
18 Haziran’da aramızdan ayrılan İskender Savaşır’ı anarak başlayalım. Vefatından sonra attığın bir tweet’te “İskender’in yayına hazırladığı Defter’in Hapisane sayısını ve onunla orada itişe-kakışa, ama karşılıklı öğrenerek yaptığımız söyleşiyi hatırladım. Toprağı bol olsun” diyorsun. Defter’deki (Nisan-Mayıs 1989) o söyleşide, Thomas Mann’ı alıntıladığın bölümde şöyle diyorsun:
“Thomas Mann’ın Almanya’ya dönmeyi reddettiğinde yayınladığı manifestosumsu bir şey var. Alman aydınlarına dönüp ‘Aşağılık herifler, siz bu kadar kolay teslim oldunuz, dün teslim olmanın edebiyatını yapıyordunuz, Führerinizi yüceltiyordunuz, şimdi de hepiniz demokrasi edebiyatı yapıyorsunuz, onu yüceltiyorsunuz. Lanet olsun! Sizin gibi adamların yanına dönmüyorum’ diye avaz avaz bağırıyor. Ben sadece aydınlarla sınırlı tutmuyorum bunu, daha geniş, daha yaygın bir alanda bunun olduğunu düşünüyorum. Ben bu tepkiyi daha önce tam olarak hissetmemiştim. Ama bunun ne demek olduğunu, 12 Eylül’de anladım. Thomas Mann’ın ne demiş olduğunu çok iyi anladığımı söyleyebilirim…”
Yaklaşık otuz sene sonra o metni okurken insan ister istemez bugünün Türkiye’sini düşünüyor. Thomas Mann’ın durumunda değiliz elbette, ayrıca geçmiş tartışmaları kaşımak gibi bir niyetimiz yok, ama buraya nasıl geldiğimiz üzerine de kafa yormak gerekiyor. Nasıl oldu da, AKP entelektüellerin desteğini alabildi ve meşruiyetini, ardından da hegemonyasını o kesim üzerinden kurabildi?
Evet, “entelektüel dünyanın geneline teşmil etmeyelim” ama, devleti sınıflardan, eski deyişle, münezzeh görmek gibi bir ortak payda yok muydu? Bu ceberrut devlet, bu “muhafazakâr, ama demokrat” iktidar partisi eliyle demokratikleştirilebilir ve önümüz açılır…
Bir yandan da öyle nefret yüklü, öyle fena bir “Yetmez Ama Evet” karşıtı dil var ki, haklı argümanları haksız kılacak bir durum doğuyor. Bir de böyle bir kıskaç var…
24 Haziran gecesine gelelim. Geçen sayıdaki söyleşide “Türkiye’nin o gece uyumaması gerekir mutlaka” demiştin… “Yapacağımız şey 16 Nisan’da yapılmayanı yapmak…” Çok erken biten bir gece oldu.
(gülüyor) Evet, çok doğru.
Niye böyle oldu?
Andığın araştırma (Election forensic analysis of the Turkish Constitutional Referandum 2017) hile meselesini iki başlıkta inceliyor. Biri “ballot stuffing”, sandık şişirme, mükerrer oylar. Diğeri “voter rigging”, seçmenin sandığa gitmesinin engellenmesi. O araştırma, 16 Nisan’da sandıkların yüzde 6’sında hile yapıldığını ve bu oranın Hayır’ı Evet’e çevirdiğini ortaya koyuyor. Yüzde 6 çok ciddi bir oran.
Çok ciddi. Bu onların bütün ihtiyacını görür.
25 Haziran’a geçelim… İnce basın toplantısında kendisiyle Erdoğan arasında 10 milyon oy fark olduğunu söyledi. Bu çok büyük bir çarpıtma…
Bahsettiğimiz araştırmaya konu olan bütün düzensizliklerin bu seçimde tekrar etmiş olduğu ortada olduğuna göre, “ıslak imzalı tutanaklar” ne diyorsa desin, CHP ve bütün diğer muhalefet partileri seçim sonuçlarının meşruiyetini tartışmaya devam etmeliydi. Bu sonucun bu şekilde içe sindirilmiş olmasını “on milyon fark”la izah etmek mümkün değil. Tartışılacak olan İnce ile Erdoğan arasındaki oy farkı değildi ki. Seçimlerin ikinci tura kalması için İnce’nin Erdoğan’a yakın bir oy alması gerekmiyordu. Seçimlerin ikinci tura kalması ve İnce’nin, bütün muhalefetin seçeneği haline gelebilmesi için muhalefet adaylarının oylarının toplamının Erdoğan’ınkini geçmesi gerekiyordu.
1 milyon 295 bin küsur oyun kayması sonucun değişmesi için yeterliydi…
Fark akşam saat yedi buçukta da bu kadardı, sabaha karşı da bu kadardı. Muhalefet kaynaklarına göre baştan beri iki blok arasındaki farkta Erdoğan hiçbir zaman yüksek derecede galip gözükmedi. O yüzden, bunu sonuna kadar takip etmemeyi bu şekilde açıklamak aptal olmayı ya da bizi aptal yerine koymayı gerektirir. Eğer ikisi de değilse, başka bir aklın devreye girmiş olmasını gerektirir. Diğer taraftan, sandıkların kapatılmasının ardından sonuçların benimsenmemesi halinde, Suruç örneğinin bütün Türkiye’de tekrar edileceğini ima eden bir gösteri başlamıştı. Özellikle İstanbul’da, Ankara’da, başka kentlerde AKP tarafından silahlandırılmış topluluklar sahneye çıktılar. Bunlar seçim sonuçlarını kutluyor değillerdi, sonuçlar henüz belli olmamışken seçim sonuçlarının tartışılmasını, devlet şiddetinin yanısıra, bastırmak üzere ortaya çıkmış güçlerdi. CHP’nin istihbaratının bunları hepimizden önce işitmiş olduğundan şüphe duymuyorum. Şu halde suskunluğun kaynağı bu tartışmanın sürdürülmesi halinde çıkması muhtemel çatışmanın sonuçlarından CHP’nin ve İnce’nin ürkmüş olmasıdır. “Ürkmeselerdi, bunu göze alsalardı” denemez, çünkü muhalefetin hiçbir düzeyde böyle bir hazırlığı yoktu, ne HDP’nin ne CHP’nin vardı. Ama gidişatın böyle olduğu belliydi. Böyle olduğu biline biline bu seçimlere gidildi. Meşru olmayan bütün vasıtaların kullanılmasına rağmen bu seçimlere gidilmesinin biricik nedeni bu seçimi bir mücadele zeminine dönüştürmek ve bu mücadele zemininin üzerinden bir sosyal kuvvet elde etmekti. Dolayısıyla, şimdi tartışma şudur: Acaba bu sonuçların üzerine bir bardak soğuk su içmek mi bu sosyal kuvveti yaratır, bu sonuçlara meydan okumak mı? Meydan okumanın binbir biçimi vardı ve hâlâ var. Hem sonuçları tartışmaya devam etmek hem de çatışmadan kaçınmak mümkündü. “YSK’nın önünü bana bırakın” diye illa kendinizi bağlamanız gerekmezdi. YSK’nın önüne gidemeyebileceğinizi düşünmeniz lâzımdı. Fakat, kendinizi böyle bağladınız diye bunda ısrar etmek zorunda da değildiniz. Ânında başka öneriler ileri sürebilirdiniz, sürebilirdik, sürülebilirdi. Fakat, şimdi YSK’ye itiraz için artık çok geç. Demir tavında dövülür. Şimdi siyasi itirazın zamanı…
“Adam kazandı” diye bir gazeteciye mesaj atıyor. Kamuoyunun önüne çıkmıyor…
İnce’nin “Adam kazandı” dediği saatte adamın kazandığı henüz belli değildi. Saat 9’da, geri kalan bütün sandıklar da açılsa, adamın yüzde 50+1’i geçeceği veri değildi. O yüzden böyle havlu atmak kabul edilemez. Önemli olan burada doğrudan doğruya İnce’ye bir tehdit olup olmaması değil. İnce’ye hiçbir tehdit yapılmadığından adım gibi eminim. İnce’yi İnce’nin içindeki devlet tehdit etti, CHP’nin içindeki devlet aklı, sürdürüldüğü takdirde bu meselenin nereye kadar gidebileceği konusunda onları uyardı…
İnce’nin mesajından bir-iki saat önce, CHP sözcüsü “Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldı” diyor…
Bülent Tezcan bunu niye dedi? Herhangi bir şey bildiğinden değil, palavracı bir siyasetçi olarak gaz üfürmenin, gerçek olmayan şeyler söylemenin milleti sandık başında tutacağına dair bönlüğünden kaynaklanıyordu o açıklama. Yani mesnetsiz, desteksiz yalanlarla kitleye moral verme usûlleri. Aynı usûller mitinglerde de takip edildi. Allah için geriye dön bak, aritmetik var, geometri var, sosyoloji var, demografi var, mümkün mü CHP’nin İstanbul’da o alanda beş milyon kişilik bir miting yapmış olması? Taş çatlasın 500 bin kişi dolduruyor o alanı. Erdoğan daha önce oraya “iki milyon topluyorum” derken yalan söylüyordu. Bunun iki katı yalan söylemeyi bir seçim taktiği kabul etmekte ne akıl olabilir ki? Bunca şişirmenin sonucu, şimdi bunca büyük hayal kırıklığı ve depresyon. Aslında dikkatlice izlenseydi, gidişatın kıl payı kaybetmeye doğru olduğu görülürdü, kıl payı kaybetmeyi engellemek için alınacak önlemler konusunda HDP’yle, İyi Parti’yle daha yakın bir mesai götürülebilir, acil ve ekstra önlemler gündemde olabilirdi. Seçim öncesi tablo, seçimden sonraki davranışı, Tezcan’ın yalanlarını da açıklıyor. Yalan üzerinde yürüyen bir propagandanın doğuracağı sonuçlar bunlar. Mutlak olan bir tek şey var. AKP cephesinden muhalefet cephesine kayda değer yeni oy akışı gerçekleşmedi. Seçim öncesi tablodan da bu gözüküyordu. İki taraf arasındaki güç ilişkisi sabit kaldığı takdirde, kahir bir ekseriyet kazanılamayacağı, ağır bir yenilgiye uğratılamayacağı, maçın ortada olacağı görülmüş olmalıydı. Yeni önlemler karşı cephede kararsızlık yaratacak söylem ve gösteriler olabilirdi. Ben, doğrusu, bu mitinglerin ve bu mitinglerin havasının karşı cephede bir çözülme değil, daha çok bir tahkimata yol açtığını, kitlesel bir hesaplaşma ihtimalinin gündemde olduğunu düşündürdüğünü ve bu nedenle de İnce mitinglerinde açığa çıktığından kuşku duymayacağımız bu enerjinin aslında siyasi bir sonuç yaratmadığını söyleyebilirim. Uzun lafın kısası, Tezcan “kesinlikle ikinci tura kaldı” derken, mitingde beş milyon kişi olduğu ne kadar doğruysa, o sözü de o kadar doğruydu. Sadece gaz vererek kitlelerin moralini ayakta tutma çabası vardı. Daha sonraki hızlı ricatın nedeni de yarattıkları havadan kendilerinin kapıldığı korkuydu. Düşünün, siz yöneticisiniz, dediniz ki “biz kesinlikle ikinci tura bıraktık seçimleri”. İki saat sonra da, “biz yenilgiye uğradık” diyeceksiniz. Bunu söyleyemiyorsunuz. Kaçıyorsunuz. Herkesi ortada bırakıyorsunuz.
Üstelik “yenilgi” ilan edildiğinde henüz bunu söylemeye yetecek veri yoktu. Böyle olduğu halde, niye yenilmiş olmayı kabul ettiler?
“MHP faktörü ortaya çıktı şu ya da bu yolla” dedin, bunu açalım mı?
Sonuçlara baktığımda, Urfa hariç, bütün alanların MHP’nin ‘80 öncesinde ve daha sonra kendisi için hâkimiyet alanı, yaşam alanı seçmiş olduğu bölge olduğunu görüyorum. ‘80 öncesinde MHP’nin iç savaş taktiklerinin besleyicisi bu bölgeydi. Bu bölgenin batısını –Kayseri, Konya vs.– şimdilik AKP’ye, kıyıları İyi Parti’ye kaptırmış gibi görünüyor. Fakat, Gümüşhane, Düzce, Bayburt, Elazığ, Iğdır eskiden de MHP’nin yaşam alanı olan bölgelerdi. Seçimlerde buralarda bürokrasiyi ve kamu otoritelerini MHP kontrol altına almış ve meselenin ballot sttuffing –oy şişirme– bölümünü doğrudan MHP halletmiş gibi gözüküyor. MHP’nin yüzde 11’inin yarısına yakınının şişirme olduğunu söyleyebiliriz. AKP’ye ödünç gitmiş kimi MHP oylarının da tehlike ânında –çünkü Bahçeli çok fazla beka vurgusu yaptı– tekrar MHP’ye döndüğü söylenebilir. “MHP parlamentoda olmazsa yanmışız” fikrinin AKP cephesinde alıcısı olduğunu da buradan anlayabiliriz. Fakat, MHP’nin İyi Parti ayrılığından sonra düştüğü çukurdan çıkarılabileceği hesaba katılmış değildi. Ben bunu hesaba katmamıştım. Böyle düşünmeyenler bu mânâda yanıldık. Fakat bu, AKP-MHP toplamı bakımından bir şey değiştirmiyor.
MHP “şişirme oyları” bir yandan da şunu gösteriyor: Aslında, tablo yüzde 50-50 de değil. Ve Cumhur İttifakı hem azınlıkta, hem gayrımeşru…
Kendi tarafımızı da tam olarak bilemediğimiz için, bana en iyisi “o taraf galip değil” demek geliyor. Fakat, 16 Nisan referandumunda 51’in Hayır’da olduğundan neredeyse emindim. Bu sefer de belki böyle söyleyebiliriz ama, en azından “Erdoğan 50+1 almadı” diyebiliriz. Bunu biliyoruz. Referandumun hileli olduğunu söyledi CHP. [Kılıçdaroğlu: “Referandumda yüzde 51.2 Hayır oyu çıktı.” –14 Şubat 2018] Fakat, bunun için gerekenleri yapmadı. Referandumdaki bütün hileler kanun haline geldikten sonra bir seçime gittinizse o zaman peşin olarak her şeyden şüphe etmeniz gerekirdi. Bu asla kabul edilemez. Mücadelenin bir mantığı var. Mücadelenin mantığını İnce nasıl gözden kaybedebilir? Mücadele mantığı Erdoğan mı, yoksa İnce mi yüzde 50+1 alacak değildi ki? Mücadelenin mantığı Erdoğan yüzde 50’nin altına düşecek, öbür cenah da böylelikle ikinci tura gidecekti. İnce “adam kazandı” dediği saatte hiçbir şekilde bunu görmüş olamazdı.
Meclis’e gelelim. Geçen sayıdaki söyleşide şöyle diyorsun: “Bu seçimde esas önemli olan parlamento seçimi, cumhurbaşkanlığı kaybedilse bile elde bir mücadele üssü oluşacak, ne kadar dişleri sökülmüş olsa da…” Sonuç malûm. Artık bildiğimiz anlamda bir Meclis yok. Nitekim, sen de, 7 Temmuz’da, Twitter’da şöyle diyorsun: “Bu Meclis o Meclis değildir artık, hatta Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı dahi değildir. Köklerinden ve geleneğinden kopmuş, yetki ve gücünü hiçbir Cumhuriyet kurumunca denetlenmeyen bir şahsa devretmeye ram olmuş vesayet altında bir heyettir…” Sonra da başka bir tweet’le ekliyorsun: “Böyle olması içeriden mücadeleyi gereksizleştirmez ve önemsizleştirmez. Nerede olduğunuzu bilerek her zeminde siyasi mücadele yapmak göreviniz.” Biraz önce de önümüzdeki meselenin artık “rejim mücadelesi” olduğu söyledin. Bu mücadelede Meclis’te olmanın nasıl bir getirisi var? Meclis’ten çekilmeye, “sine-i millet” meselesine nasıl bakıyorsun?
Ortaya çıkan yeni rejim tablosunu çok ciddiye almalıyız. Muhalefet cephesinde, demokratik, sol, sosyalist cephede “Aslında zaten eskiden fiilen var olan durumun şimdi hukukileştiği” türünden değişimi azımsayan bir yaklaşımın emarelerini görüyorum. Erdoğan ve partisi 16 yıldır bunun için mücadele ettiler ve bu mücadelede çok önemli bir aşamayı geride bıraktılar. Şimdi, kimi tavizlerle beraber, bir siyasi rejim inşası bakımından çok önemli bir konuma yerleştiler. Bu bizim karşımızdaki en önemli iktidar ânıdır. Bunu önemsiz saymak çok cahilanedir ve aslında gerçek bir davadan yoksun olmak anlamına gelir. Fakat bu rejimin de çelişkileri ve açmazları var. Hâlâ meşruiyet tahkimatını toplumsal onay üzerinden yapmak mecburiyetindeler. Bunun için parlamentoyu ve seçimleri şöyle ya da böyle sürdürmek ihtiyacındalar. Meclis sadece bize değil, AKP’ye de lâzım, MHP’ye de lâzım, tabii CHP’ye, İyi Parti’ye, SP’ye de lâzım. Hangi nedenle lâzım? “Gösteri toplumu”nu sürdürmek bakımından. Meclis bugün artık neredeyse sadece bir siyasi gösteri alanı. Her gün yapılacak bir gösteriye ihtiyaç var. AKP bu ihtiyacı sadece tek-adam eliyle karşılayamaz, çünkü değişik algılara, değişik toplum katmanlarına, değişik ihtiyaçlara seslenilmesi gerekir. Öte yandan, bizim açımızdan da Meclis ikâmesi mümkün olmayan bir alan. Ama şunu da unutmayalım: Bu zemin önceki rejimde siyasi iktidarla şöyle ya da böyle yetki paylaşıyordu. Zenginler ve güçlüler lehine tanzim edilmiş olmakla birlikte, milletin temsilcileri ile yürütme, burjuvazi ile halk, erkekler ile kadınlar, zenginler ile yoksullar arasında bir yetki ve güç paylaşımı, hatta bir mücadele alanıydı. Geçen dönem mesela, zeytinlik alanların maden sahası olmasına TBMM’de süren mücadeleyle son verildi. Her mücadele kazanılmadı ama, bu kazanılan mücadelelerden biriydi. Öte yandan, AKP’nin Kürt meselesinde çözüm mekanizmasına başvurmasına HDP eşlik etmeseydi, Kürt meselesi parlamentoda tartışılır hale gelemezdi; buradan medyaya taşamaz, üç yıl boyunca memleket gündeminin merkezini işgal edemezdi. Önceki dönemlerde parlamento hükümetlerin kurulduğu ve yıkıldığı yerlerdi; hükümetler düşürüldü, hükümetler kuruldu. Bugün artık hükümet parlamentoda kurulmuyor. Bu mücadeleler için burası artık bir alan değil, ama eninde sonunda, burası sözün yeniden üretildiği bir alan olma imkânını hâlâ muhafaza ediyor. Eskiden parlamento eleştirisi için söylenen bir klişe vardı: “Laf fabrikası”. Laf fabrikası hâlâ çalışıyor. Bu fabrikada bizim “ürünlerimiz” de üretiliyor. Teşhir vitrininde bizim “ürünlerimiz” de gösteriliyor. Bu kısıtları ve sınırları bilerek parlamentoya dahil olduğumuzu düşünüyorum. Arkadaşlarımız arasında daha çoğunu uman ya da önceki parlamentoyla bugünkü arasında bir fark olmayacağını düşünenler vardıysa yanılmışlardır. Benim için değeri bu kadardır. Ayrıca, burada üretilen sözün daima mecrasını bulacağı da şüphelidir. Medya blokajı en şedit haliyle sürüyor. Onu sosyal medyayla nispeten telafi edebileceğinizi düşünseniz, İç Tüzük diye bir meseleniz var. İç Tüzük geçtiğimiz dönem muhalefetimizin suç haline getirileceği biçimde değiştirildi. Yurttaşlar için serbest olan düşünce ve ifadelerin bir bölümü milletvekilleri için yasak kılındı. Meclis’te “Kürdistan”dan, “Ermeni soykırımı”ndan söz etmek bir kusur, suç haline getirildi. En son örnekte Meclis başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, Osman Baydemir’e sordu: “Kürdistan diyorsunuz, Kürdistan dediğiniz yer neresidir?” Osman Baydemir de elini kalbine götürdü, “Kürdistan burasıdır” dedi. İç tüzük uygulandı: Bir maaş ceza, üç oturum Meclis’ten men. Önümüzdeki dönemde MHP baskısıyla daha da çok tahditle karşılaşılacaktır. İyi Parti’nin buna eşlik etmesi ihtimali, CHP’nin hayırhah tarafsızlığı da göz önünde tutulacak olursa, bizim üreteceğimiz sözün ve tutumun, yani siyasi gösteriye katılma imkân ve haklarımızın devam etse de daralacağını öngörebiliriz. Ama bunlar Lenin’in tabiriyle “otzovizm”e, yani “geri çekilelim”ciliğe, “sine-i millete dönelim”ciliğe mesnet teşkil etmez. Doktor Hikmet (Kıvılcımlı) otzovizme güzel bir karşılık bulmuş, “hotzotçuluk” demişti. O zamanlar, 60’larda, biz parlamento mücadelesine önem vermediğimizden bunların da üzerinde durmamıştık. “Hotzot, hadi kalk gidelim…” yok. Bu Meclis’e laf, daha da çok tavır üretmeye gelindi, tavır üretilecek. Hâlâ milletvekilinin hakları ve görevleri olan şeyler var. Kamu denetçisi gibi davranmak bir imkân. Arkadaşlarımız Çorlu’da tren cinayetinin gerçekleştiği yere gittiler ânında. Çok doğru bir şey yaptılar. Erdoğan cülus törenindeyken eşbaşkanlar oradaydı. Öte yandan, bir grup arkadaşımız da Soma’daydı, maden cinayeti davasında. Bütün bu rollerin siyasi iletişimde değeri var. Bunu reddedemeyiz. Daha yüksek bir ikâmesi olsa, onları da düşünebiliriz. Boykotun, “sine-i millete çekilmenin” kıymetli olduğu anlar da olur. Ama bu istisnai anda değiliz. HDP’nin ne kadar büyük engelleri aşmak zorunda kaldığını, bu seçimde de şehitler vererek Meclis’e gittiğini, insanların seçmen olabilmek için canlarını verdiğini, seçim müşahidi olmak için ne kadar zulme ve hakarete, aşağılamaya göğüs gerdiklerini göz önünde tutalım. Bütün bunlar bu kadarı içindi. Tabii ki öte yandan, seçimlerin bir barometre ya da termometre olduğu da doğru. En eski klişelerimizdendir. Klişeler her zaman değersiz ve yararsız değil. Engels’in sözüdür: “Seçimler bir siyasi barometredir. İşçi sınıfı partisinin toplumda nasıl bir güç toplamını ifade ettiğini bize gösterir. Toplumun neye gebe olduğunu gösterir.” HDP’nin aldığı oylar adil bir biçimde sayılmamış olabilir ama, çarpıtılmış haliyle bile HDP lehindeki önemli hava değişikliklerine olduğu kadar, denizdeki önemli kimi çalkantılara dair haber vermiştir. Ama, Meclis faaliyetinin sınırlarını bilelim. Daha çoğunu yapıyormuş gibi davranmaktan, Meclis böyle bir kapasiteye sahipmiş gibi konuşulmasına fırsat vermekten uzak durmak çok önemli. Parlamentodaki HDP her dakika bu Meclis’in bu haliyle neden hiçbir işe yaramadığını ispat ve teşhirle ilgilenmeli, bu gerçeği halka göstermeli, bu vesileyle toplumsal ve politik gerçeklerin açıklanmasına katkıda bulunmalıdır. Ve nihayet başka bir siyasi sonuç da üretmelidir. Bu Meclis değilse, hangi meclis? O meclislerin halkın bağrında kurulmaya başlamasına HDP milletvekilleri önayak olmalı, güçleri, öngörüleri, vizyonları buna yetiyorsa CHP milletvekillerinin, Saadet milletvekillerinin bunlara eşlik etmesine yardımcı olmalıdır. Meclis’teki mücadelenin terimleri, mahiyeti ve politik çerçevesinin tamamen değiştiği bir dönemdeyiz. Bir önceki dönem sadece bir ay geride, fakat en az bir asır uzakta artık.
1877’ye geldiğimizi söyleyebiliriz…
Evet. Kemalizmin en koyu dönemlerinde bile hükümet ile Meclis ilişkisi bu kadar açılmış değildi. Padişah ile Meclis arasındaki güç uçurumu bile bu kadar değildi. Bütçe yetkisi 1876’da tümüyle Meclis’teydi. Bütçeyi Meclis tartışıyor, Meclis bağlıyordu. Bugün bütçe yetkisi Sultanda. Sultan kendi partisine ve vekillerine bile danışmaksızın peş peşe kararnamelerle yeni bir rejim inşa ediyor. Denebilir ki, cumhuriyetin kuruluşunda da tek adam vardı. Doğru, tek adam vardı, fakat o tek adam kendi başına kanun yapma yetkisine sahip değildi. En azından hükümet dolayımıyla yetki kullanabilirdi. Hükümet Meclis’e karşı sorumluydu. Kendisini Meclis’e hoş göstermek zorundaydı. Şimdi tek adam kendisini kimseye hoş göstermek zorunda değil. Meclis’in doğum yerine, Ankara’ya, 1920’ye gidersek, Mustafa Kemal’in başkomutanlığı devralmak için döktüğü dilin, ona getirilen eleştirilerin şiddetinin farkına varırsak, neden hükümet Meclis’ten doğarsa başka bir düzen vardır, neden bugünkü gibi olursa Louis Bonaparte’ın, III. Napoléon’un Fransa’sına, “seçilmiş sultanlığa” dönmüş oluruz, bunları daha iyi görebiliriz. Maalesef, son yıllarda politik hareketlerde de, okullarda da siyasi tarih yeterince iyi çalışılmadığı için bu farklar hemen anlaşılmıyor. Ama bunun bir evveli vardı. Ve halkın bu kadar uzun boylu direnmesi de bence bu geleneğin gücünü gösteriyor. Halkın oyu çok kıymetliydi, hâlâ çok kıymetlidir ve şimdi bu oyun içine tükürülmüştür. Halk bunu bir kere daha düşünecektir. Velhasılı kelam, bu Meclis dönemi böyle. Bu dönem seçimi siyasi partilerden, merkezlerden ziyade halk yönetti aslında. Büyük yurttaş toplulukları kararlar aldılar ve uyguladılar. CHP’nin kitlesiyle HDP arasında bir tür simbiyotik ilişki, yani, birbirinden beslenme hali doğdu. Parti hiçbir talimat vermediği halde HDP seçmeni CHP seçmeninden gelen oyları İnce’ye oy aktararak karşıladı. Bu taktiklerin hiçbiri siyasi merkezlerde saptanmadı, halk arasında oluştu ve uygulandı.
Bugüne dek hiç görülmediği yaygınlıkta sivil inisiyatif oluştu…
Bu büyük bir yenilik. Ebesi HDP oldu. Ama bu yenilik esasen halkın kalbinde ve vicdanında oluşmuş olduğu için HDP buna ebelik edebildi. Bu seçmenler arası etkileşim vasıtasıyla, ezilen blokların birbirinin sesini dinlemesiyle oldu. Nedir ezilen bloklar? Aleviler ve bilhassa Kürt Aleviler, kadınlar, gençler, demokratlar, antifaşistler. Aleviler, CHP’li olsunlar olmasınlar, kendi dergâhlarında, kurumlarında HDP’yi desteklemeye karar vermişlerdi seçimden çok önce. İzmir’de seçim çalışmaları sırasında bu toplulukları dinledik, onlar da bizi dinledi. Dersimliler Derneği, Vartolular Derneği, Oramarlılar, hepsi biz onlara gitmeden bizi davet ettiler, oylarını HDP’ye vereceklerini söylediler. Onlar geleneksel olarak CHP ile HDP arasında dağılırlardı. 24 Haziran’da son derece net bir biçimde HDP’den yana tutum takındılar. Bu HDP’ye ödünç oy vermenin ötesinde HDP’yle beraber yürüme arzusu. Aileleri hâlâ CHP bayrağı altında durabilir, fakat gençler HDP’ye hicret ettiler ve burada konaklamak istiyorlar. Bu, karşılıklı olarak okundu herkes tarafından. Bu hava aşağıdan yukarı sirayet etti. Başlangıçta, birbirine ilişmeme şeklinde bir negatif seçim taktiği, sonra bir pozitif taktik olarak İnce’nin Demirtaş’a yaptığı ziyaret, Diyarbakır’daki iyi niyet konuşmaları bu yakınlaşmaya yardımcı oldu. Ve karşılıklı olarak insanlar birbirlerine gönül kapılarını açtılar. Çok önemli bir eşikten geçtiğimizi düşünüyorum. Sayısal olandan ziyade, politik ve toplumsal sinerjinin doğmuş olması önemli. Süleyman Soylu’yu çılgınca davranışlara sürükleyen de bu oldu. HDP’nin seçimin hemen öncesinde sayısal olarak yüzde 10’un altına düşmediğini hem kamuoyu yoklamalarından hem kendi gözlemlerimizden biliyorum. Bunun üzerine yüzde 1,7 eklenmesi demek bir buçuk milyona yakın yeni oy demek. Bir buçuk milyon oy aileleriyle beraber 7-7,5 milyon insana tekabül ediyor. Bu kadar yeni insan HDP’nin yanına gelmiş. Bundan daha mühim bir şey olamaz. Bunun ne kadarı “HDP barajı geçsin de canımızı kurtaralım” diye verilmiş sırf stratejik oy olabilir? “Denize düşen yılana sarılır” misali, “yılana sarılanlar” bu sayının içinde 200-300 bindir. Geri kalanlar HDP’yle gönül bağı kurdular. Bu gönül bağı çok mühim. Ve bu HDP’nin hitap alanını karmaşıklaştırdı. HDP teorik olarak herkese sesleniyordu ama, sesi kulağına gitsin diye esas aldığı kitleyi tanımlamıştı. Bu kitle genişledi şimdi. Bu kitlenin içinde cumhuriyetçisi var, ama gönlü HDP’de. Bu kitlenin içinde liberali var, ama gönlü HDP’de. Bu kitlenin içinde PKK’den hiç hazzetmeyen Türkler var, ama HDP’yle bir gönül bağı kurdular. Bu kesimlerin HDP’yle beraber yürümeye devam etmesini istiyor muyuz? Ve onları bir sosyal mücadeleye dahil etmek, onların sosyal mücadelelerine dahil olmak istiyor muyuz? HDP bunlara hakkınca karar vermeli. Bunu herhalde önümüzdeki günlerde yapacağız. Bu bizim için de yepyeni bir tablodur ve benim umutlu olmama en çok yol açan şeylerden biridir. Bu seçimin sonuçlarının HDP’yi nasıl etkileyeceği, CHP’nin ve İnce’nin bu seçimlerden nasıl etkileneceğine de bağlı olacaktır demiştik. Bu iki partinin hitap alanlarının kesişim bölgesinde yeni bir blok inşa edilebilir mi? Halkların Demokratik Kongresi olmaya aday bir yeni alan, yeni bir kongre alanı doğar mı? Bütün bunları değerlendirmek lâzım.
Geçen söyleşide. 24 Haziran gecesi ve sonrası için şöyle demiştin: “16 Nisan’da yapılmayanı yapmak. Bu sonuçları kabul etmediğini haykırmak. Bir yandan da seçim sonuçlarına itirazları ısrarla, inatla sürdürmek.” HDP sonuçları kabul etti. En azından görüntü bu. “Seçimler âdil değil” dedi, ama “bu sonuçlar gayrimeşrudur, ortaya çıkan sonucu sonuna kadar takip edeceğiz” demedi, sessiz kaldı. Bu da tepki yarattı haliyle. En son Meclis başkanı seçimi sırasında, Pervin Buldan, Hüda Kaya, Binali Yıldırım’ın oy verirken göründükleri kare… Buna gösterilen tepkiye Buldan “tesadüfi” diyerek bir videoyla karşılık verdi. O karenin tesadüfi olduğun herkes biliyordu zaten, ama bir aradalık, görüntüsü insanlara batıyor haklı olarak. Ayrıca HDP’nin gayet normal bir şekilde Meclis başkanı adayı göstermesi, başkan seçimine katılması… Bu tutum, bu Meclis’in Meclis olmama özelliğini “ispatlama ve teşhir etme” ile çelişmiyor mu?
Meclis bahsinin başında, “Yeni rejim tablosunu çok ciddiye almalıyız” dedin. Sonrasında da “Louis Bonaparte’ın, III. Napoléon’un Fransa’sı”na atıfta bulundun. Yeni rejimi nasıl tanımlıyorsun, küresel bağlamda nasıl bir yere yerleştiriyorsun?
Gidişatı, faşizmin kurumsallaşmasına geçiş süreci olarak değerlendiriyoruz. HDP’deki hâkim değerlendirme bu. III. Napoléon’un Fransası’na atıfta bulunmam Erdoğan’ın Sultanlık, hatta hilafet iddiasıyla genel oyu birbiriyle bağdaştırma çabasına Avrupai bir tarihsel örnek olması dolayısıylaydı. “Bonapartizm”in en önemli ayırt edici özelliği çatışan taraflar arasında hakem rolü oynayarak devletin göreli özerkliği üzerinde iktidara yükselen bir burjuva diktatörlüğü biçimi olması. Erdoğan rejimi emekle sermaye arasında böyle bir hakem rolü üstlenerek ve kitlelerin inisiyatifini kırarak ilerlemiyor. Tersine, kendi önderliği etrafında din ve milliyet asabiyesiyle kilitlenmiş kitlesel bir dalga yaratarak, faşizmin bütün gelişme eğilimlerini ve hedeflerini –tek bayrak, tek vatan, tek millet– yineleyerek bir “iç savaş rejimi” halinde yürümeye devam ediyor. Muhalefetin, işçi hareketinin, devrimci hareketin, kadın hareketinin atomizasyonu hedefi çok belirgin; modern toplumsal örgütlenme biçimlerine mukabil İslâm hukukuna göndermelerle korporatist kurumsallaşmayı esas alan bir program peşinde koşuyor. Türkiye’de dışsal dinamik, siyasi rejim tartışmalarının asal bir bileşeni oldu her zaman. Türkiye burjuvazisi ve devleti, ABD’nin izolasyonizme geri döndüğü ve ekonomik olarak küçüldüğü ve gerilediği, Avrupa’nın duraksadığı, Çin ve Rusya’nın ilerlediği bir küresel konjonktürde, haricen uyum gösterdiği Atlantik merkezli ve “insan hakları” eksenli bir rejim tartışmasından hızla uzaklaşarak “güvenlik” ve “büyüme” eksenli bir başka devletler ailesiyle –Şanghay İşbirliği Örgütü– yakınlaşma arayışına girdi. Dış dinamiklerdeki bu kayış Kürt sorununun imha ve inkâr yoluyla bastırılmasının yeniden devlet siyaseti haline getirilmesinin maliyetini düşürdü, böylece ırkçılık, Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığı, kadın düşmanlığının harmanlanmasından oluşan bir yeni bulamaç uluslararası sözleşmelerle kazanılmış bütün demokratik mevzilerin temellerini tahrip etmeye başladı. Öte yandan Kuzey Kürdistan’ı yeniden sömürge statüsüne iade arzusu ve ihtiyacıyla körüklenen Kürdistan’ın diğer parçalarını da kontrol etme hırsı Ortadoğu’da güç kaymalarıyla körüklenince sömürgecilik ve faşizmin birbirine eklemlendiği bir yeni rejim teşekkül etmeye başladı. Bu bağlamda Erdoğan rejimi, Rusya’daki Putin rejimiyle, Macaristan’daki Orban rejimiyle gösterdiği benzerlikler dolayısıyla, “popülist” genellemesi içine alınsa da bu terim kendi başına bir mana ifade etmiyor bence. Ancak, küresel planda II. Dünya Savaşı sonrası statükonun ve liberal değerlerin aşındığı eski örneklerin yeni dinamikler üzerinden hayat alanı bulduğu bir yeni gericilik döneminin belirsiz gri dünyasında yol aldığımızı bilmemiz gerek.
Geçen sayıda şöyle demiştin: “Bugün 7 Haziran’ı başka koşullarda yaşıyoruz. Bu HDP’yi ana muhalefet partisi konumuna getiriyor. 7 Haziran’da böyle görülmek bizim isteğimizdi. Şimdi, böyle görülüyoruz. Bunun hakkını vermek önemli. Adaylarımız bunu karşılıyor mu? Büyük ölçüde karşılıyor. Fakat… Fakat’ı seçimden sonra konuşalım.”
Meclis fikri solun tarihinde hep merkezi bir yere, öneme sahip olageldi. Ancak, Türkiye’de ilk defa, 16 Nisan sürecinde kitlesel anlamda ete kemiğe büründü. Referandum sonrasında rafa kalktı, ama 24 Haziran sürecinde tekrar ve bu defa daha yaygın biçimde gündeme geldi.
24 Haziran itibariyle ortaya çıkan nesnelliğin şu olduğunu görüyorum: CHP’nin programının kapsayamadığı, HDP’nin yaklaşımının yeterince tatminkâr görünmediği çok geniş bir halk topluluğu var. Aydınından ev kadınına, belediye işçisinden esnafına, çiftçiden profesöre çok geniş bir halk topluluğu bu. Pek çok dönemin deneyimini düşünmüş, bunların içinde kısmen yaşamış ve işin başa düştüğüne dair örtük bir sezgileri olan, fakat öne atılmak için çok hevesli olmayan, bunun için güvenebileceği bir politik-toplumsal dolayımın teşekkülünü bekleyen bu kadar geniş bir halk maddesi ilk kez ortaya çıkıyor. Daha önce belki anlatmıştım, Hatay’da 2011 seçiminden sonra tanıştığım kadından farklı bir tipoloji bu. Bu kadın bizi çok takdir ettiğini söyleyerek şöyle demişti: “Size oy verdik. Size çok güveniyoruz.” Ben de dedim ki “Biz de size güveniyoruz.” Bana şöyle karşılık verdi: “Yoo, bize güvenmeyin, biz oyumuzu verdik, işimizi yaptık, şimdi sıra sizde.” (gülüyor) Şimdi, bundan daha çoğu var. ODTÜ mezuniyet törenindeki öğrenciler, Afrin seferi günlerinde hayatlarını kaybeden herkesi kucaklayarak “savaşın lokumu olmaz” diyebilen gençler, Flormar kadın işçileri, Somalı kadınlar… O kadar çoklar ki, her taraftalar. Bu insanları onların arzuları istikametinde ve onların yaşam ritmine denk düşen bir siyasete sevk edecek olan mekanizmaların inşası bakımından HDP yapabileceği her şeyi yapacak mı? Bence HDP’nin kendisine soracağı soru budur. Sonuç olarak, parlamento seçimlerinin kendi başına bir siyasi rejim değişikliği meydana getirmeyeceği konusunda toplumsal bir öğrenme sürecini de arkada bırakmışsak artık, bugün, bu amaçla, barışçı, demokratik, meşru ve şiddetsiz bir toplumsal mücadele alanı yaratmak mesuliyetiyle karşı karşıyayız demektir. Ermenistan örneğini konuşmuştuk. Seçimin sonucunun “öyle değil böyle” olması gerektiğinde ısrar eden bir halk inisiyatifiyle parlamentoda kendi başına çözülmeyecek olan hükümet sorununu içeriden ve dışarıdan çözmeyi başardılar. Mükemmel bir 21. yüzyıl mücadele örneği. Biz çok daha zorlayıcı koşullarda, aklımızı ve gönlümüzü buraya yatıracak mıyız? Yoksa “realite” bizi kendine tabi mi kılacak? HDP seçimden seçime kullandığı bir kampanya mekanizması dışında toplumda başka bir hareket üssüne sahip olmayacaksa, yani özgün paradigmada HDK ile doldurulacağını hayal etmiş olduğu toplumsal mücadelelere politik bir doğrultu kazandırma işlevini ister HDK ile ister başka bir yapıyla yeniden inşa etmeyecekse, ne kadar istese de karşısındaki cephenin elindeki vasıtalarla baş edemeyecektir. Gözümüzün önüne getirelim: Devletin kendi gücü, bakanlıklar, onlara bağlı kamu kuruluşları, vakıflar, belediyeler, şirketler, sendikalar, bunların etrafında oluşturulan sivil destek zeminleri, medya: televizyonlar, gazeteler, radyolar, internet medyası, sosyal medya, reklamlar, muhtarlar, muhtarlıklar, dernekler, paramiliter mekanizmalar vb. vb… Bütün bunların karşısına bir tek seçimden seçime kendisine müracaat ettiğin halkın oyu ile çıkamazsın. Bu zeminin mutlaka sahici mekanizmalarla doldurulması gerekir. Daha önce burayı doldurmaya teşebbüs etmedik değil. Ama yetmedi. HDP’nin kendi gücüyle bu alan dolamazdı, doldurulamadı da. Fakat bu alan hâlâ orada, kendiliğinden hareketler mevcut. Dolayısıyla, soruyu bu alana nasıl yaklaşılacak diye sormalıyız. Bu alanın adı HDK olmayabilir, HDK bu alanın bir parçası olabilir, önemli olan halkın kendi karar ve eylem mekanizmalarının oluşturulmasıdır. Meclis laflarını çok tekrar ediyoruz. Meclisler oluşuyor da bazen. Fakat bazen de bütün bu karar ve eylem süreçleri formel meclis strüktürüne sahip olmadan da gerçekleşiyor. Örneğin “Bir oy İnce’ye, bir oy HDP’ye” kararı hangi mecliste alındı? Bence sonsuz sayıda meşveret meclislerinde buna karar verildi, bunun gereği yapıldı ve sonra da dağıldılar. Bugün yoklar. Ama o gün varlardı. Meclis meselesi kısmen böyle düşünülmeli. Etrafında bir karar sürecinin teşekkül edeceği soruların tartışıldığı zeminler olarak, daha muğlak bir şekilde tanımlamak ve her şeye bir meclismiş gibi yaklaşmak daha yerinde olur. İster meclis olur, ister inisiyatif, ister başka bir şey olur. Ama mutlaka halkın rızasının ürediği ve onun vasıtasıyla icraata dönüştüğü zeminler inşasına bizim çok özendirici bir şekilde yaklaşmamız gerekiyor. Bunun karşımızdaki en mühim meselelerin başında geldiğini düşünüyorum. Tabii bu sadece bizimle olamaz, buna eşlik edecek, bizim kendilerine eşlik edeceğimiz inisiyatiflerin olması gerekir. Yeni ilişki mekanizmaları düşünmeye başlamalı ve hemen bunun yolunu bulmalıyız, çünkü kısa bir süre sonra kendimizi 2019 yerel seçimlerini tartışırken bulacağız. Önümüzde çok az vakit kaldı ve gene bir seçim hengâmesinde her şeyi tartışıyor olacağız.
HDK umulan kapsayıcılığı ve etkiyi gerçekleştirememiş görünüyor. Bunda galiba HDK-HDP ilişkisinin belirsizliği rol oynadı…
HDK, HDP bağlamında bir türlü diyalektik bir ilişki halini almadı, alamadı. Yoksa her iki zeminde alınmış sayısız karar ve yönelim metni var. Çünkü esasen HDK ya da HDP’nin faaliyeti kuruluşa vücut veren 2011 genel seçim kampanyasını ayırırsak, halkın kendiliğinden eylemi üzerinde yükselmedi. Ortada bir halk eylemi olmayınca, içi de halk maddesiyle doldurulamadı. Çünkü varsayımsal olarak HDK’nin her yerelde bir halk topluluğunca inşası gerekiyor. Fakat öyle bir hareket, öyle bir beklenti yok. Yani bunun maddesi olabilecek insanlar bir yerele değil, daha geniş bir coğrafyaya dağılmış durumda. Onları bir araya getirecek sinerji idari taksimat üzerine değil, siyasi sorunsal üzerine kurulabilir. Bu yapısal problem gördüğüm kadarıyla hâlâ giderilememiş durumda. Eldeki bütün veriler halk muhalefetinin gelişip serpilmesi için parlamento dışında bir karar alma ve icra mekanizması ihtiyacını gösteriyor. Bu ihtiyacın yüksek vaatler ve yüksek beklentiler ortaya koymaksızın, ama mutlaka ve mutlaka seçim kampanyalarından başka bir bağlamda ve zeminde kurulması ve giderilmesi lâzım. Bu toplumsallığın aşağıdan gelen sahici ihtiyaçlar üzerine bina edilmesi gerekir. Şimdiye kadarki gelip geçici oluşumlar kendileri açısından avantajlı sayılırlar, kimsenin ayağına bağ olmadan, olması gerektiği zaman gerçekleştiler, doğurabilecekleri faydayı doğurdular ve uykuya yattılar. Meclis zaten biraz da böyle bir şey. Sovyetler de öyleydi. Rusya’daki ilk sovyet yük teknelerinden un çeken hamalların çuval başına birkaç kopek daha fazla ücret için ne yapacaklarını tartıştıkları ve uyguladıkları bir mücadele zeminiydi. İzleyen on yılda Sovyetler bir sosyal devrimin temeli oldu. O yüzden sosyal mücadelede her türlü anlamlı bir araya gelişi teşvik etmeye mecburuz.
Rejim değiştiğine göre, yeni bir zemindeyiz. Şimdiye kadarkinden farklı bir siyaset tarzı gerektiği ortada. Sence nasıl bir yol izlenmeli?
Söyleşi: Yücel Göktürk
Express, sayı 165, Temmuz-Ağustos 2018