Arkadaş Özakın, teorik fizikçi ve makine öğrenmesi araştırmacısı. İki yıl önce, akademisyenlerin yoğun şekilde yurt dışına taşındığı bir dönemde Türkiye’ye döndü, Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümünde öğretim üyesi oldu.

20 yıldan fazla yaşayıp çalıştığı ABD’de, son olarak karısı ile birlikte San Francisco’daydı. Özel bir şirkette yapay öğrenme konusunda çalışıyordu. Teorik fizik dalındaki doktora derecesini dünyanın en iyi birkaç teknik üniversitesinden biri olan Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden (Caltech) almıştı.

Özakın, fizik ve matematik çift anadal derecesiyle 25 yıl önce mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesine hoca olarak dönmek istemesini en kısa haliyle “yıllardır kurduğum bir hayaldi” diye açıklıyor. Boğaziçi’nin son 1.5 yıldır yaşadığı türbülansa rağmen dönmekten hiçbir pişmanlık duymadığını söylüyor.

Arkadaş Özakın, yazısında Boğaziçi eylemlerinin hareketli günlerinde bir öğrencisiyle yaşadığı çarpıcı karşılaşmayı anlatıyor.

Fotoğraf: Bülent Kılıç

İlk rektör atamasından sonraki zamanlardı; Kuzey Kampüse doğru yürürken arkadan ‘hocam’ diye bir ses. Dersten bir öğrenci: Hep önde oturuyor, hep soru soruyor. Yetmiyor, mesaj atıyor arada. “Şu konuyu bir de böyle yapmayı denedim olmadı, niye olmadı?” “Bugün dediğiniz şey çok ilginçmiş, başka okuyacak bir şey var mıdır bununla ilgili?” Cevap veriyorum, üstüne yeni mesaj, yeni soru. Tatlı bir baş belası. Türkiye’ye dönerken hayalini kurduğum türden.

İki kampüs arası yürürayak ‘nasılsınız’dan, hoşbeşten sonra, “Size bir şey sormak istiyorum” diyor. Bir şey geliyor, belli.

Adliyeye gitmeyi düşünmüş o gün. Tutuklanan mı, gözaltına alınan mı, arkadaşlarına destek için. Ama dersi varmış. Arkadaşlarla dayanışma mı, dersi kaçırmamak mı? Gideyim, diye düşünmüş, son anda vazgeçmiş. Derse girmiş.

O gün ders yerine adliyeye gidenlerden bir başka arkadaşı, gözaltına alınmış.

“Sabahtan beri kendimi suçlu hissediyorum”, diyor. “Biz de gitseydik, daha çok kişi olsaydık, belki almazlardı kimseyi.”

“Hocam bir şeyler yapmak istiyorum. Derslere girmeyelim, boykot edelim diyorum. Ama sonra düşünüyorum, dersinize girmeyip size trip atmış olmak da istemiyorum. Ne yapmalıyım bilmiyorum.”

Ve gelen, geliyor:

“Siz olsaydınız ne yapardınız, onu sormak istedim size.”

Gölgen burada duruyor

Geçen hafta dönemin son dersinden sonra biraz rahatlayınca kütüphaneye girdim dolanmaya. Rastgele bakınırken bir sürpriz: Bir kitabın kartında, bir eski dostun yıllar önce yazılmış adı, imzası. Şimdi bir Anadolu üniversitesinde; bizim dönemin en parlak öğrencilerinden. Türk arkadaşlara İngilizce yazmak adetim değil ama münasip geldi, kartın fotoğrafını çekip bir mesaj attım:

Your shadow persists. (*)

İnsanın arkadaşının gölgesiyle karşılaşmasından belki daha çarpıcısı, kendi gölgesiyle karşılaşması.

Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra kampüse uğramaya devam ettiğim için hocalığa başladığım zaman çok eskilerde kalmış bir yere dönmek gibi bir hissiyat olmadı benim için. Okul, bildiğim, ilişkimin sürdüğü okul. Burası ‘manzara’, şurası kantin, her zamanki.

Pandeminin ilk haftalarında böyle bir hissiyatla orada burada dolanıp ortama yeni halimle/rolümle alışmaya çalışırken, bir gün kütüphaneye uğramak geldi aklıma. Kapıdan girdim, ve girdiğim an bir şok yaşadım.

Okulun hemen her yerini tekrar tekrar görmüşüm önceki yıllarda, ama anladım ki mezun olduktan sonra kütüphaneye bir daha girmemişim. Manzaranın-‘petek’in-kantinin aksine, kütüphanenin şimdisi yok benim için, oluşmamış. Sadece eskisi var.

Dolanıyorum. Etrafta gölgeler. Yirmi beş yıllık gölgeler. Kitap karıştıran, plak dinleyen, sohbet eden-gülen, geleceğe dair hayaller kuran gölgeler. Prensipleri olan, tavizsiz gölgeler.

Sarsılıyorum.

Araba arkası yazıları var; şakalar-espriler, özlü sözler. ABD’de, gördüğüm günden beri aklımdan çıkmayan bir tanesi:

Remember who you wanted to be. (**)

İnsanın kendini, seçimlerini, yaptıklarını, birtakım yabancılara karşı savunması mı daha zor, bir kütüphanede dolanan 25 yıllık gölgesine mi?

***

“Siz olsanız ne yapardınız, onu sormak istedim size.”

Düşünüyorum.

‘Ben olsaydım ne yapardım’, bir soru. Ben, ‘şimdiki halimle, o zamanki halime ne yapmasını söylerdim’, bir soru. Ben, ‘şimdi, sana ne yapmanı söyleyebilirim’, bir soru.

Siz neden üniversite okuyorsunuz? Biz sizin üniversitede ne kazanacağınızı umuyoruz? Buradaki ‘amaç’ ne?

Bazı formülleri-teorileri-kitapları, iyi öğrenmek mi? Uygulama becerisi kazanmak mı? Aç kalmayıp iyi işler bulabilecek hale gelmek mi? Şirketlerde-kurumlarda-siyasette, yöneticiliğe doğru giden yollara girmek mi?

Bunlar bugünün dünyasında geçerli ve yeterli cevaplar oluyor. Ama burası bunlardan ibaret değil. Burası bunlardan ibaret olsa, birçoğumuz burada durmazdık.

Burası kimilerimiz için yükseklere doğru sıçramak ve derinlere doğru dalmak için bir tramplen. Üzerimizdeki yıldızlı göğe, ve içimizin derinlerine. Evrenin ve insanın doğasını anlamak, ve anlamakla kalmayıp dünyayı iyiye doğru değiştirecek bir yola çıkmak için, bir kapı.

Birçoğumuz tam da böyle bir yola çıkmak üzere başlıyoruz işe, ama hayat, ‘sistem’ türlü engeller çıkarıyor insanın karşısına. Ve sinsi gibi, farkına vardırmadan, sana direnme motivasyonu toplayacak fırsat vermeden yapıyor yapacağını.

Bir bakıyorsun, halin kalmamış.

Daha da fenası, bir bakıyorsun, halinin kalmamışlığıyla barışmışsın.

Bu durumu aşmanın bir yolu varsa, düşünceden-bilgiden çok, duygudan geçiyor. İhtiyaç duyacağın duygusal güç rezervini oluşturacak olan ise, öncelikle, şimdi yaşayacakların.

Burası normal bir yer olsa…

Burası normal bir yer olsa, sana şöyle derdim: Senin şimdi, inandığın bir amaç uğruna bir yerde var olman, bir duruş göstermen, sırf sana bir meseleye angaje olmanın ne olduğunu göstereceği, o hissi ruhunun derinliklerine bir daha yok olmayacak şekilde kazıyacağı için bile faydalı.

Şimdi inandığın, anlamlı bulduğun şeylere dair fikirlerinin kimisi ileride değişebilir. Ama gün olup hayatın sıkıntısı, rutini ve kısıtları üzerine geldiğinde sana sıyrılma gücü verecek, tekrar yerinden kalkıp bir şeyleri -dünyayı- değiştirmek için harekete geçmeni mümkün kılacak olan, geçmişten gelen gölgenin sana hatırlatacağı bir his olacak. Bir şeyi dert etmenin, önem verdiğin bir şey için çabalamanın yarattığı his. Bu her zaman mutlulukla ilişkili bir his değil; kimi zaman mutluluktan çok daha güçlü bir his. Ve bu hisse dair bir hafızanın oluşması, bir dersten yarım puan yüksek not almaktan çok daha önemli bir şey.

Bunlar, dediğim gibi, normal şartlarda söylenecek şeyler. Ama burası normal bir durumda değil. Dert edindiğin bir konuda ufacık da olsa ses çıkarmanın karşılığı, bir-iki ders kaçırıp notunun belki biraz düşmesinin çok ötesinde bir şey burada. Ağır şiddet, tecrit, hayatın tepetaklak olması, hatta hayati tehlike yaşamak, işten değil. Bunlar olurken, aslında seni koruması gereken insanların tersine seni vahşetin ortasına atması ve hayatının üstüne beton dökülürken seyirci kalması ise, vaka-i adiye.

Bu şartlar altında: En ufak bir risk yaratacak bir ‘angajman’ı, ‘duruş’u, protestoyu bile tavsiye etmek, benim için mümkün değil.

Bu durum insanın ruhunu çökertiyor belki, evet.

Ama durum/um bu.

***

“Siz olsanız ne yapardınız, onu sormak istedim size.”

Şimdi oturup kompozisyon yazmak, tabii kolay. Fotokopiciden Kuzey Kampüse giden yolda bizimki derdini anlatıp sorusunu sorduktan sonra yaşanan ise: Bir şaşalama. Etten-kemikten insan, tüm zaaflarıyla, kalakalıyor ortada.

Hafif sersem bir ‘bana sordu, önemli bir hayat tavsiyesi sordu, bana güvenmiş’ böbürlenmesi, sorunun ağırlığıyla yere devriliveriyor. Yerine gelen, bir düşünce çorbası ve ürküntü: Yukarıdaki kompozisyonun üç buçuk saniyelik hali, ve onu kelimelere dökersem yaratacağından korktuğum etkinin, ezici ağırlığı.

Cevap anı geldiğinde Kuzey kapıya varmışız bile; rahatlıyorum. O da, ben de yolumuza gitmek üzere vedalaşıyoruz. “Zor konular bunlar, sonra konuşalım” diyorum, biraz kaypakça bir gülümsemeyle. O ise içten bir gülümsemeyle veda ediyor, ayrılıyor yanımdan.

***

İki gün sonra, gazetelerde, sosyal medyada, her yerde yüzünü görüyorum. Bir duvarın kenarında, bir polis hiddetle gırtlağına yapışmış. Bir protesto olsa gerek. Bizimkinin vücut dili, o iyi bildiğim efendi, insancıl, iyi niyetli karakterinin kristalize olmuş bir yansıması. Tüm varlığıyla ‘Neden böyle bir şey yapıyorsun’diyor, boğazına sarılana.

***

Ertesi gün, sınıfta. Yine en önde.

Yeni sorular soruyor.

***

Ben olsaydım ne yapardım, bir soru. Ben, şimdiki halimle, o zamanki halime ne yapmasını söylerdim, bir soru.

Benim o zamanki halim, şimdiki halime, ne yapmasını söylerdi?

Bu da bir soru.

(*) “Gölgen burada duruyor”

(**) “Kim olmak istediğini hatırla”

Kaynak: DİKEN

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…