Doğal afetler, iktidarların kendilerini sürdürmeleri için topluma yaşattığı olağanüstü hallerle birleşince etkisi maalesef çok daha yakıcı ve acı hale geliyor. Deprem kuşağında olan ülkenin alınmayan kararlarını, imar aflarını, denetimsizliği, müteahhitlerin çaldıklarını çokça duyduk, konuştuk, yazdık ve okuduk. Bu yazının derdi, bahsedilen bu ihmaller ve rant zinciri sonucunda yaşananları tekrarlamak değildir. Konuya bir başka açıdan yaklaşarak iktidarların özgünlüklerine rağmen sistemik bir bağlamının olmasına dikkat çekmektir. Sistemden kastımız rejimdir ve rejimin karakteri merkezi olduğu için on yıllardır hatalarını kapatma yolunu seçmektedir. Üstü örtülürken yapılansa, her seferinde aktörlerin değişikliği oldu ancak zaman bizlere konunun aktörlerle ilişkili olduğu kadar rejimin karakteriyle daha fazla bağı olduğunu gösterdi.
Büyük bir deprem gibi doğal afetler, toplumsal hayatı kökten etkilemektedir ve bu durum, otoriter bir rejimin insan hakları ihlallerini üst seviyeye çıkarmaktadır. Ancak aynı zamanda afetler; merkezin görmediği halkı, yetkilerin yerele devredilmesiyle halkçı bir rejime dönüştürebilir. Burada ifade edilenin devrim niteliğinde olduğunun bilincinde olarak; enkaz altında kalan merkezi devletin cenazesini devrimci bir cesaretle kaldırıp, yerine tarihten dersler çıkararak güçlendirilmiş yerel yönetimi getirmenin doğal akışın gerekliliği olduğuna işaret edilmektedir.
Doğal afet, toplumun bir bütün olarak hareket etmesi ve bireylerin katılımıyla birlikte ortak bir amaç için çalışmasına zemin sunar. Bu da, toplumun özgürlüklerinin kısıtlandığı bir otoriter rejim altında bile bir nevi “toplumsal sözleşme” yaratır. Yani bir doğal afet, toplumun özgürlükleri için mücadele etmesi gerektiği bir ortam yaratabilir ve bu toplumsal değişim için olanaklar sunabilir.
Doğası gereği özgür olan insanı ancak toplumun yararına bir ortak sözleşmeyle kısıtlamak dışındaki her yöntem, halk yerine devleti koruma refleksi gösterir ve bu refleks toplumun ortak yararından son derece uzaktır.
Bu noktada son deprem(ler)in bizlere yaşattıklarına ve sonuçlarına kısaca göz atacak olursak merkezi anlayışın toplum/halk için tedbir alamadığı, krizlere çözüm bulamadığı ve geleceği karartmaya devam ettiği görülür.
Merkezi yönetim krizleri tanımlamakta gecikirken yerel, ilk yapılması gerekenin enkaz altında kalan canlarını kurtarmak olduğunu bilir. Merkezi yönetim halkın yaralarını sarma konusunda devletin kaynaklarını kullanmaktan imtina ederek kendi koltuklarının derdine düşerken yerel, var olanı seferber etmekten çekinmez. Merkezi yönetim gösterişli programlarla halkı aşağılayan ve muhtaç hissettiren para toplama seremonileri yaparken, yerel kendisinde olanla dayanışmayı ve var olanı paylaşmayı gösterir. Merkezi yönetim kendi hataları tartışılmasın diye gündem değiştirip ırkçılık (yabancı düşmanlığı) tartışması yaratırken, yerel enkaz altında kalanın diline, dinine, rengine, cinsiyetine bakmaksızın elini uzatır. Çünkü merkez depremin enkazından kendisine yarayacak bir seçimin ne olacağını düşünürken, yerel şimdiye kadar mil çekilen gözlerinin açıldığını fark eder. Merkezi yönetim iktidar değişse bile rejimin karakterinin değişmemesi için kendi içinden çıkacak aktörler ararken, yerel sistemin tamamen ve yeniden inşa edilmesi gerektiğini söyler.
Deprem yeni bir sistem inşası yaratabilir mi?
Bugün devlet yetkilileri kendilerinin aldıkları kararlar sonucu yaşanan yıkımın ve acının üstünü örtmek için depremi dünyanın doğasında ve insanın fıtratında varmış gibi gösterse de, bu tavır yeni değil. 1755’te yaşanan Lizbon depremi sonrası Papalık makamı da ‘her olanda bir hayır ve Tanrı’nın bir bildiğinin olduğu’nu söylüyordu. Ancak o günlerde depremden dolayı yaşananların alınan kararlardan kaynaklandığını söyleyen aydınlar da vardı. Geçtiğimiz günlerde siyaset bilimci Dr. Ayşegül K. Kaynar’ın “Maraş Depremi, Türkiye’nin ‘Lizbon Depremi’ olur mu?” başlıklı yazısında Judith Shklar referansıyla, Kant’ın depremi ‘insan yapımı felaketler’ olarak tanımlaması, tam da bu yaşananlara seslenmektedir.
Yazıyı başa döndürerek doğal afet ve sonuçları üzerinden bir tartışmaya değil, yaşananların merkezi devlet anlayışlarının bir ürünü olduğu fikrine odaklamak istiyorum. Siyaset tarihi boyunca topluma dayanan ve topluma dayatılan düzen arayışları hep olagelmiştir. 6 Şubat ve sonrasında yaşanan depremlerin sadece doğa olayı ve sonuçlarını değil, aynı zamanda siyasal arayışları da hızlandıracağı fikriyle yeniden topluma dönmek ve topluma dayanan düzen kurmak için tartışmayı olabildiğince hızlı ve güçlü sürdürmeliyiz.
Türkiye’de merkezi devletin yetkileri, ulus devlet, merkezileşen devletin zararları gibi tartışmaları şimdiye kadar yoğunluklu olarak Kürt Siyasal Hareketi’nin çağrıları, analizleri ve sistem inşa çabalarıyla gördük.
Kürt Hareketi bu fikri bu coğrafyanın her yerinde toplumların birlikteliği ve eşitliği üzerinden savunurken sağ ideolojiye sahip partiler, oluşumlar veya kişiler bu fikrin kendisini ‘bölücülük’ üzerinden kriminalize etti. Sol-sosyalist çevrelerin bir kısmı maalesef bu tartışmaya sessiz kaldı, bir kısmı ise ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ tartışmasıyla yine maalesef dolaylı olarak devletin kaşıdığı yaranın kanar halde kalmasına hizmet etti, ancak bir kısmı ise devrimci bir tutum alarak yerel yönetimlerin güçlenmesinin güçlü bir sol çağrı olduğunu söyledi. Burada sol-sosyalist hareketlerin yaptıkları veya yapmadıklarına dair bir tartışma içine girmek istemiyorum.
Kavramsal geri çekilme pozisyonundan çıkmayı daha ne kadar erteleyebiliriz?
Tarihten ders alarak halkı savunmak ve kalıcı demokratik bir rejim inşasını mümkün kılmak için güncel koşulları daha yüksek sesle konuşmamızın gerekliliğine inanıyorum. Bu gerekliliği istisnasız her kesimi düşünerek ifade ediyorum.
Örneğin HDP kendisini Kürdistan ve Türkiye’deki devrimci hareketlerin buluştuğu bir zemin olarak tanımlıyor ancak bileşenlerinden bazılarının seslendirince cezalandırıldığı özerkliği, kendisi de geçmişteki kadar dillendirmiyor. Hatta içinin nasıl doldurulduğuna bağlı olarak, değişebilecek yerel yönetimlerin bir tür özerklik anlamına geldiğini bilmesine rağmen, son zamanlarda özerklik kavramından bilinçli olarak sakınıyor gibi duruyor.
Bu ifadeyi bir parti ismi vererek sınırlama niyetinde değilim ancak yazının bu bölümünde Kürt Siyasi Hareketinin tartışmalarını referans verirken, güncel pozisyonlara dair yine aynı cenaha değinmenin eksiklik olacağı düşüncesiyle güçlendirilmiş yerel yönetim, demokratik yerel yönetim, özerklik, demokratik özerklik gibi kavramları daha fazla gündemleştirecek yerin de eleştirdiğimiz HDP ve bileşenleri olduğunu biliyoruz.
İnsanların kendi mahallelerinde, semtlerinde veya bölgesindeki duruma göre örgütlendiğini ve kararlar aldığını ifade eden özerklik fikri, son depremde hayat bulmadı mı?
İnsanlar merkezi yönetimin şimdiye kadar yapmadıklarına ve yaşanan felaket sırasında yapamadıklarına isyan ederek kendi köy, mahalle, ilçe, il, bölge ve coğrafyasında ihtiyaç duyulan neyse ona göre hareket etmedi mi?
Maraş Depremi halkçı ve devrimci bir söylemin geliştirilmesi için önemli bir aralıktır. Bu tarz afetler, toplumun bir bütün olarak hareket etmesini gerektirir ve özgürlüklerin kısıtlandığı otoriter rejim altında bile bir nevi “toplumsal sözleşme” yaratır. Bu fırsatları değerlendirmek için toplumun bireyleri, toplumsal yapının yeniden şekillendirilmesi için bir araya gelmeli ve ortak bir amaç için çalışmalıdır. Bu, toplumun özgürlüklerinin kısıtlandığı bir otoriter rejim altında bile, toplumsal değişim için bir fırsat sunar. Yeni bir toplumsal sözleşmenin mümkünlüğü üzerinde tartışmanın tam vaktidir.
Tarihsel olarak da merkeziyetçi otoriter yönetimlerin karşısında alternatif olarak adem-i merkeziyetçi, toplulukların hem kültürel, hem de siyasi anlamda, özerk bir şekilde kendi kendilerini yönettikleri dönemler hep olmuştur. Merkeziyetçi ulus devlet yapılanmasının en fazla 200 yıllık bir ömrü olduğunu düşündüğümüzde demokratik özerk yönetimlerin, tarihin uzun bir diliminde aslında hep var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ulus devlet anlayışının enkaz altında kalmasıyla birlikte demokratik özerk yönetim ruhunu yeniden canlandırmanın, bunu derinlikli bir şekilde tartışmanın tam vakti değil mi? Artık sol-sosyalist yurtsever güçler kavramsal geri çekilme pozisyonundan çıkmayı daha ne kadar erteleyebilir? Sistem tarafından işgal edilmiş düşünsel-kavramsal alanları geri kazanma hamlesi geliştirmek için en uygun aralıkta değil miyiz?
