O zamanlar Çin ürünleri, son derece ucuz fiyatlı metalar olarak dünyayı işgal ediyor, kaliteleri sıkça sorgulanıyor ve milliyetçi tepkilerin hedefi oluyordu. Özellikle küçük üretici, daha çok yerli malının desteklenmesi talebini, büyük sermayedar da yatırım destekleri ile işçi ücretlerindeki işverene düşen sosyal hak ödemelerinin devlet tarafından devralınması çağrısında bulunuyordu. Zira Çin’deki düşük işçilik ödeneklerinin nedeni sadece Çin nüfusunun yüksekliği değil, toplumsal yeniden üretim denilen bütünsel ele alınması gereken insan hayatının yeniden üretilmesine dair tüm hizmetlerin kurumsal ve destekleyici şekilde verilmesiydi. Sonuçta nispeten kent yoksulluğunu ortadan kaldırmayı vaat etse de kötü ve ağır çalışma koşullarıyla sıkça gündeme geliyordu Çin; dünyanın fabrikası olarak. Bugün ise Çin ucuz işgücü ücretleri ve ucuz fiyatlı ürünler yerine markalar ve teknolojik ürünlerle, dünya üzerinde eğitim almak, yatırım yapmak, çalışmak için gezinen büyük miktarlı nüfusuyla ve hala kız çocuklarının anne karnında kürtajı ile gündemde.

Bugün Türkiye’nin yoğun gündemine dikkat çekmeyen bir haber düştü. Çin Türkiye’de fabrika açacakmış. Avrupa’nın Çin’i olmaktan Çin’e ucuz emek cenneti olmaya geldiğimiz büyük başarı hikayesinde denilecek çok şey var. Çin menşeili olmasının bir önemi yok açıkçası. Söylem düzeyine yansımış çok belirgin bir yapısal dönüşümü vurgulamak için Çin yatırımını örnek veriyorum. Bu ve benzeri sermayedarların yaptığı yatırım, sadece fabrika açmaktan ibaret değil. Lojistik olarak Avrupa ve kuzey afrika’daki pazara yönelik üretim yapılacağını belirtmişler. Emek süreçleri açısından ise Türkiye’nin yabancı sermaye ve yerli sermaye için cazip olduğu da açık zaten. Çünkü üretimin parçalanması dediğimiz yapı, fason ve taşeron firmalara dağıtacak işleri; yani teknik terimlerle söyleyecek olursak, ileri ve geri bağlantıları olacak; fabrikadaki işçiler in birkaç katı kadar dış işçilik denilen, çalıştığı fason ve taşeron firma işçilerine de “iş yaratacak”, ama son derece güvencesiz ve fabrikalara göre kötü koşullarda dahası çoğu kez kayıtdışı. Hatta Türkiye’de en yaygın görünmez işçilik biçimi olan ev eksenli çalışmaya da dayanacak üretim. Nereden mi biliyoruz: pek çok uluslararası ölçekli firmanın Endonezya’dan Hindistan’a, Kolombiya’dan, Güney Afrika Cumhuriyeti’ne iş yapma biçimi bu olduğundan. Zira bu çalışma biçimleri, zaten dünya ortalamasından oldukça düşük olan ücretleri, dünya ortalamasından oldukça yüksek olan çalışma saatlerini üzerinden kar demek. Üstüne iş cinayetleri veya meslek hastalıkları üzerinden hukuk sisteminin esnetildiğinin eminim farkındadır sermayedarlar.
Türkiye’nin son birkaç yıllık dönüşümüne dair iki istatistiki veri seti yukarıdaki iddiaları bir somutluğa kavuşturacaktır. TÜİK’in geçen hafta yayınladığı küçük ve orta boy işletmeler (KOBİ) Raporuna göre 2019 sonu itibariyle Türkiye ekonomisinin önemli oranda KOBİlere dayandığını söylemek mümkün: yüzde 0,2’si büyük ölçekli, yüzde 99,8’i KOBİ. KOBİ’lerin yüzde 1,1’i orta, yüzde 6,4’ü küçük, yüzde 92,5’i mikro ölçekli. Yani üretim (hizmet, taşımacılık ve ticaret sektörünü de içerecek anlamıyla) 10 kişiden az sayıda işçi çalıştıran, kolayca alan değiştirebilen, işçi sağlığı ve işgüvenliği gibi sendikal örgütlenme ve sosyal haklardan da kolayca kaçabilen, kimi organize sanayi bölgesinde kimi sizin apartmanınızın alt katında süregelen firmalardan oluşuyor. Bu firmalar kapitalist üretim ilişkilerini, aile ve akraba emeğine da kolayca dayandırabiliyor ve böylece patriyarkal egemenlik ilişkisinin yarattığı tüm olanakları da kapitalist sömürüde kolaylıkla kullanabiliyor. Böylelikle kayıtdışına kolayca çıkabiliyor.
Ayrıca bu firmalar, büyük şirketlere bağımlı çalıştığı için aynı zamanda bu firmaların kar olarak aldığı kırıntılar karşılığında Türkiye ekonomisinin binde 2’si, krizlere karşı dayanıklılığını sağlayacak esneklikleri ve emek gücünün uzun ve yoğun çalışmasını sağlayacak formları görünmezce kullanarak daha fazla karı garantiliyor denilebilir. Korkunç iş cinayetleri ve eslek hastalıklarından ve kötü çalışma koşullarından böylece kolayca bahsetmek mümkün hale gelebiliyor. Dahası KOBİ sayısında son 10 yılda yüzde 22,7’lik artış dikkat çekici iken, en yüksek artışın yüzde 50 ile küçük ölçekli işletmelerde ve sayıca ağırlıklı olanın ise 10 kişiden az çalışana ve yıllık 3 milyon lirayı aşmayan ciroya sahip mikro ölçeklilerde olduğunu duymak artık şaşırtmayacaktır bizi. Elbette, krize rağmen 2017’den sonra da büyüyen ve belki de kriz nedeniyle büyüyen tek kesim bu kategori olması.
TÜİK İşgücü anketlerindeki anahtar bilgilere baktımızda ise pandemiden bu yana iş bulma ümidi kalmadığı için iş aramaktan vazgeçen kadınların yüzde 168 artmasından; yani iki buçuk katından fazla. 4 milyondan fazla insanın ümitsizlik ve diğer nedenlerle iş aramaktan vazgeçtiği halde çalışmaya hazır olduğundan; çeşitli nedenlerle çalışamaz kişi sayısının bir senede 1 milyon kişi artarak 4 buçuk milyon kişiye ulaşmasından; 2 buçuk milyondan fazla kadın ve erkeğin istihdamdan çekildiğinden; emekli sayısının düzenli artarken 2019’dan beri azalmaya başladığından ve ücretli çalışmadan çekilen kadınların ev işlerinde de olmadığından bahsedebiliriz mesela. Bu emek piyasasına dair bilgileri, ilgili firmanın yatırımı ile ilgisi ise taşeron, fason ve ev eksenli üretime baktığımızda görülebilir hale geliyor.
Yabancı veya yerli sermayenin bir ülkede yatırım yapma sebebi uzun zamandır, devletlerin kendilerine sağladığı bu olanaklar zaten. İşçi sınıfının sınıfsal veya yaşamsal hak taleplerinin bastırılıp, yerine sermayedarların kar olanaklarını genişletici politikaları veya daha doğru terimlerle hukuksuz ve vahşi düzeni kurumsallaştırması. Dünyada yükselen sağ politikalar ile müşterek alanların piyasaya konu olan bir metaya veya sermayeye dönüşmesi, toplumsal yeniden üretime dair kamusal hizmet alanlarının piyasalaşması, toplumsal yapıda kurulu ezme ezilme biçimlerine dayanan sömürü biçimlerinin normalleşmesi gibi daha çok temamız var bu bağlamda.
Birkaç sene önceye göre Türkiye yabancı ve yerli yatırımcıya çok şey vaat eder hale geldi. Kent topraklarında, doğal alanlara, tarihi eserlere ve insan hayatına dair kaygı duymadan yatırım yapabilecekler mesela. Kapadokya’ya ve Kazdağlarına verilen altın arama ve madencilik izinleri bunu açıkça ortaya da koyabiliyor. Üçüncü havalimanında ve üçüncü köprüde kullanılmasa ve hizmet aksasa bile devletin kendi vatandaşlarının vergileri üzerinden kar garantisi vermesi de cabası. Zorla kar ettiren bir devlet Türkiye yerli ve yabancı sermayedara. Almayanı da dövüyorlar; portakal olarak sıkıyorlar falan hatta.
Tüm bu ticari uğraşlarının yanı sıra itiraz edenlerle de uğraşıyor devlet her bir memuruyla. Örneğin, kamusal alanları ticarileştirmeye küçük bir direniş olan halk etmek satışını yasaklayıp, kendi minnet ağına bağlamak isterken. Hatta açlık sınırının altındaki emekli maaşlarının yüksekliğini konuşurken. İşsizlik ve açlık nedeniyle intihar ve kendini yakma eylemlerini de unutmayalım, zira o kişiler de zaten psikolojisi bozuk ve zaten hain olabilir. Ha bir de unutmadan, Türkiye tarihinde ilk defa iki yıldır, emekli olanların sayısı azalmış. Ne diyelim böyle bir ticari deha ile yönetilen Türkiye’nin işsizliği de işçi kiralama firmalarına satması an meselesi olabilir.