Sanders’ın işinin kolay olmayacağı, Demokrat Parti adayı olmasını sağlayacak seçimlerin neredeyse başkanlık seçimleri kadar zor geçeceği tahmin ediliyordu. Ama kimse bunun bu kadar kör göze parmak sokmak şeklinde gerçekleşeceğini beklemiyordu. Anlaşılan parti elitleri işlerini şansa bırakmadan daha en başından Sanders’ın önünü kesmek istedi.
Liberalizm kelimesi “liberty” yani “özgürlük” kelimesinden türetilmiş bir kavramdır. Liberalizm savunucularının da sıklıkla vurguladığı bu ifadeye göre özgürlük, özellikle de bireysel özgürlük siyasal yaşamın kökenini oluşturmalıdır. Neoliberal çağda özgürlüğün sınırı oy kullanma yani sandığa gitmeye kadar daraltılmış durumdadır. Çünkü dile getirilmese bile çoğunluğun -oy kullananlar dâhil- karar mekanizması üzerindeki etkisi oldukça sınırlıdır. Bu nedenle liberal demokrasi ile yönetilen ülkelerde seçimlere katılım oranı genellikle ortalama düzeylerdedir.
“Özgürlükler ülkesi” Amerika, liberal demokrasinin görece en iyi işlediği ülkelerin başında geliyor. Öyle ki, iki partili sistemin iki partisi de liberal demokrasinin savunucusu durumundadır. Dolayısıyla kapitalizm için hangi partinin seçildiği önemli değildir, çünkü her iki partinin kurumsal yöneticileri ve kurumsal yapısı da sermaye ile organik bağı bulunan ve karşılıklı birbirini besleyen/üreten yapılara dönüşmüş durumdadır. Bu nedenle de sistemin dışından gelen ve sistem dışında kalmayı tercih edenlerin nasıl karşılandığı, onlara nasıl davranıldığı bir anlamda sistemin söylemleri ile eylemlerinin karşılaştırılarak gerçeklik süzgecinden geçirilmesini sağlar.
LİBERAL DEMOKRASİ VE HALK
Liberal demokrasinin öncüleri olan burjuvazi için halk desteği hayati bir önem arz ediyordu. Aristokrasi ve krallara karşı halkın desteği olmadan başarı sağlamak mümkün değildi. Bu nedenle de insanları ikna etmeleri ve kişisel çıkarlarından çok küçük bile olsa belli ölçülerde taviz vermeleri gerekirdi. Saltanatların yıkılması ya da arka plana itilmesi de kişisel çıkarlar ve kaynaklara sahip olmak için milyonlarca insanın ölümüne sebep olan küresel savaşlar da bu şekilde gerçekleştirildi. Elbette karşı çıkışlar olsa da halkın çoğunluğunu ikna eden, savaşları başlatanlar oldu. Böylece çoğunluk rejimine dönüşen liberal demokrasi artık herkesi ikna etmek zorunda değildi, çoğunluğu ikna etmek yeterliydi. Zaman zaman yüzde 50’ye düştüğünde de devlet erkini elinde bulundurmanın verdiği zor kuvvetini kullanmaktan ve karşı çıkanları ezmekten çekinmedi.
Liberallerin halka ihtiyaç duymaları devletle iç içe geçmeye başlamasıyla azalmış, neoliberalizmin egemenliği ile de son bulmuştur. Çünkü neoliberalizm ile sadece ekonomik ve siyasal üstünlük değil; eğitim, medya, inanç yapıları gibi ideolojik aygıtların kontrolü sayesinde toplumsal olarak da üstünlük sağlanmıştı. Başka bir değişle artık halkın politik olarak ikna edilmesi gerekmiyordu çünkü halkın ne düşüneceğine de onlar karar veriyordu. Böylece halkın sırtında yükselenlerin halka ihtiyaçları da kalmamış oluyordu. Yine de seçimlerin yapılması gerekiyordu çünkü seçim onların halkla birlikte olduklarını göstermese de karşılarında olmadıkları ve sonucu çoğunluğun belirlediği argümanı üzerine kurularak halkın başkaldırısını önlüyordu.
ABD SEÇİMLERİ
Halk için oy verme ritüeline dönüştürülen liberal demokrasinin toplumsal fayda anlamında bir şey üretmediği anlaşılmış olsa da medyanın öncülük ettiği ideolojik aygıtlar nedeniyle sistemin zayıfladığını söylemek zordur.
ABD’de 3 Şubat’ta gerçekleşen ve Demokrat Parti için aday belirleme seçimi, sistemin gerçekte nasıl işlediğini bir kez daha gösterdi. Seçimler öncesinde muhalif kesime ve özellikle Bernie Sanders’a karşı girişilen karşı kampanyaya rağmen sürecin buralara kadar getirileceği öngörülemiyordu. Aslında pazar günü yazdığım yazıda da belirtmiştim ama daha seçimin ilk ayağında ve sadece parti delegelerinin oy kullandığı bir seçimde bile oy sayımı, veri akışının sekteye uğraması ve kazananın hâlâ açıklanmamasının aynı parti içinden olsa bile kendinden olmayanlara ne kadar tahammül edebildiğini göstermesi bakımından önemli. Demokrat Parti elitlerinin televizyonları kanal kanal gezip “Bernie asla başkan olamayacak” söylemleri bunu öncesinde göstermişse de partinin kurumsal olarak bu yönde hareket etmesi iyi niyetli liberallerin son dayanağını da yıkmış olmalı.
SONUÇ
Sanders’ın işinin kolay olmayacağı, Demokrat Parti adayı olmasını sağlayacak seçimlerin neredeyse başkanlık seçimleri kadar zor geçeceği tahmin ediliyordu. Ama kimse bunun bu kadar kör göze parmak sokmak şeklinde gerçekleşeceğini beklemiyordu. Anlaşılan parti elitleri işlerini şansa bırakmadan daha en başından Sanders’ın önünü kesmek istedi. Çünkü seçimin ilk ayağını oluşturan ve Iowa eyaletinde gerçekleşen 3 Şubat seçimlerinde elde edilecek başarının diğer eyaletlerde oy vermekten vazgeçmiş kesimleri heyecanlandırması ve seçime katılmasını sağlayabilir. Başka bir değişle “vazgeçmişler” bu fırsatı görüp sistemi değiştirme ihtimaline sarılabilir.
ABD halkı için bu şansın hâlâ sürdüğü doğru olmakla beraber, sistemin elitlerinin bir kere daha çıkarlarından ödün verdikleri döneme dönmek isteyecekleri ve ellerindeki bütün araçlarla saldıracaklarına kesin gözü ile bakılabilir. Sağlıktan eğitime, ücretlerden konuta kadar hakları son 30-40 yılda sürekli olarak törpülenen ABD halkının ve özellikle gençliğinin sabrının taştığında nelere katlandığı aşikâr. Buna karşın elitlerin bir yüzde 99 başkaldırısını daha kaldırabilecekleri kesin değil. Kimin gözünün daha kararacağını zaman gösterecek.
Klişe bir söz vardır “Batı’nın ahlaksızlığını almak…” diye Batı’nın ahlaksızlığını aldık mı bilinmez ama Batı siyasetinin bizim siyasetin ahlaksızlığını almaya başladığı kesin.
Müesses nizam halka karşı
Sanders örneğinde görüldüğü gibi halkın oyları yeterli değildir. Müesses nizam ve onun gerek medya gerek kurumlar gerekse de ekonomik devamlılığını sağlayan yapılar üzerinden halkın isteklerini yok saydığı ve belirli bir grubun çıkarlarının halkın çıkarlarının önüne nasıl koyulduğunu gösteriyor. Müesses nizam bunun bile yeterli olmayabileceğini hesaba katarak Michael Bloomberg gibi dünyanın sayılı zenginlerinden birini seçime katmakta.
ABD seçimleri, Bernie Sanders örneğinde görüldüğü gibi, sermaye ile politik partiler arasındaki ilişki nedeniyle farklı politik yapı ve düşüncelerin gelişmesinin nasıl engellendiğini ortaya koymaya devam ediyor. Bu engelleme Demokrat Parti adayının belirleneceği seçimlerin ikinci ayağında yeni bir boyut kazanmış durumda. Bu yeni durum; engellemenin sadece Sanders için değil, Sanders temsil etsin ya da etmesin Amerikan halkının önemli bir bölümünü kapsamaya evrildiğini gösteriyor. Amerikan seçimlerine katılımın yüzde 50’lerde olduğu düşünüldüğünde bu engellemenin yeni olmadığı anlaşılabilirse de bu denli alenileşmesi üzerinde durmayı hak ediyor.
MÜESSES NİZAM
Küreselleşme ve küreselleşmeyi geliştiren ve böylece egemen sosyo-ekonomik yapıya dönüşen neoliberalizm öncesinde, ülkelerin ya da devletlerin sınırlarının belirginleştiği ve bunun diğer devletlerce kabul edilmesinden önce bile her devletin farklı yönetim biçimlerine sahip olduğu düşünülürdü. Bazı insanların hâlâ kendi yönetimlerinin en adil, en yüce ve kendi devletlerinin en önemli ve en bağımsız olduğunu meydanlarda bağırması bu düşüncenin ölmediği anlamına gelmez, aksine öldüğünün göstergesidir.
Bugün yönetim biçimleri farklı görünse de iktidar yapılarının farklı olmadığını anlamak görece daha mümkündür. Yine de neoliberalizm bu düşüncenin gelişmemesi için ciddi çaba sarf etmiştir. Demokrasi söyleminin sandığa/oy kullanmaya indirgenmesi bu çabanın boşa gitmediğini gösteriyor. Ancak bundan her şeyin bittiği anlamı çıkarılmamalı. Bu durum olsa olsa liberal demokrasiye sarılanlar ile ondan medet ummaktan vazgeçen kitleler arasındaki sınırın belirginleşmesi sağlar. ABD seçimleri biraz da bu nedenle önemli. Güçlü bir duruş sergilenmediği sürece liberal demokrasi ile otokrasi arasında düşünüldüğü kadar büyük farkların olmadığını ortaya çıkıyor. Sadece siyasi parti liderlerinin değil, siyaset ile uğraşan hiç kimsenin ölmeden sistemin nimetlerinden vazgeçmemesi, bunu ömürlük bir mesleğe dönüştürmeleri ve hatta aile fertlerine miras olarak devretmeleri de bunu kanıtlar nitelikte görünüyor. Hal böyle olunca toplumsal yarar yerini bireysel ya da sınıfsal çıkara bırakıyor.
Siyasetin bu sığ şekli, siyasi karakter ve ailelerin sabitliği ile kendini sürekli yeniden üretiyor. Siyaset dışında bu sığlığın ve sürekliliğin devam ettiği yegâne alan sermayedarlar ya da sermaye gruplarıdır. Liberal demokrasi ile otokrasi arasındaki bir diğer benzerlik ya da farklılık da budur. Otokrasilerde siyasi ve ekonomik güç çoğunlukla aynı kişilerin elindeyken liberal demokrasi bu iki grubu bir araya getirerek işler. Tek fark otokrasilerde yerler değişirken liberal demokrasilerde kişilerin (arada sırada) değişmesidir.
HALK
İktidarların, yönetici elitlerin, devletin ve ideolojik aygıtlarının (top yekûn müesses nizamın diyelim) ilk başarısı kendilerini haktan veya halktan yana olduklarına halkı ikna etmesi ise ikinci başarısı kendileri olmadan halkın var olmayacağı düşüncesine halkı inandırmasıdır. ABD seçimleri bu mitin artık gerçekliği ansıtmadığını her geçen gün daha iyi gösteriyor.
Liberal demokrasinin en güçlü argüman, seçimlerin her zaman toplumun bütün kesimlerine temsiliyet imkanı sağladığıdır. Bu da seçimlerde birinci parti gelinsin ya da gelinmesin halkın bütün kesimlerinin oylarıyla kendilerini savunacak kişileri seçebildikleri böylece de yok sayılamayacağı üzerinden şekillenir. Bunun içinde oy kullanmak yeterlidir.
Oy verme işlemi bu ilişki şeklinde iki yönlü bir denetleme sağlar. İlki insanların kendilerini ve haklarını savunacakları kişileri seçmesiyken ikincisi seçilmek isteyen ya da bir daha seçilmek isteyen kişilerin halktan oy almak için onların yararına politikalar geliştirmesini zorlu kılmaktadır. Bu şekilde bakıldığında halkın isteklerinin belirleyici olacağı düşünülebilir. Oysa Sanders örneğinde görüldüğü gibi halkın oyları yeterli değildir. Müesses nizam ve onun gerek medya, gerek kurumlar gerekse de ekonomik devamlılığını sağlayan yapılar üzerinden halkın isteklerini yok saydığı ve belirli bir grubun çıkarlarının halkın çıkarlarının önüne nasıl koyulduğunu gösteriyor. Müesses nizam bunun bile yeterli olmayabileceğini hesaba katarak Michael Bloomberg gibi dünyanın sayılı zenginlerinden birini seçime katmakta ve Bloomberg’ün ekonomik olanakları ile bu düşünceyi bir anlamda satın almaya çalışmaktadır. Bloomberg’ün sürece dâhil olması bir yandan bozuk düzenin çaresizliği gösterirken öte yandan Demokrat Parti içinden aday olabilmesi için -ki mevcut yasalar olmasını mümkün kılmıyordu- kuralların bir oldubittiyle değiştirilmesi de bozuk düzen ve bozuk kurumlar arasındaki ilişkiyi su yüzüne çıkarıyor. Sadece bu bile siyasetin halkın çıkarlarından çok belirli bir kesimin çıkarlarına hizmet ettiğini en azından sistemin bozulduğunu göstermek için yeterli olmalı.
SONUÇ
Liberal demokrasi diğer yönetim biçimlerinin aksine siyasette sadece siyah ve beyaz değil grinin de olduğu ve bunun halkın bütün kesimlerinin temsiliyeti ile aşılacağı savıyla meşrulaşmış ve güçlenmiştir. Oysa ABD seçimleri liberal demokrasinin miladını tamamladığını ve sistemin yeniden siyah ve beyaza dönmeye başladığını göstermektedir. Liberal demokrasinin bu haliyle adeta halkı bir kez daha sahaya çıkarak oyunun da kurallarında kimler için kimler tarafından yazıldığını hatırlatarak oyunu yeniden başlatmaya zorluyor. ABD seçimleri tüm dünya halklarına, önümüzdeki seçimler ve aylarda bunun olup olmayacağını göstermesi bakımında önemli bir sahne sunuyor.
Kaynak: DUVAR
