Walter Benjamin 1755 yılında gerçekleşen Lizbon Depremi’ni şu şekilde betimliyordu: “Evler ardı ardına yıkılıyor, aileler ardı ardına ölüyor; sıçrayarak ilerleyen yangının dehşeti, suyun dehşeti; karanlık ve yağma; yaralıların iniltisi ve sevdiklerini arayanların haykırışları…”[1]

 

Depremin ortaya çıkardığı psikolojik şaşkınlık ve travmayı -bir miktar da olsa- aşmak için çeşitli anlam çerçeveleri oluşturmak gerekir. Bu anlam çerçevelerinden birini Lizbon depremi özelinde Benjamin tasvir eder. Dönemin haşmetli Portekiz Kralı’nın hiçbir felaketten etkilenmeyeceğine dair inanç, deprem sonrasında Kralın ailesiyle birlikte “tamamen terk edilmiş halde, koca bir günü arabalarında” geçirmesiyle ortadan kaybolmuş, korkunç durumun hazin boyutu kralın bu durumuyla birlikte bir kez daha anlaşılmıştı.

Hayat bize anlamlandırma çerçeveleri sunar, bilgi yapılarımızı biçimlendirir. Böylece belli düşünme egzersizleri üzerinden anlama ve açıklama kompozisyonları verir. Bu çerçevelerden ve bilgi yapılanmalarını sorgulamanın yollarından biri toplumsal psikolojiyi ve alt yapı-üst yapı ilişkilerini doğrudan ve etkin şekilde etkileyen doğa olaylarıdır.

Bu yazı Covid-19 pandemisi ve 6 Şubat depremlerinin sosyolojik etkileri, siyasal ve idari sonuçlarını ele alarak “Yerel Demokrasiye Çağrı” yapmayı umut etmektedir. Yerel demokrasi çağrısını yaparken deprem sonrası bu konudaki tartışmalara göz atarak Türkiye’nin idari ve siyasi sorunlarının çözümü için bir alternatif düşünmeye davet etmektedir.

Pandemi ve deprem

Covid-19 yaşam ritmini topyekûn bir değişime uğratmış, herkesi hayatın anlamına ve hayatta kalmanın şartlarına odaklamıştı. Pandemi “soyut eşitlik” fikrinin iflasını tüm çıplaklığıyla ortaya dökmüştü. Virüsün getirdiği ölümün eşitsiz dağılımı ve virüsten korunma imkanlarının ortaya çıkardığı adaletsizliklere dair çokça çalışma yapıldı. Dönemin tartışmalarının bir ucunda ise pandemiyle mücadelede hangi tipolojideki rejimlerin daha başarılı olduğu vardı.

Covid-19 pandemisi, ABD Senato baskını, Ukrayna-Rusya savaşı, dışarıdaki dalgalanmanın boyutunu gösterirken, Türkiye bu zaman aralığına yayılmış ekonomik, siyasal ve toplumsal krizler arasında salınmaktaydı. Çoklu kriz ortamı, ikinci yüzyılın kapılarını aralayacak seçimin gerginliği ile birleşmişti.

Bu ekonomi politik iklimde 6 Şubat Maraş depremleri meydana geldi. Bu depremler ve hemen ardından yaşananlar Türkiye’de devletin aşırı merkeziyetçi yapısını sorgulamaya vesile oldu. İktidar hariç hemen herkes “devlet nerede” sorusuna sarılarak bir yandan isyanını dile getiriyor diğer yandan ise devletin yapısının yıkımdaki rolüne vurgu yapıyordu. Depremin üzerinden bir ayı aşkın süre geçmesine rağmen hala su ve çadır gibi olmazsa olmaz ihtiyaçların eksik olması söz konusu “felç olmuş devlet” gerçeğini gözler önüne seriyor. Depremin en fazla etkilediği dört kentin nüfusunun siyasal niteliğinin ağırlıkla devletin uyruklaştırma politikalarına yüksek uyum olduğu göz önünde bulundurulduğunda aşırı merkeziyetçiliğe yönelik sorgulamanın önemi katmerleniyor.

Sorgulamanın ardı: Yerel demokrasi

Depremin sonuçları itibariyle felaket haline gelmesi, devletin idari ve siyasal yönlerine dair sorgulamaları derinleştirdi. Yerel demokrasi fikri bu sorgulamaların ardında, tekrar gün yüzüne çıkmaya başladı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu “Mesele sistemde, rejimde. En tepeden her konuda icazet alınır mı?” diye haklı bir sorunun sözcülüğünü yaparken, CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu “İyi ki bu ülkede yerel yönetimler var” diyordu. Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ise röportajında “Yerele daha çok yetki ve imkân verilmeli” önerisini dile getiriyordu.

HDP Sözcüsü Ebru Günay ise röportajında “Özerklik, hayatın her alanında olduğu gibi siyasal sistemlerde de toplum için var olma direnci ve kapısıdır” diyor ve “Merkezden özerk ve yerinden yönetimi esas alan bu yönetim modeli hem gündelik yaşamın doğa olaylarından daha az etkilenmesini hem de olağan dönemlerde toplumsal yaşam ve erkler ayrımının düzgün işlemesini sağlayacaktır” ifadeleriyle model önerilerini dile getiriyordu.

Siyasetçiler arasında süren, birbirine bakan ama temas etmeyen bu tartışmaların ortak yönü yerel demokrasinin önemiydi. Bu tartışmaları güçlendiren bir külliyat ise çeşitli yazılarla birikiyordu.

Gazete Karınca’da Özgür Moyan’ın Yeni Bir Toplumsal Sözleşmenin Mümkünlüğü Üzerine başlıklı yazısı[2] depremin sonuçları bağlamında merkezi devletin cenazesini devrimci bir cesaretle kaldırarak güçlendirilmiş yerel yönetimi ikame etmeyi öneriyor. Deprem bağlamı kapsamında önemli bir soruyu ise ortaya koyuyordu: “İnsanların kendi mahallelerinde, semtlerinde veya bölgesindeki duruma göre örgütlendiğini ve kararlar aldığını ifade eden özerklik fikri, son depremde hayat bulmadı mı?”

Artı Gerçek’ten Ümit Kardaş deprem üzerinden adem-i merkeziyetçiliği değerlendirdiği yazısında[3] “yaşanan acılar bize yeni bir siyasi ve toplumsal düzen kurma ve toplum olma fırsatını sunuyor” dedikten sonra şu değerlendirmeyi dile getiriyor: “Gerçek bir demokrasinin yolunun açılmasının, ancak bölgelere yetki devriyle, bölgeye ilişkin kararların bölgelerdeki parlamentolar tarafından alınmasıyla ve bireyin karar süreçlerine katılarak demokrasi kültürü edinmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu açık.”

Murat Belge, “Merkeziyetçilik” Ezeli Kutbu başlıklı yazısında[4] Cumhuriyete Osmanlı’dan kalan mutlakiyetçi mirası ve Cumhuriyetin Fransa modelini imgelem olarak almasını dile getiriyor. Bu miras ve modelin de etkisiyle CHP’den Demokrat Parti’ye geçildiğinde merkeziyetçilikte süreklilik sağlandığını vurguluyor. AKP otoriterliğinin ise bunu farklı söylem ve tarzda ivmelendirdiğini ifade ediyor.

Selaheddîn Biyanî tarafından kaleme alınan Evet yerel, ama nasıl? başlıklı yazıda[5] yerel övgüsünün özcülük tuzağına düşmemesi uyarısını yapılıyor. Biyanî, “Tarih boyunca pandemiler, savaşlar ve depremler toplumsal-siyasal değişimleri de beraberinde getirmişlerdir” tespitini yaparak depremin sonuçları itibariyle katı merkeziyetçiliğin ve tekelci yönetim sisteminin iflasını ilan ettiğini belirtiyor. Yerel özerklik fikrinin gücünü Karl Marx’ın Paris Komünü, 1917 Ekim Devrimi, Fatsa Deneyimi üzerinden değerlendirerek Türkiye solunun “yereli ihmal” etmesini haklı bir eleştiri konusu yapıyor.

Bonapart şartları değil, şartlar Bonapart’ı var etti

Selaheddîn Biyanî’nin isabetle belirttiği gibi “Bugün de yeniden yerelin ve demokratik özerkliğin tartışılması için son derece elverişli ve güçlü bir sürecin içerisindeyiz.” Bu fırsatı kaçırırsak merkeziyetçilik Türkiye toplumuna musallat olmaya devam edecek.

Yerel demokrasiye çağrı, merkeziyetçilik musallatına son vermeye davet ediyor. Bu kapsamda hem yukarıda kısaca aktarılan tartışmalara yeni pencereler açmak hem de çıkarımlarda bulunmak amacıyla yerel demokrasinin güçlendirilmesinin çeşitli yönlerini -Türkiye’nin yaşadığı çoklu kriz deneyimini de dikkate alarak- birkaç maddede ifade etmeye çalışalım:

  1. Katı merkeziyetçi devlet formlarında “güçler ayrılığı” denge ve denetleme ağlarının güçlü şekilde çalışması için yeterli değildir. İktidarın sınırlandırılması, ancak gücün dağıtılması dahil edilerek gerçekleştirilebilir. Yani merkezi güç odakları arasında erklerin dağıtımı, merkezde güç biriktirme sorununun kati çözümü olamaz. Bu kapsamda, iktidarın sınırlandırılmasına iktidarın dağıtılması eklenmeli ve merkezden yerellere doğru güç aktarımı yapılmalıdır. Türkiye açısından parlamenter sistem, merkezi organlar üzerinden güçlendirilse ve erkler ayrımı için anayasa hukukunun bilindik yöntemlerine başvurulsa da tarih bir Bonapart daha çıkaracak, farklı isimler ve kılıklarla bir Erdoğan tekrar sahneye inecektir. Çünkü otoriter liderleri, oyunun tüm kurallarını değiştirecek şekilde ortaya çıkaran şey, siyasal yapı ve toplumsal şartlardır. Siyasal yapıyı en yerelden kurduğumuzda, toplumsal şartlarla simbiyotik ilişki halinde demokratik yaşamda iyileşmeler yaratabilir.
  2. Parlamenter sistemlerde temsil ilişkisi demokrasinin toplumsallaşmasının önündeki engellerden biridir. Demokrasiyi belli düzeylerde aynılık üzerinden kurmayı gerektiren temsil ilişkisinin anti-demokratik nüvelerini aşmanın yöntemi yerellik ve katılımı güçlendirmektir. Bunun yollarından biri ise yerel demokrasiyi esas alarak yaşamı fark üzerinden kurmaktır. Böylece katılımcılık artar ve temsili demokrasi demokratikleşebilir.
  3. Kent hakkı, merkeziyetçiliğin kamusal alanları rant alanına çevirme isteği başta olmak üzere çok sayıda tahakküm ve sömürü hamlesine karşı kentleri korumayı, yereli söz sahibi haline getirerek doğayı ve toplumsal yaşamı savunmayı mümkün kılabilir. Yerel demokrasi güvencesine alınmış kent hakkı doğayı ve toplumu iktidar odaklarına karşı koruyabilir.
  4. Merkezin koordinatörlüğü üstlendiği üretim, istihdam ve dağıtım mekanizmalarının yerel demokrasi ekseninde yapılandırılması bölgesel iktisadi eşitsizlikleri ortadan kaldırabilir.
  5. Merkeziyetçilik vesayetini çok boyutlu düşünmek gerekir. Örneğin İçişleri Bakanlığına bağlı olarak valilerin atanması ve yerel seçilmişler üzerinde vesayetin aracısı olması durumu ortadan kaldırılmak zorundadır. Yerel demokrasi yereldeki yaşamı ancak orada yaşayan toplumun iradesine teslim etmekle gelişebilir.
  6. Bunları yapmak için önce “önyargılar”dan sıyrılıp “kim önerdi” sorusu yerine “önerilen nedir, hangi problemleri çözer” sorularına cevap aramak gerekir. Bu kapsamda devletin “beka kaygısı” söyleminden kurtulması, resmi muhalefetin depremde deneyimlediği yerellik hakikatini daha güçlü savunması, sol-sosyalist güçlerin ise Türklük Sözleşmesiyle yüzleşmesi ve dogmatik engellerden sıyrılması gerekir.

James C. Scott “Devlet sınırlarını aşan bir araya gelme ve iş birliği tarzları ile Katalonya benzeri sınırlı bağımsızlık biçimleri icat etmeye ihtiyacımız var” diyerek 21. Yüzyılın bir arada yaşama formüllerinden birine işaret etmiştir. Katı merkeziyetçi devlet anlayışının iki yönlü aşılmasını sağlayacak bu ihtiyacın gerçekleştirilmesi sadece kurumsal-idari bir dönüşüme değil; demokrasinin ve tüm yaşamın dönüşmesine zemin yaratacaktır.

Bu dönüşümün anahtarı yerindenlik ve katılımcılığın güçlendirilmesidir. Sadece doğa olaylarında ve doğa olaylarından felaket sonuçlar üreten iktidar yıkımlarında değil; “sıradan zamanlar”da, demokratik ve insan onuruna uygun bir ortamda yaşamak için yönetime ve karar alma süreçlerine katılımcılığı yerindenleştirmek gerekiyor.

Türkiye’de aşırı güç birikimiyle bir zehre dönüşen merkeziyetçiliğin panzehri olarak yerel demokrasiyi -kimin dile getirdiği üzerinden değil, neyi ifade etmek istediği üzerinden- değerlendirmek ve ortak iyiyi hedefleyen bir kamusal tartışmaya açmak şarttır.

Cumhuriyetin demokratikleşmesi ancak temsili demokrasinin anti-demokrasisiyle mücadele etmek ve yerel demokrasiyi Cumhuriyetin fikrinin kalbine yerleştirmekle mümkün olabilir. Bu mümkünü ortaya çıkarmak için çeşitli sorular sormalı, zamanın ruhunu yakalamalıyız.

[1] https://vesaire.org/lizbon-depremi/

[2] https://gazetekarinca.com/yeni-bir-toplumsal-sozlesmenin-mumkunlugu-uzerine/

[3] https://artigercek.com/makale/enkazin-altinda-kalmanin-dayattigi-zaruret-adem-i-merkeziyet-240728

[4] https://birikimdergisi.com/haftalik/11264/merkeziyetcilik-ezeli-kutbu

[5] https://www.gazeteduvar.com.tr/evet-yerel-ama-nasil-haber-1606755

Kaynak: Karınca

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…