de yapamazdı.

Sosyalist solun bir öbeği ısrarla bu tartışmalara yazılı ve sözlü olarak devam etti. Bir dizi ayrılık ve kopuş yaşadı, görüşleri daha da olgunlaştı ve bu ısrarından vazgeçmedi. Tartışmanın odağında ekonomizm, sınıf ikameciliği ve dogmatizm vardı. Avrupa’da başlayıp sonra ülkede devam eden bu tartışmalar, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu (BTDK) eliyle sürmüş, daha sonra en büyüğü ÖDP olmak üzere bir dizi birleşik partinin kurulmasına giden kapıyı aralamıştı. Aralamıştı ama meselenin özüne inilemediğinden bu birleşik parti deneylerinin hemen hemen hepsi de başarısızlığa uğradı.

Dünya planında yaşanan yenilgi giderek milyonlarca insanın nezdinde sosyalizmi bir seçenek olmaktan çıkartmıştı. Ülkede 12 Eylül askeri diktatörlüğünün yarattığı yenilgiyle sosyalizmin dünya genelindeki itibarsızlığı neredeyse üst üste çakışınca, 12 Eylül’ün yarattığı ağır tahribattan kurtulmak için “sosyalistlerin birliği efsunlu bir ifade olarak ilgi görüyor, siyaset sahnesinde bir ağırlık oluşturmak için dünün parçalı halinden rahatsızlık duyanları da heyecanlandırıyordu. Ama tartışmaları yıkılan ve yenilen devrimlerin deneyimine ilerletmeyen, çöken sosyalizm anlayışına projeksiyon tutmayan bu yan yana gelişler, bir süre sonra geçmişin belirlemeleriyle eski ideolojik tutumlara ve grup reflekslerine çarptı. Ortada tartışma özgürlüğü de dayanışma da kalmadığı gibi rekabet en ilkel haliyle arz-ı endam eyledi. Sonuçta bu girişimler arkasında yeni girişimlerin boşuna bir çaba olacağı düşüncesiyle büyük bir hayal kırıklığı bırakarak sona erdi.

Çin-Sovyet çatışmasının yarattığı rekabet, uluslararası anlamda sosyalist kampın bu rekabetten etkilenerek zıtlaşma içine girmesini sağlamış, bu durum giderek sosyalizmi ülke içindeki temellerden kopararak enternasyonalizmin büyük bir yara almasına neden olmuştu. Zaten verili olan parçalı yapı dünya planında süren bu zıtlaşmayla daha da büyümüştü. 1980 öncesi sosyalistler arasında dayanışma yerini rekabete bırakmış, yer yer “düşman hukuku” ilişkilerde belirleyici hale gelmiş ve şiddet kullanmak rekabet içindeki bu gruplar için sıradanlaşmıştı.

1990’lara ve sonrasına gelindiğinde, bu zıtlaşmaya neden olan “merkezler” de artık yerlerinde durmuyordu. Dolayısıyla ağırlıklı olarak 1974-75 yıllarında kurulmuş ve o günün koşullarında faaliyet göstermiş örgütler, değişen dünya ve koşullar karşısında kendilerini sorgulamalı, günün sorunlarına ve sorularına cevap üretmeliydiler. Çünkü verili durumdan rahatsızlık duymadan değişen koşullara rağmen pozisyonunu güncelleyerek koruyup sürdürmek; kolaycılık, konformizm olduğu kadar, politik mücadelede de ciddi bir emek israfına neden oluyor ve sınıfa karşı sorumlulukların yerine getirilmesinde görevleri aksatıyordu.

Marks, 1848 Devrimleri’nin başarısızlığa uğramasının ardından şu notu düşerken haksız değildi:

“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.

Başarısızlıkla sonuçlanan birlik girişimleri deneylerinin ortak bir değerlendirmeye tabi tutulması ve bu süreçlerden elde edilen tecrübe ile yol yürümek gerektiği apaçık ortaya çıkarken, sosyalist solun yanlış temellerde bölündüğü, araç tartışmasının bu saflaşmada başat rol oynadığı da görülmüştü. Dolayısıyla tartışmayı ‘’amaç’’ tartışması olarak kurmak ve ‘’nasıl bir sosyalizmin’’ hedeflendiği sorusuna berrak yanıtlar vermek gerekiyordu. Verilecek bu yanıtlar ve tartışma üzerinden oluşacak yan yana gelişler ‘’birlik’’ sorununa sahici çözümler üretebilirdi. Dolayısıyla birlik; gelecek toplum tasavvurunun günümüze yansıması, çözülen reel sosyalizmin sosyalist düşünüşte yarattığı zaafları aşma ve 21. Yüzyılda sosyalizmi kitleler nezdinde yeniden inandırıcı bir seçenek haline getirmenin yollarını arama ve bunlara ortak yanıtlar verme çabasının bir ürünü olabilirdi ancak. Bu çabadan bağımsız bir birlik arayışının hangi sonuçları ürettiği yaşanarak görülmüştü. Hiç kesintiye uğramadan süren bu çaba değişik tartışma biçimleriyle, kimi yan yana gelişlerle devam etti. Yeniden kuruluşçuluk bugün bir program ile parti formuna kavuşmuş olsa da bunu bitmiş ve tamamlanmış bir süreç olarak görmemek gerekiyor. “Birlik partileri”nin en önemli girişimi olan ÖDP’nin en büyük bileşeninin sözcüleri ise daha işin başında ve ilk seçimde “bu kadar grup bir araya geldi ama seçimlerde elde edilen sonuç yüzde bir bile değil” diyerek, bu işten hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymuşlardı. Bu arkadaşlar hâlâ gelenek takipçiliği yaparak karşılığı olmayan bir böbürlenme ile varlıklarını sürdürme çabası içindeler ve hâlâ da hakiki bir tartışmanın kapısını aralayabilmiş değiller.

Daha önce başarısızlıkla sonuçlanmış “birlik girişimleri”ni tekrar ederek farklı sonuçlar elde edilemeyeceği görülmüştü, demiştik. Çünkü bu yan yana gelişlerde geçmişin sosyalizm anlayışı ve ‘’gruplar’’ hükmünü sürdürdüğü müddetçe bu girişimlerin itişme ve ayrılıkla son bulması kaçınılmaz oluyordu. Çoğulculuğu, gelenek takipçiliğinden vaz geçmiş olsa bile bu grupların yan yana gelişi olarak kavrayarak izah etmek yine sorunu ortadan kaldırmayacaktı. Parti içi platformlar, fikri kümelenmeler; paralel iradeler kurduğu sürece dertler bitmiyordu.

Dolayısıyla teorinin kirlerinden arınmasını sağlamadan, Paris Komünü ve 1917 Devrimi’nin esaslarına geri dönmeden, Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerini güncellemeden, Lenin’in kaleme aldığı Devlet ve İhtilal’de anlatılan sosyalist devlet teorisini zorunluluklara kurban edip basbayağı bir azınlık devleti teorisini sosyalist devlet diye benimsemeye kalkışmadan ve hatta bununla da yetinmeyerek 21. yüzyılın getirdiği iktisadi, siyasi, kültürel ve örgütsel yenilikleri teorik olarak içermeden yol alabilmek artık mümkün değildi.

Geçmiş girişimlerin başarısız deneyimini arkalayanlar, yeniden kuruluşçu bir çabayla yollarına devam ettiler, ediyorlar. Ne var ki sosyalist solun büyük çoğunluğu hâlâ sorunun esası ile ilgilenmiyor. Kuşkusuz sosyalist kamuoyunun büyük bölümünün mevcut örgütlerin hitap alanı dışına çıktığı, bu örgüt ve partilerle aidiyet kurmak istemedikleri gerçeğini de herkes görüyor. Buna verilen kestirme cevap “örgütlü hayattan kaçış” ise, bu hakikatin bütününü bize anlatmıyor. Bunun iyi analiz edilmesi gerekli. Tercih edilmeyen “verili örgütler mi?” yoksa “örgütlü hayat mı?”Dünün yıkılan sosyalizm anlayışı koşullarında kendini kurmuş, o günün perspektifiyle kendini donatıp tarifleyerek yoluna devam etmiş yapıların, bunca olan biten karşısında hiçbir şey olmamış gibi tutum almaları, elbette sorgulayan ve bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmayanlar için gözden kaçırılmayacak bir olgudur.

Sosyalizmin kriz içinde olduğunun dile getirilmesinden bu yana neredeyse otuz yıl geçti. Mevcut örgütlerin bu zaman diliminde kendilerini sorgulamaları, varlık nedenlerini gözden geçirmeleri beklenirdi. Ne var ki, sosyalist hareket parçalı yapısını aynen muhafaza etmektedir. Bu yapıların büyük çoğunluğu kendilerini aktüel sorunlar üzerinden var ederek, gelenek takipçiliği yaparak, hatıralarını zihinlerde canlı tutarak, sosyalizmin sorunları üzerine genel geçer değerlendirmeler yaparak ve en önemlisi de birbirlerinin ne dediğini bile dinlemeden, sorgulamadan varlığını sürdürmektedir. Bu, sekterizmle olduğu kadar, kariyerizmle de alakalı bir durum olarak görülmelidir.

Örneğin Gezi İsyanı, tüm grup ve örgütlere durumlarını sorgulama imkânı verdi. Ama sosyalist sol, cereyan eden olayda çağa uygun yeni bir örgütlülük biçimi aramak yerine, sanki değişen hiçbir şey yokmuş gibi eski ezberini tekrar ederek, Gezi’nin “örgütsüzlüğü” ile uğraşıp buradan çıkardığını sandığı dersle kendi örgütünü kutsadı. Yine kendini beğenme, kendinden memnun olma halini sürdürdü.

Dünya planında 21. yüzyıl toplumsal hareketlerinin önceki yüzyılda tanık olunan örgüt ve ittifak modellerinden farklılıklar arz ettiği artık bir gerçeklik. Koalisyonlar ve çoklu özne ile mücadeleyi büyüten örnekleri hiç olmazsa bir deneyim olarak, Latin Amerika başta olmak üzere İtalya, İspanya ve Yunanistan’da gördük. En azından somut hedefler etrafında yan yana gelişler istenen başarıyı getirmese de bir deneyim bırakma açısından önemli. Ama kalıcı bir başarı elde edilemeyince de İtalya’da olduğu gibi karşı devrimin hamlelerini de görmek mümkün!

Türkiye’de ise kuşkusuz kendi özgünlüğü ile değerlendirilebilecek HDK/HDP dışında -ki o da seçim süreçlerinde- neredeyse başka örnek yok. Sonuç olarak bölünmüş ve parçalı sol, kendi grubunu büyüterek, tek doğrunun kendisi olduğunu ve nihayetinde herkesin bu doğruda buluşacağını vazedip diğerlerini çeşitli tanımlarla niteleyerek yoluna devam ediyor. Bu tutum yıkılan sosyalizm anlayışının tezahürüdür ve asla buna teslim olmamak gerekir. Bir yandan sosyalizmin neden bu halde olduğu sorgulanırken, diğer yandan sosyalizmin “bu hali”nin hemen her gün yeniden üretilerek korunması büyük paradokstur.

Bu tür grupların en büyüğünden en küçüğüne kadar, sadece doğrusal gelişimle büyüyerek herkesi bir gün kendisine razı edeceğini düşünmesi bunca olup bitenden sonra en kibar ifadeyle fantezi olarak nitelenebilir. Koalisyonsuz bir devrim ve toplumsal bir başkaldırı pek mümkün değilse -ki 1917 Devrimi de bir koalisyonun icraatıdır- o zaman kimi yan yana gelişleri, birbirleriyle ilişkili ittifakları büyütmek, müttefikini ne zaman “yiyeceği” hevesine düşmeden değme noktalarını çoğaltmak, gelecek toplum tasavvurunda anlaşanların daha sıkı birlikler kurmasına da hizmet edebilir.

1871’de Marks’ın Friedrich Bolte’ye yazdığı mektupta “gruplar”a ilişkin yaptığı analiz, kuşkusuz koşullar çok farklı olsa da sanki bugünü tarifliyor:

“Sosyalist grupçuklar ortamının gelişmesi her zaman gerçek işçi sınıfı hareketinin gelişmesiyle ters orantılı olmuştur. Grupçuklar (tarihi olarak) varlıklarını haklı çıkarabiliyorlarsa işçi sınıfı bağımsız tarihi eylemi için henüz olgunlaşmamış demektir. İşçi sınıfı bu olgunluğa ulaşır ulaşmaz bütün grupçuklar zorunlu olarak gerici olurlar. Yine de tarihin her yerde kanıtladığı, Enternasyonal içinde tekrarlanmıştır. Eskinin kalıntıları yeni ulaşılan biçim içinde de kendilerini uydurup yaşamaya çalışırlar. Bu grupçuklar başlarda hareketin düzenleyicileri görünümündedirler; ancak hareket onları aştığı, artık gerici bir duruma düştükleri zaman hareketin önünde bir engel oluştururlar.”

Bir yanıyla da halinden memnun sosyalistlerin hiçbir şey yokmuş gibi varlıklarını sürdürmeleri, farkında olmasalar da onları giderek apolitik konuma itiyor. Kendini ötekine göre tarifleyerek varlığını sürdürme, örgütün labirentlerinde bitip tükenmek bilmeyen bıktırıcı tartışmalar, dar pratiğin mihenk taşı haline sokulması ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak her zaman içlerinde -bağlamından koparılmış- “liberal ya da reformcu arayan devrimciler” ve sonuç olarak kopuşlar, ayrılmalar, bölünmeler… Sosyalistler bu enerji ve zaman kaybı içinde temel siyasi görevlerini yerine getiriyormuş zannına kapılabilirler ama her eşikte bir fasit dairenin içinde olduklarını göremeyecek kadar aciz duruma düşmeleri kabul edilemez.

Kuşkusuz geçmiş sosyalizm pratiklerinde bir “sorun” olduğunu herkes söyleyebilir. Ama işin esasına girmeyip yan faktörler, örgütsel zaaflar üzerinde durup, “aslında biz yaparsak doğrusunu yaparız, onlar yanlış yaptı” düşüncesi son tahlilde yıkılan sosyalizm anlayışını yeniden inşa çabasından öte bir anlam taşımıyor. Bu kendine aşırı güven hali, diğerlerinin “yanlış yolda” olduğu düşüncesiyle birleşip, bir de narsisizmle sarılıp sarmalanınca, içinden çıkılamaz bir noktaya geliniyor.

Henüz yeni sosyalist olmuş genç kadroların, 20-30 yıl önce yapılmış tartışmaları bilmeden sosyalist hareketin şu ya da bu bölüntüsüyle ilişki kurması çok doğal. Ama zihinleri değiştikçe farklılaşmaya ve sorgulamaya başlıyorlar. Bu durum sosyalist hareketin büyük bölümünün “yaşlı” olmasından anlaşılmıyor mu? Sosyalist hareketin çok parçalı olmasının yanı sıra, geçmiş yıllara kıyasla da bu parçaların daha etkisiz oldukları görülmüyor mu? Konjonktürel olarak diğer parçalara göre daha büyük olduğu zannına kapılanlar, daha önce büyükken sonra kaç parçaya ayrıldığını hatırlıyorlar mı? Kaldı ki sorun büyüklük-küçüklükte değil. Görece kitlesel ve kurumsal yapılara sahip örgütlerin bir tür ocağı tüttürmek ve geleneği yaşatmak ısrarına diyecek bir şey yok elbette! Güçsüzlerin güç oluşturmak için çeşitli sosyalist küme ve çevrelerin birbirlerine eklemlenmesi ise kökü çürümüş ağaçların dallarıyla birbirine destek vermesine benziyor. İçinden geçtiğimiz çağda yıkılmış ve yenilmiş devrimleri analiz edip bundan dersler çıkarmadan varılacak yer, bir öncekilerin ulaştığı yer olacaktır. Anti kapitalist toplumsal dinamikleri göz ardı etmeyen bir perspektifle yol yürüyen ve sosyalist hareketin yeniden kuruluşunun politik bir işçi hareketinin doğuşuna katkı sunulduğu ölçüde mümkün olacağını gören bir anlayışla hareket etmeden de bu kısır döngüden kurtulabilmek olanaklı görünmüyor.

Yeniden kuruluş tartışmalarının sosyalist solun büyük bölümünün gündeminde olmadığını, ara sıra bu lafı söyleyenlerin de gerçek manada bir yeniden kuruluştan bahsetmediklerini biliyoruz. Kendi örgütünü büyütmek, örgütsel atılım yapmak amacıyla bu laf edilince de bunun bir kıymeti harbiyesi kalmıyor. Bu konuda daha zihin açıklığı içinde olanlar, toplumsal mücadele alanlarında ortaya çıkan yeni ilişki ve çelişkileri siyasete taşırken, bunu yeniden kuruluş perspektifinin süzgecinden geçirmekle mükelleftirler. “Ne yapalım kimse yeniden kuruluştan bahsetmiyor” diyerek gündelik faaliyetin içine hapsolmak, bir rutinin esiri olmak, farklılığını bir ezber haline getirmek ve bununla yetinmek, eleştiri yöneltilen dışındaki sola benzemek ve durumu kabullenmek anlamına geliyor. Bugün bir kopuştan ve yeniden kuruluştan bahsedenlerin de “koptukları” yer monolitizm ve hatta yenilmiş sosyalizm anlayışı ve onun simgesi Stalinizmdi. Dolayısıyla herkesin zihnen yenilendiği bir moment olabiliyor demek ki! Sosyalist hareketi bu konuda tartışmaya zorlamak, eylemli bir sürecin parçası olarak bunu planlamak, halinden memnun olanları sarsmak hem gerekli hem de mümkün.

İşçi hareketinin krizi ile sosyalist hareketin krizi, madalyonun iki yüzü gibi değerlendirilmelidir. Dünya ve onunla kopmaz bağlar içinde olan Türkiye kapitalizminin yaşadığı krizler, üretim ilişkileri ve biçimlerindeki değişim, işçi sınıfının niteliğinde ve niceliğinde de esaslı değişiklikler yarattı. İşçi sınıfının güncel ve ekonomik-demokratik çıkarlarını, sınıfın tarihsel yönelimine; devrim ve sosyalizm amacına bağlarken, toplumdaki tüm güncel-tarihsel çelişkileri, buradan doğan mücadele dinamiklerini dikkate almadan artık ilerleyebilmek de olanaklı değil. Eğer bu dinamikler yeterince kapsanmazsa, geçmişin “sınıf indirgemeci” pozisyonuna düşme tehlikesi yeniden belirecektir. Bu sınıf indirgemeci tutumun en kahredici yönünü de sınıfı partiyle ikame etme ve dolayısıyla da tüm toplumu partiyle ikame etme anlayışı oluşturmaktadır. Yıkılan bütün sosyalizm deneyimleri, gericiliğin ve emperyalizmin saldırısını gerekçe göstererek teoriyi zorunluluklarla revize etmiş ve geriye işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlendiği bir sosyal, siyasi ve iktisadi yapı yerine, parti tekelinde totaliter bir yapı üretip bırakmıştır. SSCB’de olan da tam buydu. Zorunluluklar denilerek sosyalist değerlerden uzaklaşılmış, burjuva devletlerinin en baskıcı olanlarına benzer bir yapı ortaya çıkmış, bu duruma itiraz eden ve farklı ses çıkartanlar ise işçi sınıfının düşmanları, emperyalizmin ajanları muamelesi görüp tasfiye edilmişti. Demokrasinin olmadığı yerde elbette farklı fikirlerden ve örgütlenme özgürlüğünden bahsedilemezdi. Dolayısıyla her şeyin mutlak belirleyicisi parti olurken, bu durum parti içinde de küçük bir elitin karar verici hale gelmesine imkân tanımış ve bu işleyiş birçok örgüt için de model haline gelmişti. Hiçbir biçimde sosyalizmle alakası olmayan, iktidar tekelini elinde bulunduran bu tek parti diktatörlüğünden ve karar mekanizmasının sekreterin iki dudağının arasına kadar daraldığı bu bürokratik yapıdan sosyalist insanın üremesi de elbette beklenemezdi.

Çin Halk Cumhuriyeti’nde olan ise parti diktatörlüğü eliyle kapitalizme geçiş ve komünist ritüellerle bunun üstünün bir şalla örtülmesinden başka bir şey değildir. Çin konusuna geçmiş sosyalizm perspektifinden bakan ve şüphe içinde olan arkadaşların turnusolü, şu sorulara yanıtlar aramaktan geçmelidir. Çin’de ağır bir emek sömürüsünün olduğu ve devam ettiği herkesin malumu. Bağımsız sendika ya da ÇKP dışında bir başka parti veya herhangi türden bir örgütlenmeden de söz edemeyiz. Her şeyden önce Çin’de düşünce ve örgütlenme özgürlüğü var mıdır sorusuna yanıt verilmelidir? Yönetim her an geri çağrılabilir temsilcilerden mi oluşmaktadır? Düzenli ordu yerine halk milisleri mi vardır? Özgür basın, kuvvetler ayrılığı, kadın özgürlüğü var mıdır? LGBTİ+’lar kendilerini özgürce ifade edebiliyorlar mı? Bunların olmadığını bildiğimiz kadar; düzenli bir ordunun, gizli servislerin, işkencenin ve idam cezasının olduğunu biliyoruz. Bu rejimin ekolojik yıkımı sürdüren politikaları olduğunu da biliyoruz. Marks’ın, başarıya ulaşacağından kuşku duyduğu ve 71 günlük bir mücadeleden sonra burjuvazinin uluslararası iş birliği sayesinde yıkılabilen Paris Komünü’nü proletarya diktatörlüğü olarak tanımlarken dikkat çektiği birkaç konu arasında, yönetimin her an geri çağrılabilir temsilcilerden oluşması ve düzenli ordu yerine halkın silahlı örgütlenmesinin esas alınması bulunuyordu. Bugün Çin Komünist Partisi yetkilileri geri çağrılmaktan muaf, “komünizmi” korumak ve kollamak için de son derece hiyerarşik, baskıcı bir düzenli ordu eliyle ülkeyi yönetiyor. Dolayısıyla Çin’de olan bitenle hesaplaşmadan da bir yeniden kuruluşçuluğun olamayacağının altını kalınca çizmeliyiz. Çin’de sosyalizm arayanlar, bir devlet politikası çerçevesinde Çin’in farklı emperyal odakların dışında kalan ülkelerle yaptığı dayanışmasını önemli bir argüman olarak dile getirmektedirler. Bunun yanı sıra, bir büyük güce yaslanarak yön tayin etme alışkanlığının da bu yaklaşımda belirleyici önemde olduğunu belirtmekte fayda var.

Teoriye yeni girdiler olarak tanımlanabilecek konular dışında kimi konuların da güncellenmeye ihtiyaç duyduğu bir gerçeklik. Özellikle yeniden kuruluş bahsinde dünün ilkel bakışından sıyrılarak ele alınabilecek; ekoloji, kentsel mücadele, LGBTİ+, gençlik, kadın, inanç hareketleri ve Sanayi Devrimi Endüstri 4.0 konularında yapılacak tartışmalar bize bir zemin yaratabilir. Sosyalist hareketin tartışma gündemine girmiş durumda olan bu konular, henüz hak ettiği ölçüde değerlendirip yeniden kuruluşçu bir yaklaşımla ele alınamadı. Bu konularda tartışmayı canlı kılmak ve sosyalist solun bu meseleler etrafında karılıp saflaşmasını sağlayacak zeminler yaratabilmek önemli.

Lenin’in 1901-1902 yılları arasında kaleme aldığı Ne Yapmalı adlı eserinde, işçi sınıfı bilinci ve diğer toplumsal çelişkiler karşısında işçilerin tutumunun ne olması gerektiği üzerine yazdığı satırlar bugüne de ışık tutuyor: “İşçiler, hangi sınıfı hedef alıyor olursa olsun, her türlü zorbalık ve baskı, zor ve suiistimal olayına tepki göstermeyi, hem de herhangi bir açıdan değil de sosyal-demokrat açıdan tepki göstermeyi öğrenmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz… İşçi sınıfının dikkatini, gözlem yeteneğini ve bilincini yalnızca ya da hatta esas itibariyle işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştıranlar sosyal-demokrat değildir, çünkü işçi sınıfının kendini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil – daha doğrusu- teorik olmaktan çok, politik yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”

Özellikle ekoloji-iklim krizi çoktan geleceğin bir meselesi olmaktan çıktı. Bugün yaşamsal önemde bir konu haline geldi. Ekolojik krize anti-kapitalist bir perspektifle bakan toplumsal ve politik hareketlerin deneyim ve mücadelelerinin ortak bir zeminde ele alınması, sınıf mücadelesinin görünümlerinden birisi olarak ele alınabilecek bu konuyu sadece ittifak ya da işbirliği yapılan bir konu olmaktan çıkartıyor ve sosyalizm anlayışına içkin hale getirmeyi gerekli kılıyor. Bu konuyu aynı zamanda reel sosyalizm pratiklerinin ekolojik eleştirisi olarak da ele almak ve geçmiş sosyalizm anlayışının bu alandaki kirlerinden arınması için de vesile yapmak zorundayız.

4. Sanayi Devrimi, 2011’de Hannover Fuarı’nda yapılan sunumla Endüstri 4.0 adını aldı. Tanımlanan daha önceki sanayi devrimleri, henüz gerçekleşmeden ilan edilmemişti. Dijitalleşmenin, bilişimin, otomasyonun gelişmesi; nesnelerin ve hizmetlerin interneti, sanal ve genişletilmiş gerçekliğin gelişmesi, bunun sanayide kullanılmaya başlaması, artık bambaşka bir çağın kapısını araladı. Önümüzdeki süreçte akıllı fabrikalar, akıllı üretim, akıllı değer zincirleri, akıllı pazarlama teknikleri, akıllı kentler ve nihayetinde akıllı ürünler hayatımızın bir parçası haline gelecek. Elbette bu sanayi devriminin gelişmesine ön ayak olan burjuvazi kendi hükmünü sonsuza kadar sürdürmek amacında. Yapay zekâyı kullanarak Matrix filmindekine benzer biçimlerde insanlığı köleleştirmek isterken uygarlığı da tehdit ediyor. Roza Luxemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık sözü daha da ağırlaşmış biçimde kapımıza dayanmış durumda. Özellikle bütün dünyayı derinden etkileyen ve düşük ölçekte hâlâ etkisini sürdüren Covid-19 pandemi süreci, Endüstri 4.0’ın daha hızla yol almasını ve değişimin her düzeyde gündelik yaşantımıza girmesini sağladı. 4. Sanayi Devrimi’nin kaçınılmaz olan bu sonuçlarının üretim ilişkileri ve biçimlerinde yaratacağı muazzam etkinin sonuçlarına, bilişim teknolojileri desteğinde gelişen ağ toplumunun özelliklerine şimdiden hazırlanmak gerekmiyor mu? Yeni bir çağın içine çoktan adım atılmışken sosyalistlerin hala dünün argümanları ve alışkanlıklarıyla dijital dünyadaki değişimlere yeterli önemi vermemesi anlaşılır gibi değildir. Çünkü reel ve sanal dünyanın artık iç içe geçtiği ve bunun epey bir süredir gerçekliğimiz haline geldiği, pandemi süreciyle birlikte görülmüş olmalı. Yakın zamana kadar ‘’klavye devrimcisi’’ lafı bir aşağılama olarak kullanılırken bu argümanın artık pek rağbet görmemesini de bu değişimin belki de bir işareti olarak anlayabiliriz!

Öne çıkarttığım bu iki konu bile başlı başına yeniden kuruluşun alanına giriyor. Bu konuda tartışma mecraları yaratmak, bilgi birikimimizi çoğaltmak ve ezberlerden kaçınarak sosyalist solun gündemine bu konuları taşımak yükümlülüğüyle karşı karşıyayız.

Elbette sadece ülkemizdeki sosyalistlerin değil uluslararası ölçekte sosyalist hareketin gündeminde de olan ‘’yeniden yapılanma’’ ile ilgilenmek sadece enternasyonalizmin bir gereği değil, yaşanmış ve çökmüş sosyalizmlerin derslerinin ortaklaştırılabilmesi açısından da önem arz ediyor. Çoğulculuk ve tek parti diktatörlüğüne itiraz dünyadaki birçok sosyalist çevre ve bireyin ortaklaştığı bir görüş haline geldi. İki yıl önce kurulan İlerici Enternasyonal’in deklarasyonunda da bunun izlerini görmek mümkün. Kuşkusuz İlerici Enternasyonal Komünist Enternasyonal gibi işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlendiği bir devlet tipi ve biçimi olarak doğrudan bir proletarya diktatörlüğü/demokrasisi çağrısı yapmadı ama dünyanın ilerici güçlerini dünya gericiliğine karşı omuz omuza vererek saldırıyı durdurmaya ve yeni bir dünyanın kuruluş imkânlarının yaratılması için bir kanal açmaya çağırdı. Bu zeminin üzerinde tam olarak nasıl bir yapının yükseleceği belirlenmemiş olsa da benimsediği ilkeler, komünistlerin değerlendirebileceği sosyalizme açık bir duruşa işaret ediyor. Demokratik, sömürgeciliğe itiraz eden; adil, eşitlikçi, özgürleştirilmiş, dayanışmacı, sürdürülebilir, ekolojik, barışçıl, post-kapitalist, müreffeh ve çoğulcu bir geleceği benimseyen herkese çağrı yapan bu girişim, antikapitalist güçleri küresel düzeyde bir mücadele birliği kurmaya davet ediyor.

Ülkedeki parçalı sosyalist hareketin her parçasının kendi özgün tarihi elbette kıymetli ve önemli. Gelenek takipçiliği yapan bu sektlerin, yeni ve daha ileri bir düzleme sıçramanın önünde engel oluşturdukları aslında çok uzun zaman önce görülmeliydi. Kuşkusuz bu “özgün” tarih içindeki değerli olan her şeyi alıp, sahiplenmek ve geleceğe taşımak gerekiyor. Bunu yaparken tasfiyeci sonuçlar doğurmayacak biçimde bu birikimleri ortak bir havuza akıtmak ve yeniden kuruluşçu bir perspektifle karılmayı kabul etmek, hâlâ önümüzdeki en temel görevlerden birisi olarak duruyor. Hangi gelenekten gelirse gelsin, dünün hatıraları ve sosyalizm anlayışı ile solun bu haline çözüm bulacağını düşünen bir kuşak ise sanırım anı anlatarak ömrünü tamamlayacak.

Önümüzdeki seçim süreci ülkedeki sınıf mücadelesinin yeni biçimlerde sürmesine neden olabileceği gibi, egemenler ile emekten yana olan güçlerin karşılıklı mevzilenmesini de yeniden belirleyecek bir öneme sahip. Seçimlerin ertelenip ertelenmeyeceğini, olacaksa hangi koşullarda olacağını, sonuçlarının siyasette ne tür çalkantılar yaratacağını net olarak şimdiden söyleyebilmek zor. Türkiye’de siyasetin alanı her kesim için daralmış ve sıkışmış durumda ama demokrasi güçleri için de bir o kadar yeni imkânlar barındıran bir mecrada ilerliyor. Eğer AKP-MHP koalisyonu seçimleri kazanırsa işlerin bugüne kadar geldiği gibi gideceğini düşünmek büyük aymazlık olur. Seçim sonuçları, başkanlığı kimin kazanacağına bağlı olarak ve parlamentodaki güç dağılımı açısından bir tür “pat” durumu da yaratabilir. Bu sınıf mücadelesinin daha da keskinleşmesi ve çalkantılı bir sürecin içine girilmesini de beraberinde getirebilir. Seçimlerin kazanılması ve bu rejimin tasfiyesinin kapısı aralandığında ise, restorasyoncu güçler karşısında demokrasi güçlerine kısmi bir alan açılacak, sosyalist sol bu açılan alanda kendisini görece olarak büyütme imkânına da kavuşacaktır. Eğer siyaset alanı restorasyoncu güçlere bırakılmayacaksa, birleşik bir mücadelenin koordineli biçimde örülerek büyütülmesi sosyalistlerin biricik aktüel görevi olarak önlerine gelecektir. Yeni bir anayasa ve bunun kurucu bir meclis eliyle yapılması için de tüm demokrasi güçleriyle birlikte hareket etmek geleceği kazanmak için gereklilik olacaktır. Sosyalistlerin bu konuda başarılı olup olamayacakları perspektiflerine ve aralarındaki ilişkinin nasıl seyredeceğine bağlıdır.

Seçimlerde kendisini Emek ve Özgürlük İttifakı olarak ilan eden ve HDP öncülüğünde mücadeleye girişen üçüncü yol seçeneği, aynı zamanda sosyalistlerin kendilerini yeniden yapılandırması için büyük bir zemin de yaratmış durumda. Umarım bu fırsat iyi değerlendirilebilir ve zihinsel bir değişimin kapıları aralanır.

Kaynakça: 

Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde, Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi Politik Bildirge Taslağı, Çalışanlar Basın Yayın, 2. Baskı, 2004, İstanbul

Ekmek Özgürlük, Sayı 18, 2012, İstanbul

İlerici Enternasyonal https://progressive.international/about/tr

Kadir Akın, Sosyalizmin Krizi Birlik ve Yeniden Kuruluş, Pencere Yayınları, 2. Baskı, 2012, İstanbul

Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, İletişim Yayınları, 4. Baskı, 2016, İstanbul

Mahir Sayın, Komün’den Ekim’e, Ekim’den Bugüne Sosyalist Demokrasi, Erginbay Yayıncılık, 2. Baskı, 2008, İstanbul

Marx’tan New York’taki F. Bolte’a mektup, 23 Kasım 1871

Serpil Kemalbay, Ferda Koç, Kenan Kalyon, Metin Çulhaoğlu, “Yeniden Kuruluş ve Günümüz”, moderatör: Kadir Akın, Yaşayan Marksizm, Sayı 6, 2020, İstanbul

Sosyalist Yeniden Kuruluş – Tartışma Çerçeve Metinleri, 2012, İstanbul

V. İ. Lenin, Ne Yapmalı, Evrensel Basın Yayın, 2014, İstanbul

*”Bu yazı ilk olarak Yaşayan Marksizm dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.”

Kaynak: Siyasihaber