Virüs belki de bir hatırlatma olarak bakıldığında nimettir. Evrenin, doğanın ve kendimizin efendisi olduğumuz yanılgısından çıkmamızı sağlayacak bir nimet.
Zamanın kokusunu yitirip tatsız bir görsel şölene dönüştüğü bir çağ. Sürenin, süremin ve süreçlerin gücünü yitirdiği; kısa anların, sonuçların ve finallerin anlam kazandığı bir çağ. Yani yolda olmanın keyfine değil yolu bitirmenin gafletine düşme. Arzunun peşinde olmanın değil, arzuya kavuşmanın değersizliğinin öne çıktığı bir çağ. Oysa arzu elde edildiği an yitirilir. Yeni bir arzu nesnesi peyda edilmelidir hemen. Yeni bir ev, araba, aşk, arkadaş, yeni bir kitap yazılmalıdır hemen ya da yeni bir film izlenmeli. Akmak ya da anda kaybolmak değil “bir an var ki işte o ana ulaşmak” hatası. Yanılgı, bir ana atfedilen değer büyüdükçe o beklenen anın gerçekleşmesi durumunda hayal kırıklığı uyandırmasıdır. Öğretinin dışına çıkarsak ne beklenen an olacak, ne beklenen kişi gelecek, ne beklenen hayal aslında gerçek olacaktır -Godot’yu beklerken misali bir durum- Olsa da istenilen duygu oluşmayacaktır. Nesneler, değerini olabilirliğinden değil arzu edilmesinden alır çünkü. Tüm bu hengâmenin içinde zamanını beklemeyen tek şey vardır. Gücünü zamansızlığından alan, gücünü apansız oluşundan alan “ölüm”. Koronavirüs bizi biz yapan tüm arzu nesnelerimizi, değerlerimizi, politik tutumlarımızı ve inançlarımızı sorgulamaya iterken, bizi bir yandan “ben” dediğimiz çekirdeğe kadar titretti.
Narsist “ben” çekirdeğimize tarihi süreçte üç darbe indiği söylenir psikanalizde. Birincisi Kopernik’in dünyanın evrenin merkezinde olmadığının keşfiydi. Evren bizim etrafımızda dönmüyordu biz evrenin etrafında dönen küçük bir parçaydık sadece hatta bir nokta. İkinci soğuk gerçekliği de C. Darwin masamıza koydu. Biz türlerin de efendisi değildik. Türler içinden gelen, en irrasyonel olan ama kendini rasyonel zanneden bir varlıktık. Yanılgımızı pekiştiren ve komik olan ise gelişmiş önfrontal lobumuzdu. Rasyonel olduğunu iddia eden hiçbir varlık dünyayı bu kadar berbat bir hale getiremezdi çünkü. Yani biyolojik darbemizi de almış olduk böylelikle. Son darbe S. Freud’dan geldi. Biz kendimizin bile efendisi değildik. “Ben” kendini yönetemez haldedir ve tamamen bilinç dışının güdümüyle çalışmaktadır. Kendini yönetmekten aciz, kendi adını bile kendi koyamayan bir canlı. ‘Ben’ ötekinde kurulur ve ötekinde yıkılır. Kendimiz olarak tanımladığımız şey bize başkaları tarafından verilendir. İsmimizi koymalarıyla başlayan süreç, içine doğduğumuz kültür ve dile uyumumuzla ölümümüze kadar devam eder. Ölürken bile normlara uyarız.
Virüsün hatırlattığı ve okumaktan korktuğumuz şey “biz ki uzaya roketler fırlatan, türlerin en akıllısı ve güçlüsü olan biz nasıl oluyor da bu kadar çaresiziz?”. Çaresiziz çünkü aslında hiçbir zaman sandığımız kudrette değildik. Biz sadece “şey”dik. Sadece “bir şey” olduğumuzu sermaye, iktidar, güzellik ve güç sahibi olarak iki şey olamayacağımızı öğrendik.
Virüs belki de bir hatırlatma olarak bakıldığında nimettir. Evrenin, doğanın ve kendimizin efendisi olduğumuz yanılgısından çıkmamızı sağlayacak bir nimet. İnsan merkezli yanlış tutumumuzdan vazgeçirecek, doğa ve canlı tahakkümünün bedellerini hatırlatan bir nimet. Her canlı gibi sıradan umumi bir role sahip olduğumuzu hatırlatan bir nimet. Gücünü ansızlıktan alan “ölüm” olgusunun karşısında ölümlü olduğumuzu hatırlatan bir nimet. Eğer okumayı bilirsek başımıza gelen her felaket müfredatımıza koyacağımız değerli bir deneyimdir. Eğer okumayı beceremezsek kendini tekrarlayan bir hata oluruz, unuttuğu yanlışa tekrar düşen, bir daha yapmayacağım dediğini yapan… Tekerrürümüz ibretsizliğimizden gelir.
