Hayatınızın ilk yıllarından, yeni yeni politikleştiğiniz günlerden başlasak: Nasıl bir çevrede büyüdünüz?
Selma James: Brooklyn’de, göçmenlerin telaffuzu zor geldiği için “Brownsville” yerine “Bronzeville” dedikleri mahallede, işçi sınıfı bir aileye doğdum. Babam kamyon şoförü, annem fabrika işçisiymiş. Biz doğduktan sonra çalışmayı bırakmış. 1930’da Büyük Buhran ’ın tam göbeğinde dünyaya gelmişim. Babam, daha sonra mafyanın ele geçireceği Teamsters (Kamyoncular) sendikasının Brooklyn şubesinin kurucularından olduğu için kara listeye alınsa da Büyük Buhran boyunca çalışabildi. Sendikacılık faaliyetleri yüzünden hastanelik oldu, hapse atıldı. Yani daha okula başlamadan önce sıkı bir eğitimden geçmiştim.
1930’larda tanıdığımız herkes yükselen sol hareketin parçasıydı. İnsanlar İspanya’da Cumhuriyetçilerin Franco’nun faşist güçlerine yenilmesi ihtimalinden endişe duyuyordu. Sokakta sigara paketlerinin folyolarını toplardık. Altı yaşındayken paket bulmak için bütün mahalleyi arşınlardım. İspanya’ya gönderilecek folyolarla mermi yapılacağı söyleniyordu; gerçekten yapılabildi mi bilmiyorum. İspanya’ya yolcu ettiğimiz hemşirelerin geçit törenine babamın omuzlarında katıldığımı hatırlıyorum. Herkes hemşirelerin kenarlarından tuttuğu kızıl pankarta para atıyordu.
Büyüdükçe “ben de bir örgüte dahil olmalıyım ” diye düşünmeye başladım. Annem de babam da komünistti. Ablam Troçkist olmuştu. Hangi örgüte katılmam gerektiğini kestiremiyordum. Bütün örgütleri dolaştım. En sevdiğim insanlar Troçkistlerin saflarındaydı. Böylece, 15 yaşında Troçkist gençlik grubuna katıldım. Kısa süre sonra da sonradan eşim olacak C.L.R. James’in kurduğu ve liderliğini yaptığı Johnson-Forest Fraksiyonu’na dahil oldum. ABD’de devrim yapacaklarını söylüyorlardı. Ben de zaten bu yüzden oradaydım. Diğer örgütlerde devrimden pek bahsedilmezdi.
Selma James
Devrim deyince o yaşta ne anlıyordunuz?
Büyük uluslararası meselelere hâkim olduğumu söyleyemem. Ama ailemin ekonomik kriz yüzünden ve kadın-erkek ilişkilerindeki korkunç durumdan dolayı acı çektiğini görüyordum. Annemi ve etrafımızdaki kadınları can kulağıyla dinliyordum. Adamın biri karısını dövüyor, bir başkası eve para getirmiyor, bir diğeri iş bulamıyordu. Erkekler eşlerinin ve çocuklarının karnını doyurmak için zorlu bir mücadele veriyordu. Bütün bunların değişmesi gerektiğini görüyordum. Sistemi alaşağı etmek zorundaydık.
Eşiniz, Marksist düşünür ve militan, The Black Jacobins: Toussaint Louverture and the San Domingo Revolution (Siyah Jakobenler: Toussaint Louverture ve San Domingo Devrimi , 1938) kitabının yazarı C.L.R. James’le nasıl tanıştınız?
Nello, biz aramızda ona böyle hitap ederiz, 1901’de Trinidad’da doğmuş. Yazarlığının, entelektüelliğinin yanı sıra amatör bir kriket oyuncusu, dahası iyi bir kriket eleştirmeniydi. Yazar olmak için 1932’de İngiltere’ye gitmiş. Ancak, 1933’te Hitler Almanya’da iktidarı ele geçirince roman yazmaktan daha ciddi şeyler yapması gerektiğini düşünmüş ve Troçkist harekete katılmış. 1938’de Sosyalist İşçi Partisi tarafından bir dizi konferans vermek için ABD’ye davet edilmiş ve parti içindeki siyasi bölünmeye dahil olmuş. Ben de bu sürecin bir parçasıydım. Böylece Johnson-Forest Fraksiyonu’nu kurduk.
“Johnson” Nello’nun partideki ismiydi. Şimdi geriye dönüp baktığımda neden bu isimlerin kullanıldığını gerçekten anlamıyorum, çünkü Johnson’ın kim olduğunu devlet biliyordu. “Forest” ise devrimden önce, çocuk yaşta Rusya’dan göçmüş Raya Dunayevskaya’ydı. “Johnson” ve “Forest” Sovyetler Birliği’nin bir işçi devleti olmadığını, devlet kapitalizmiyle yönetildiğini, diğer kapitalist toplumların da giderek daha çok devlet hakimiyeti altına girdiğini, herhangi bir öncü partiye ihtiyacımız olmadığını ileri sürüyorlardı.
1970’lerde feministlerin “çalışma” konusunda tuhaf bir anlayışları vardı. Sanki ev dışı bir işte çalışmak özgürlükmüş gibi “kadınların dışarı çıkıp çalışmasını ” talep ve tavsiye ediyorlardı. Kafalarındaki işin benim fabrikada kir pas içinde yaptığım kablo bağlama, lehimleme, metal levhalara delik açma işlerine benzemediği aşikârdı.
Ve sonra İngiltere yıllarınız başlıyor…
McCarthy dönemi ABD’deki sol hareket için dönüm noktası oldu. Herkes işini kaybetmişti, telefonlarımız dinleniyordu, çok büyük baskı altındaydık. ABD’de doğmamış olanlar sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Nello da göçmen ve solcu olduğu için Ellis Adası’nda birkaç ay gözaltına alındı. 1953’te hapisten çıkınca Nello’yu sınır dışı ettiler. O da daha önce yaşadığı ve ek işlerle beraber kriket yazarlığıyla hayatını kazandığı İngiltere’ye döndü. Birlikte olabilmemizin tek yolu oğlumla İngiltere’ye gitmemizdi. 1947’de evlenmiş, 18 yaşında anne olmuştum. O sırada altı yaşında olan oğlum Sam’le 1955’te İngiltere’ye gittik.
O zamanlar, özellikle bir nebze bağımsızlık isteyen kadınlar için genç yaşta evlenmek ve çocuk sahibi olmak alışılmadık bir durum değildi. Londra’da yeni bir hayat kurduk. Nello’nun yazdığı kitabı bitirebilmesi ve o sırada ucuza yaşayabilmek için birkaç aylığına İspanya’ya gittik. 1958’de kurulan Antiller Federasyonu’nun kutlamalarına Nello da davet edildi. Antiller’de kalıp bağımsızlık hareketine katkıda bulunmasını istediler. Sam’le ben de Trinidad’a gittik ve beş yıl kadar orada yaşadık. İnsanlar bağımsız ulus-devletlerden ziyade bir federasyon kurmayı, bir arada yaşamayı arzuluyordu. İngiliz emperyalizminden kurtulmak üzere olduklarını görüyorlardı. Asıl soru, nasıl birlikte yaşayacaklarıydı. Toplum on adanın tek bir ülke haline gelmesi fikrine sıcak bakıyordu. Ancak, siyasetçilerin iktidar hırsı yüzünden federasyon başarılı olamadı. Bu yaşadığım en büyük trajedilerden biriydi.
Ev İşleri İçin Uluslararası Ücret Kampanyası’nın işaret fişeğini 1972 yılında James ve üç arkadaşı yaktı
Antiller’le ilişkiniz yıllar boyunca devam ediyor. 2004’te ABD destekli darbeyle Güney Afrika’ya sürgüne gitmek zorunda kalan Haiti Devlet Başkanı Jean-Bertrand Aristide ve eşi Mildred Trouillot-Aristide ABD’nin karşı çıkmasına rağmen 2011’de Haiti’ye dönerken onlarla birlikteydiniz.
Beni The Black Jacobins ’in yazarının dul eşi olarak biliyorlardı. Haiti devrimini anlatan The Black Jacobins yayınlandığı günden beri birçok toplumsal hareket için başucu kitabıdır, çünkü en alttakilerin de altındakilerin devrim yapabileceğini ispatlar. 1791’de Fransız Devrimi’nden esinle başlayan bir köle ayaklanmasının ardından uzun mücadeleler sonunda 1804’te bağımsızlığını kazanan Haiti dünyanın ilk siyah cumhuriyetiydi. Beni davet ederek bir anlamda C.L.R James’i onurlandırıyorlardı. Aristides’in partisinin ismi Lavalas “Sel” demek. Karşılama törenine de sel gibi insan akın etti. Lavalas taraftarları başkanlarının ülkeye dönmesini sağlamak için hayatlarını riske atmış, bazıları bu uğurda katledilmişti.
Siyah Jakobenler önce Napolyon’u, ardından İngilizleri mağlup etti. O günden beri emperyalistler Haiti’yi yok etmek ve bu esin verici tarihin üstünü çizmek ister. Haiti tüm ezilenler ve sömürülenler için hâlâ büyük bir esin kaynağı. Haiti’deki devrimci ruh 1791’den bu yana kesintisiz devam ediyor. Aristide de gerçek bir Siyah Jakoben.
1953’e geri dönelim. Henüz 23 yaşındasınız. Toplumun farklı kesimlerinden, farklı türden sömürülere maruz kalan kadınlara çağrı niteliğindeki A Woman’s Place (Kadının Yeri ) broşürünü yayınlıyorsunuz. Sizi o broşürü yazmaya yönelten neydi?
Yazmak için yazmak ilgimi çekmiyor. Şu ana kadar, yazdığım her şeyi bir amaç uğruna, feminist hareketin parçası olarak yazdım. O dönem Nello bana çok destek oldu. Bir gün, “broşürünü yazdın mı ?” diye sordu. “Hayır ” dedim. “Neden? ” diye sordu. “Çünkü broşür yazmayı bilmiyorum ” diye karşılık verdim. O da “Çok basit ” dedi. “Bir ayakkabı kutusu al ve aklına gelen fikirleri kâğıda yazıp kutuya at. Sonra ayakkabı kutusunu aç, cümleleri sıraya koy .” İşten bir günlük izin aldım. Bir fabrikada kablo bağlama ve lehim işinde çalışıyordum. Sabah işe gider gibi erkenden çıktım evden, oğlumu kreşe bırakıp bir arkadaşımın evine gittim. Evde kalsaydım ortalığı temizlemeye girişeceğimden emindim. Akşama elimde bir broşür taslağı vardı. Nello kesinlikle haklıydı. İyi bir örgütçü olarak, ev kadını ve fabrika işçisi bir genç kadına, karısına, ne tavsiye etmesi gerektiğini biliyordu.
Biz kadınlar bakım emeği sayesinde insanları çok daha iyi anlıyoruz. Ama bu işi sadece biz yapmak istemiyoruz. Erkeklerin de bu işe emek vermesi, onların da bizim gibi uygarlaşması gerekiyor. Erkeklerin de bu emeği kapitalizm için değil, birbirimiz için vermelerini, toplumun yeniden üretiminde yer almalarını talep ediyoruz.
Kadının Yeri’ nin temel meselesi neydi?
Aslında tamamlanmış bir tezim yoktu. Ama şimdi okuyunca var gibi geliyor. Birçok kadın broşürü beğendi. Annemin beğendiği tek yazım o oldu. “Evet, iyi olmuş, doğru yoldasın ” dedi. Kadınların toplumu ve çocukları yaratma işini üstlendiğini, bunun muazzam bir emek yüküne denk geldiğini, kadınlarla erkekler arasındaki ayrımın hepimize zarar verdiğini anlatıyordum. Broşürü yazdıktan sonraki günlerde, bir komşuma gitmiştim. Bir baktım, çocuklarının bütün kıyafetlerini oturma odasında ipe asmış. Delirdiğini düşündüm. “Bu ne?” diye sordum. “Elbiseleri satıyorum ” dedi. “Neden?” dedim. “Kendi paramı kazanamazsam delireceğim, bu yüzden çocukların giymediği giysileri satıyorum ”. Bu sahne aklımdan hiç çıkmadı. İşten dönüp bir de evde çalışmadan ve tüm işleri üstlenmek zorunda kalmadan kendi paramıza ihtiyacımız olduğu kesindi.
Ücretlendirilmemiş bakım emeği konusunda örgütlenmeye nasıl ve ne zaman başladınız?
1970’lerin başında İngiltere’de yeni kadın hareketi patlak verdiğinde, benden çok daha ileride olmaları gerektiğini, onlardan öğreneceğim şeyler olduğunu düşündüm. Birçok açıdan gerçekten de ilerideydiler, ama hâlâ ev işi ilgi alanlarında değildi. “Çalışma” konusunda tuhaf bir anlayışları vardı. Sanki ev dışı bir işte çalışmak özgürlükmüş gibi “kadınların dışarı çıkıp çalışmasını ” talep ve tavsiye ediyorlardı. Kafalarındaki işin benim fabrikada kir pas içinde yaptığım kablo bağlama, lehimleme, metal levhalara delik açma işlerine benzemediği aşikârdı. İşçi sınıfı kadınlarının çoğunun yaptığı türden işleri ya hiç yapmamışlar ya da bilmiyorlardı. Bu yüzden, çoğu kadının bilmedikleri hayatlarını onlara nasıl anlatacağımın yolunu bulmam gerekiyordu.
Ayrıca, kapitalizm açısından evde verdiğimiz emeği önemli kılan neydi? O sırada bir Kapital okuma gurubumuz vardı. Emek gücümüzü kapitalizme nasıl sattığımızı tartışıyorduk. “Bir dakika !” dedim, “Emek gücü mü? Emek gücünü üretenler kadınlar. Bunu bana neden hiç söylemediler? ” diye düşündüm. Önce, Marksistlerin bu açık gerçeği bildiklerini, ama dile getirmeyi göz ardı ettiklerini düşündüm. Sonra, aslında tüm işgücünü kadınların ürettiğini ve bu emeğin kabul görmediğini, hatta iş bile sayılmadığını, bunu idrak etmediklerini fark ettim. O zamanlar “gerçek” işten eve dönen erkekler karılarına “Bütün gün ne yaptın? ” sorusuyla merhaba derdi. Dünyanın büyük bir kısmında kadınların başka işlerde de ücretsiz çalıştığını, örneğin Afrika’da tarlada çalışan kadınların tüm kıtada gıda üretiminin yüzde 80’ini gerçekleştirdiklerini ve ücret almadıklarını öğrenecektik. Manzara yavaş yavaş belirginleşti.
Kadınların yaptığı gönüllü işlerin tamamı insan türünün yeniden üretimidir. Bu emek doğum yapmaktan, ki bu da çok önemli bir iştir, çocukları anne sütüyle beslemekten ibaret değil. Gönüllü işlerin toplamı herkesle ilgilenmek ve herkes adına mücadele etmektir. Çocuklar ve erkekler için adaleti sağlamak adına mücadele edenler de kadınlardır. Şöyle sesleniyorduk kadınlara: “Anneler, kızlar, kız kardeşler, eşler, sevdiklerimizin hayatları için mücadele edenler. ” Adalet mücadelesi de bakım emeğinin bir uzantısı.
Biz kadınlar bakım emeği sayesinde insanları çok daha iyi anlıyoruz. Ama bu işi sadece biz yapmak istemiyoruz. Erkeklerin de bu işe emek vermesi, onların da bizim gibi uygarlaşması gerekiyor. Erkeklerin de bu emeği kapitalizm için değil, birbirimiz için, genel olarak toplum için vermelerini talep ediyoruz. Erkekler de kadınlarla birlikte toplumun yeniden üretiminde yer almalı. Bahsettiğim, bize yardım etmeleri değil. Evet, bazen küçücük bir yardım için bile mücadele vermemiz gerekiyor, ama bahsettiğim bu değil. Hayatımızın gayesinin buna dönüşmesinden, insanlarla birlikte olmaktan, onlarla ilgilenmekten ve toplumu hep beraber yaratmaktan bahsediyorum.
Ev kadınlığı yapan pek çok kadın düşük ücretlerle dışarıda çalışmaya başladı ve iki iş birden yapmaktan yoruldu. Aralarından bazıları sınıf basamaklarını hızla tırmandı. Kadınlar arasında daha önce görmediğimiz ölçüde sınıfsal çizgiler belirdi. Üstelik, bazılarımızın sınıf atlamasını bir zafer olarak kutlamamız dahi beklendi!
1972’deki Ev İşleri için Uluslararası Ücret Kampanyası (IWFHC) nasıl doğdu, nasıl örgütlendi?
Kadınların önüne konan seçenekler şunlardan ibaretti: Ya evde bakım emeği vasıtasıyla ya da ev dışında, erkekler gibi, ama onlardan daha az kazanarak, ücretli işlerde köleleştirileceklerdi. Bunun özgürlükle alâkası yoktu. Üstelik, birçok kadın biri evde, diğeri iş yerinde iki vardiya çalışacaktı. Kadınlara sunulan başka bir “çözüm” de bakım emeği vermemek, çocuk yapmamak ya da doğurganlık dönemlerinin mümkün mertebe sonlarında, hatta tüp bebek yöntemiyle sonrasında çocuk yapmaktı.
Kadınların bütün topluma bakım emeği vererek köleleştirilmelerine rağmen, aslında erkeklerin uygarlaştırıcı bu eğitimden mahrum bırakılması belki de daha büyük bir toplumsal fakirleşme. Herkes bakım emeği sarf etmeli; iş değil, ilişkilenme adına. Birbirimize bakmak güç ilişkilerinin yerine geçmeli.
Kampanyayı dört ülkeden, İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya’dan dört feminist (Mariarosa Dalla Costa, Silvia Federici, Brigitte Galtier ve ben) başlattık. Fikri 1972’de ilk kez ortaya attığımda tam olarak ne yapacağımızı, nereden başlayacağımızı bilmiyorduk. Yaptıkları iş karşılığında kadınların, ücretsiz çalışan herkesin, özellikle bakım ve geçimlik tarımda verilen emek karşılığında ücret talep ettiğimizi biliyorduk.
Tam o sırada, 1972’de İngiltere’de, iktidardaki Muhafazakâr Parti kraliçe dahil, tüm kadınların çocuk sayısına göre aldıkları aile ödeneğini keseceğini söyledi. Biz de aile ödeneğini savunmak için kampanya başlattık. Olağanüstü bir deneyimdi. Aile ödeneğini her hafta salı günleri kadınlar postanelerden alırdı. Kampanya için imza istediğimizde önce “Hiçbir şey imzalamam, önce kocama danışmam lâzım ” diyorlardı. “Ama aile ödeneği elinizden alınacak ” dediğimizde hemen “Nereyi imzalayacağım ?” diye soruyorlardı. Kampanya sırasında ev işi için ücret talebinin sadece ev kadınlarını değil, tüm kadınları harekete geçirmenin bir yolu olduğu görüşümüz doğrulandı.
Birbiriyle ortak noktası olmadığını düşünen her sınıftan kadın aynı fikirdeydi. Ev işi için ücret talebi kadınları sınırın, ırkın, sınıfın ya da görünürdeki sınıfın ötesinde bir araya getirmenin bir yoluydu. Bu talep bize elverişli bir zemin sağladı. Hızla kadınlara ödenen paranın onlar tarafından kullanılması ya da seks işçisi kadınlara, bekâr annelere de bütçe ayrılması konularında bastırmaya başladık. Kampanya hayal ettiğimden çok farklı bir yol izledi. Başta bu genel talebi nasıl hayata geçireceğimizi bilmiyorduk. Talep birçok yöne açılabilecek siyasi bir perspektif sunuyordu. Örneğin, kadınların aile içinde tecavüze uğradığını biliyoruz, ama kaçmak, kendimizi ve çocuklarımızı savunmak için paramız yok.
Üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar ev işi için ücret talebi konusunda hiç tereddüt etmedi. Meseleyi hemen kavradılar. Onlar için para gizemli bir şey değildi; paranız yoksa gücünüz de yoktu. Sadece kendinizi erkeklerden korumak için değil, erkekleri savunmak için de para gerekiyordu. Kadınlar haksız tutuklamalara, üst aramalarına, sınır dışı edilmelere karşı kampanyalar düzenliyordu. Ev işi için ücret kadınların düşük ücretli işleri kabul etmek zorunda kalmamalarına olanak veriyordu.
Evrensel temel gelir (ETG) Küresel Güney dahil hepimizin işsiz kaldığımızda karnımızı doyurmamızı sağlayabilir. Tabii devletin diğer kamu hizmetlerini kesip daha da fakirleşmemizi planlamadığı varsayımıyla. Ancak ETG bakımı ve bakım emekçilerini nasıl görünür kılacak? Erkeklerin çocuk bakımı konusundaki tutumlarını nasıl değiştirecek? ETG’ye ilaveten çocuklara ya da bakıma muhtaç diğer insanlara bakan, bakmak isteyen annelere, babalara, herkese doğum izninden yaşam gelirine kadar ödeme yapılmalı.
Küresel Kadın Grevi’nin en sıkı örgütlendiği yerlerden biri de Arjantin
Tam da bu dönemde Cinsiyet, Irk ve Sınıf kitabınız yayınlandı.
Kitabı İngiltere’de yazdım ama çıkış noktası ABD’ydi. ABD’de, 1973’te verdiğim bir dizi konferansta ev işi için ücret ödenmesinin kadınları eve mahkûm edeceği eleştirilerine maruz kaldım. Oysa ev işinin kurumsallaşmasının güzel olacağını düşünüyordum. Evde çalışırken müzik dinleyebilir, işe gitmek zorunda kalmayabilirdim. Öte yandan, bu süreç benim için bir eğitimdi de. Ev işi ücretinin mahiyetini ve talebin siyasi ufkunu, ücretli işlerden ziyade ücretlendirilmemiş işlerden başlamamız gerektiğini daha iyi anlamaya başladım. Zira örgütlenmeye ücretli emekle başladığınızda ücret almayan işçilere asla ulaşamıyorsunuz. İngiltere’ye döndüğümde daha donanımlıydım. İtalyan otonom Marksist feminist Mariarosa Dalla Costa’yla The Power of Women And The Subversion Of The Community (Kadınların Gücü ve Topluluğun Yıkımı ) kitabını yayınlamıştık. Erkek bir eleştirmen kitap için çok olumlu bir yazı yazdı. Ama siyah hareketinin bilmediği şeyleri kadınların bildiğini söylüyordu. Buna cevap vermek şarttı. Bu yüzden bir mektup yazmaya karar verdim, mektup uzadıkça uzadı ve Cinsiyet, Irk ve Sınıf’ a dönüştü.
Ayakkabı kutusu dolup taşmış yani…
Evet. O döneme kadar siyah, göçmen, kadın, lezbiyen ve gey hareketlerini nasıl ilişkilendireceğimiz konusunda ciddi bir sorunumuz vardı. Hareketler öncelikler konusunda rekabet içindeydi. Cinsiyet, Irk ve Sınıf ’ı bu yüzden yazdım: “Bakın, hepimiz aynı mücadelenin içindeyiz, hareketlerimiz arasında su yüzüne çıkarmamız gereken bağlantılar var. Bu bağların kurulabilmesi için her örgüt özerk davasını ortaya koyacak ve bu temelde birleşeceğiz ” dedim. Bunun tam olarak nasıl gerçekleşeceğini söylemek zorunda hissetmiyordum, o türden bir solcu değilim. Bence, doğru soruları sormak yeterliydi. Mesela siyah kadınlar hem kadın hem de siyah hareketinin parçasıydı. İnsanlar aynı anda pek çok şeydir.
SlutWalk ’ta kadınlar şöyle haykırıyordu: “Bizi istediğiniz gibi suçlayın, evet suç dediğiniz şeyleri yapıyoruz, ama suç olduklarını reddediyoruz.” Çok çeşitlilik barındıran bir kitleydi ve hepsi çok gençti. Bu insanlar yeni kadın hareketini temsil ediyor.
Birçok farklı kesimi kucaklayan bir hareket en fazla ezilenlerin çıkarlarına nasıl hizmet edebilir?
Zaten bu yüzdenev işi ücretli olmalıydı. Sermayenin kölesi olmayan insanlar yaratmak ve kadınlara güç vermek için ortaya çıkan bir perspektifti bu. Kampanya sırasında kadın hareketi içinde gerek uluslararası gerekse yerel boyutta tabandan yükselen bir örgütlenme örerken, bu perspektifi farklı sınıflardan kadınlar benimsedi. Bu sınıf farkının ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Ancak, farklılıkların varlığını teslim edip onlarla boğuştuğumuz ölçüde herkesin beraberce güçlenmesi için çalışabiliriz. Ancak, dönemin önde gelen feministlerinin neredeyse hiçbiri bu bakış açımızı paylaşmıyordu.Şimdi durum farklı. O dönemde, tam zamanlı ev kadınlığı yapan pek çok kadın düşük ücretlerle çalışmaya başladı ve iki iş birden yapmaktan yoruldu. Aralarından bazıları sınıf basamaklarını hızla tırmandı. Kadınlar arasında daha önce görmediğimiz ölçüde sınıfsal çizgiler belirdi. Üstelik bazılarımızın sınıf atlamasını bir zafer olarak kutlamamız dahi beklendi!Bugün, sınıfsal açıdan bize karşı konumlanmış patronların ve para babalarının arasında siyahlar, kadınlar LGBTİ’ler de var. Sömürü hiç olmadığı kadar derinleşir ve yaygınlaşırken, doğa büyük bir tehdit altındayken, sömürenin personası değişiyor.
1975’te English Collective of Prostitutes ’la (İngiliz Fahişeler Kolektifi) beraber örgütlenmeniz nasıl oldu?
1975’te Fransa’da fahişeler pezevenklere ve polise karşı örgütlenip kiliseleri işgal etmeye başladı. Polis pezevenklerle el ele verip kadınları kiliselerden çıkardı. Ancak, Fransa’daki büyük mobilizasyonun ardından birçok başka ülkede seks işçisi kadınlar örgütlenmeye başladı. Dalga İngiltere’ye de sıçradı. 1975’te Londra’da, Durmont Sokağı’nda işgal ettiğimiz binada kurulan Crossroads Kadın Merkezi ’nde seks işçileri de örgütleniyordu. Seks işçileri de Ev İşleri için Uluslararası Ücret Kampanyası ’na katılmaya başladı. Şöyle diyorlardı: “Ev işi için bütçe yok diyorlar. Yalanın daniskası. Biz o parayı her gün görüyoruz .” Bu bize büyük güç kattı. Aralarından biri bana gelip “Bak, hiçbirimiz kamuoyu önüne çıkamayız, bazılarımız anne, çocuklarımız elimizden alınabilir. Kimimiz evinden atılabilir. Başımıza türlü çeşit şey gelebilir. Bizim adımıza sen konuşur musun? Sen evli ve saygın bir kadınsın ” dedi. “Tabii ki” dedim. “Ama neler yaşadığınız hakkında hiçbir şey bilmiyorum ” diye ekledim. “Biz seni bilgilendireceğiz ” diye cevap verdi. Bir kadın kocamın fotoğrafını görüp “Bu adam senin müşterin mi? ” diye sordu. Afalladım, ama çenemi tuttum ve düşündüm. Ardından “Evet ” dedim. Zira sorusu özünde kadın-erkek ilişkisindeki müşteri-fahişe ilişkisini betimliyordu. Kendi kazancınız olsun olmasın, o dönemde erkek tahakkümü çok yaygındı. Adamı ister sevin ister sevmeyin aslında tüm ilişki boyunca fahişelik yapıyordunuz. Bu benim için önemli bir keşifti ve beni daha iyi bir sözcü haline getirdi. Fahişeler benden hiç şikâyetçi olmadı, çünkü artık neden bahsettiğimi biliyordum.
Herhangi bir kadın grubu somut sorunlarını, hayatlarını anlatırsa, diğerleri de kendilerini bu yolla tanımlamaya başlar, “Evet, bu benim hayatımın da bir parçası ” diyebilir. Bu lezbiyenler, bekâr anneler, fahişeler, engelli kadınlar, kısaca hepimiz için geçerli. Sizden daha çok ezilmiş insanların deneyimlerine kulak vererek nasıl ezildiğinizi daha iyi kavrarsınız. Hapishanedeki kadınlar için de geçerli bu. Özel şartlara maruz bırakılan kadınlarla ilişki kurduğunuzda kendiniz hakkında çok şey öğrenirsiniz.