İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Dr. Çağatay Tarhan’a evrim süreciyle pandemilerin ilişkisini konuştuk. Tarhan’a göre virüs evrimin doğal sonucu değil, doğaya müdahalenin bir sonucu…
M. Ender Öndeş
Koronavirüs sürecinin başından beri virüsün mutasyonlara uğrayarak evrimleştiği ve bunun süreklilik kazanabileceği söyleniyor; böylece durum neredeyse ‘kader’ gibi algılanıyor. Ama öte yandan milyonlarca insan da “Biz dünyaya ne yaptık da başımıza bunlar geliyor” sorusunu soruyor. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Dr. Çağatay Tarhan’a evrim süreciyle pandemilerin ilişkisini ve insanlık olarak çaresiz durumda olup olmadığımızı sorduk. Ortaya evrim teorisinin öneminden kâr esasına dayalı kapitalist sistemin sağlığımıza vurduğu darbelere kadar iki bölümlük uzun ve öğretici bir söyleşi çıktı. İyi okumalar…
- Yanılıyor olabilirim ama -belki bazı istisnalar dışında- teorik olarak insanın hiç hasta olmadığı ve amiyane tabirle ‘pili biterek öldüğü’ bir durum mümkün değil sanırım. Neticede ‘organ yetmezliği’ de bir hastalık sayılabilir ve tamam, bunu kabullenebiliriz. İyi de bu arada veba, HIV, EBOLA, COVID gibi belalar doğanın/evrimin seyri içinde zorunlu muydu? Bugünlerde birçok insan şu sorunun cevabını arıyor: Biz dünyaya ne yaptık ki başımıza bunlar geliyor? Bugün yaşadıklarımız evrimin doğal sonuçları sayılabilir mi? Yoksa biz mi davet ettik bütün bu belaları?
Nihayetinde evrim, organizma popülasyonlarının genetik çeşitliliğindeki değişimlerini ve çevreleriyle ve başka organizmalarla olan etkileşimlerini kapsar. Bunları bir bütünlük olarak kabul edersek herhangi bir organizmanın evriminin nasıl süreceği bu etkenlerin, kimi zaman birinin, kimi zaman diğerinin daha belirleyici olabileceği, epey karmaşık seyreden diyalektik ilişkileriyle belirlenir. Bu açıdan baktığınızda saydığınız hastalıklar onların nedeni olan etkenlerle etkileşim içinde olmamızla ilgili. Onlarla etkileşme biçimimiz de en başta elbette yeni şehirler kurma, var olanı genişletme, yeni yollar yapma, maden ocakları kurma, tatil yöreleri açma vb. gibi nedenlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla evrimin doğal sonucundan çok onların var olduğu alana müdahalenin doğal sonucu gibi görünüyor. Fakat bir kez karşımıza çıktıktan sonra onlara karşı geliştirdiğimiz ilaçlara direnç mekanizmaları geliştirmeleri, hayatta kalmak için alternatif mekanizmalar oluşturacak biçimde değişmeleri evrimlerinin doğal sonuçlarıdır. Burada tam da uyarı olabilecek Engels’in şu pasajı hatırlanabilir: “İnsanlığın doğaya karşı zaferlerine bakıp kendimizi fazla şişirmeyelim. Bu tür zaferler karşısında doğa bunun intikamını alır. Her zaferin ilk kertede beklenen sonuçları verdiği doğrudur fakat ikinci ve üçüncü kertede farklı ve ilkinde elde edilen sonuçları geçersizleştirecek öngöremeyeceğimiz sonuçlar ortaya çıkar.”
- Bu bağlamda, -okurların kafasında netleşsin diye soruyorum- sosyal medyada dolaşan komplo teorilerinin küçük de olsa gerçeklik ihtimalleri var mı? Bu türden mutasyonlar insan eliyle yaratılabilir mi?
Bu tür komplo teorilerine sarılmanın nedenlerinden biri elbette dünyanın içinde bulunduğu siyasi atmosfer. Kuşkunun, belirsizliğin ve güvensizliğin kural haline geldiği bir dünyada küresel ölçekte etkili olan bir hastalık etkeninin bundan azade kalması beklenemez herhalde. Öte yandan komplo teorileri insanların kafalarını bulandırmanın ötesinde hiçbir şeyi çözmüyor. Fakat işin diğer yanı, insanların doğada olup bitenden, doğadaki mekanizmaların nelere yol açabileceğinden bihaber oluşu. Virüslerin yıllar içinde o konaktan bu konağa geçerek bu kadar etkili bir sonuca yol açamayacağına ilişkin inanç, üstelik benzer bir sürü hastalık varken, nereden geliyor mesela? Son 30-40 yılda daha önce görülmeyip de ortaya çıkan onlarca hastalık var. Bunların hepsinin laboratuvarlarda üretildiğine inanmak mı yoksa doğaya müdahalenin bir sonucu olarak karşımıza çıktıklarını düşünmek mi daha mantıklı olur acaba? Aslında bu tür kabullenmelerden, piramitleri uzaylıların yaptığına, dünyanın düz olduğuna ya da canlılığın ortaya çıkma sürecinde “cansız” maddelerin arasındaki etkileşimlerinin yeterli olmadığına ilişkin inançlara uzanan bir yol var.
Teorik ve elbette pratik olarak da virüslere ya da başka organizmaların genetik yapılarına müdahale etme yeteneğimiz ve araçlarımız var. Bunun önünde bir engel yok. Virüsler özelinde ise hem korona hem de başka virüslerle bu tür çalışmalar yapılıyor ve bunların sonuçları da yıllardır yayımlanıyor zaten. Bu çalışmaların yapılmasının temel nedeni hem virüslerin doğasını hem de günün birinde virüsler tehlikeli bir biçime kavuştuğunda ona karşı ne yapabileceğimizi anlamak. Hali hazırda SARS-Cov-2’nin tam olarak hangi süreçlerden geçerek karşımıza çıktığını yüzde 100 bilmesek de doğal yollarla olgunlaştığını gösteren çalışmalar gelmeye devam ediyor. Bir kere virüsün ortaya çıktığı bölgede ara konak olabilecek başka pek çok hayvandan ve diğer yarasa türlerinden çok sayıda virüs örneği alıp karşılaştırma yapmadan bu laboratuvarda üretildi demek abesle iştigaldir.
Virüsün o çok konuşulan S1/S2 bölgesinde görülen aminoasit varyasyonlarının başka yarasa türlerinde kendiliğinden de gerçekleştiğini saptayan bir çalışma çıktı yakın zaman önce mesela. Bu tip çalışmaların sayısı arttıkça bunun doğal süreçlerle olabileceğini daha net olarak görebileceğiz. Son olarak virüsün salt belirli bir hedefe yönelik kontrol edilebilir bir silah olduğunda ısrar etmek de gerçeklikle bağdaşmayan bir tutumdur.
- Evrim konusundaki yaygın (ve sanırım yanlış) kanı, her şeyin “maymundan insana geçiş” momentinde bittiği şeklinde. Oysa evrim devam eden bir süreç olmalı ki, virüslerin mutasyonundan söz ediyoruz. Bu bağlamda, bir mutasyondan söz ediyorsak, izlenebilen bir durumdan söz etmiyor muyuz? Ve izlenebilen bir durumdan söz ediyorsak, bu bize müdahale imkânı da yaratmıyor mu? Bu bağlamda HIV ve diğer salgınların tecrübesi bir işe yaramıyor mu?
İnsanlık tarihi aslında birikimli bir süreçle ilerliyor. O yüzden tam da söylediğiniz gibi eski tecrübelerden öğrenilen çok şey var. Örneğin Güney Kore, Singapur, Tayvan gibi ülkelerin hastalığın önünü hemen alması genelde doğu toplumlarının otoritenin kararlarına daha kolay biat etmesiyle açıklandı ama bunlar 2002’deki ilk SARS salgınından ciddi etkilenen ve bundan dersler çıkaran ülkelerdi. Benzer şekilde, bugün Covid-19 için denenen ya da kullanılan ilaçların pek çoğunun aslında geçmişteki bulaşıcı hastalıklarda kullanıldığını görüyoruz. Bu anlamda bir tarihsel miras var. Daha önceki SARS ve MERS salgınlarına karşı aşı çalışmalarının bu hastalıkların kendine özgü seyri nedeniyle bir anlamda rafa kalktığı söylenebilir. Aşı üretmek karlı bir iş olmaktan çıkmıştır çünkü. Böyle olmasaydı bugün çok daha hazırlıklı olabilirdik. Yine de o virüslerin biyolojisine ilişkin öğrenilenler bugün epey işe yarıyor. İkincisi, sadece virüsün geçirdiği mutasyonları takip etmek ve izlemekle kalmıyoruz. Bu, ilaç ve aşı geliştirme sürecinde neye dikkat etmemiz gerektiği konusunda da bize ipucu sunuyor. Eğer virüsün hücrelere bağlanma sürecinde farklı mutasyonlar görülürse ya da diyelim Türkiye’deki virüs görece daha özgün bir karakter sergiliyorsa aşı ve ilaçlar da buna göre revize edilebilir. Bu işlerin kolay olduğu asla söylenemez ama umutsuz bir durum olduğunu kendi adıma hiç düşünmüyorum.
- Çıkmaz bir sokakta mıyız peki? Yani bir pandemiyle hesaplaşıp sonra bir yenisini, yeni bir mutasyonu bekleyip onunla karşılaşmak… Bu bir kader mi? Virüsün doğal seçilim yoluyla direnç geliştirdiği, mutasyona uğradığı doğruysa eğer, bu içinde yaşamaya mahkûm olduğumuz bir kısır döngü mü?
Halk sağlığı alanında çalışan bilim insanları, virologlar ya da bulaşıcı hastalık uzmanları bu konuya yıllardır dikkat çekiyor aslında. Dünya önümüzdeki yıllarda bu tür salgınları beklemeli ve hazır olmalıdır. Koronavirüs ailesinin 10 yılda bir karşımıza değişik bir versiyonuyla çıkması bize bir şey anlatmalı. Ebola virüsünün 20 yıl içinde yeniden kendini hatırlatması önemli bir ipucudur. Az önce söylediğimiz gibi onlarca yeni hastalık etkeninin sahneye çıkması önemli bir veridir. Bugün insanoğlunun erişemediği doğal alanlarda birbirine karışan, mutasyon geçirip değişen virüsler var ama bundan haberimiz olmuyor. Ama biz bunlarla bu bölgeleri işgal ettiğimizde karşılaşmaya başlıyoruz. Sadece alan işgali de değil, iklim değişikliklerinden, karbondioksit salınımından, küresel ısınmadan, ışık kirliliğinden vb. tutun da dünya ölçeğinde seyahatin bu kadar yoğun biçimde sürmesine kadar hastalık kaynaklarının ortaya çıkmasına ve yayılmasına sebep olduğumuz pek çok şey var.
Buna yönelik köklü değişim elbette öncelikle doğayla çok daha akılcı, hesaplı ve hassas bir şekilde etkileşim kurabileceğimiz politikaların hayata geçirilmesi. Kar öncelikli, rekabete dayalı üretim anarşisinin, fosil yakıtlar temelli enerji üretiminin doğurduğu toplum modeliyle bunun aşılmayacağı ortada. Ne kadar çok teknolojik iyileştirme yapılırsa yapılsın bunlar doğaya mevcut şekildeki müdahalenin olumsuz sonuçlarının önünü alamıyor. O yüzden kaynakların çok daha verimli kullanıldığı planlı bir ekonomiye geçmek olmazsa olmaz bir öncelik gibi görünüyor.
İkincisi, aynı anlayışla sağlık sisteminin de karlılık önceliğinden çıkarılıp bunun parayla satın alınmayacak temel bir hak olarak ele alınması gerekliliği. Bu pandemi, kapitalizmin en ileri örnekleri dediğimiz ülkelerdeki sağlık sisteminin röntgenini çeken bir laboratuvar gibi oldu aslında. Parası olanın temel hizmetlere, sağlık sigortasına, kitlere, testlere ya da tedaviye daha kolay ulaşabildiği fakat hastalığın yıkıcı sonuçlarının hep yoksulları vurduğu bir düzen söz konusu. Bir diğer nokta bilimsel çalışmaların kamu yararı için değil de kar odaklı yapılmasının sonuçlarını görmek oldu. Tabi insanlık ha bu da böyleymiş deyip her şeyi buna göre değiştirmiyor. Bu değişimin maddi temelleri olmalı. O maddi temelleri yaratacak olanlar da bu olumsuz süreçlerden en çok etkilenenler ve onlar da taleplerini siyasi bir mücadele aracıyla hayata geçirmedikçe değişim zor.
‘Sistem değişmeden çıkış zor’
İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Dr. Çağatay Tarhan’a göre sistem değişmeden koronavirüs ve benzeri salgınlardan kurtulmak zor görünüyor
Koronavirüs sürecinin başından beri virüsün mutasyonlara uğrayarak evrimleştiği ve bunun süreklilik kazanabileceği söyleniyor; böylece durum neredeyse ‘kader’ gibi algılanıyor. Ama öte yandan milyonlarca insan da “Biz dünyaya ne yaptık da başımıza bunlar geliyor” sorusunu soruyor. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Dr. Çağatay Tarhan’a evrim süreciyle pandemilerin ilişkisini ve insanlık olarak çaresiz durumda olup olmadığımızı sorduk. Ortaya evrim teorisinin öneminden kâr esasına dayalı kapitalist sistemin sağlığımıza vurduğu darbelere kadar uzun ve öğretici bir söyleşi çıktı. İyi okumalar…
- Bilim ve Gelecek’teki söyleşinizde “Virüsün genetik yapısı değiştiğinde geliştirdiğimiz aşı işlevsiz mi kalıyor?” sorusuna, “Bunun yanıtı farklılaşan bölgeye göre değişir ama grip aşısından gördüğümüz kadarıyla evet, işlevsiz kalıyor” diye yanıt vermiştiniz. Ruhumuz kararıyor ama. Bu korkunç bir şey değil mi? Hep başa mı döneceğiz yani?
Doğru ama gripte aşının tamamen yetersiz kaldığını söylemiyoruz, sadece 1-2 yılda bir güncellenmesi gerekiyor. Bu da en azından şu ya da bu ölçüde süreç üzerinde kontrol sahibi olduğumuzu gösteriyor. Aynı şey muhtemelen Covid-19 için de geçerli olacaktır ve gripten ne kadar korkuyorsak ondan da ancak o kadar korkabiliriz. Virüsün bulaşıcılığı yüksek ama öldürücülüğünün sınırları var ve bu da çok önemli bir veri. Bizi hep başa döndüren şey aşı ve ilaç geliştirme hızının doğaya müdahale hızımıza yetişemeyecek olması. O yüzden bakılması gereken yer burası.
* Aslında küresel kapitalist dünyada şu anda iki net yol var. Biri, çok katı ve uzun süreli yasaklar/kısıtlamalarla yayılmayı kontrol altına almak. Sosyal devlet kurumlarını çökertmiş olan neoliberal kapitalizmin bundan pek hoşlanmadığını biliyoruz. İkinci ve vahşi olan yol ise, sıfır tedbir alıp “ölen ölür kalan sürü bizimdir” demek, ki bu da sosyal patlamaları tetikleyebilir. Şu anda uygulanan, size de bir tür oportünizm gibi gelmiyor mu?
Sürecin geneline bakıldığı zaman benim de gördüğüm tablo zamana yayılmış, kontrollü bir sürü bağışıklığı sağlamaya çalışmak. Eğer bir yerlerdeki aktörlerin bilinçli yaptığı bir şey varsa o da laboratuvarda virüs üretip salmak, birbirini çökertmeye çalışmak falan değil bu gibi görünüyor. Üstelik bunu işte diyelim Amerikalı muhafazakârlar birilerinin ölmesindense ekonominin işlemesi yeğdir diye açık açık söylüyor. Dolayısıyla takvimi belirleyen temel güdüleyici ekonominin zarar görmemesi. Türkiye’de de muhtemelen özellikle genç nüfusun fazla olmasına güvenilerek çalışan kesim işine gönderildi. Öte yandan bu yöntemlerle sürü bağışıklığı falan elde edilebilmiş de değil. Dünyanın çeşitli yerlerinde meşhur R0 değerinin salınıp durduğunu görüyoruz, inişe geçti denen yerde yeniden vakalar patlıyor, o nedenle istim üzerindeyiz ve bu ikinci, belki üçüncü ciddi dalgaların gelebileceğine dair en önemli işaret. O zaman ekonominin ne olacağına da, hala dinleyen kalırsa, bu insanlar yanıt verir.
- “Sürü bağışıklığı” denilen yöntem, virüsün olası evrimi açısından gerçekten anlamlı mı? Yani “şöyle üç-beş ihtiyarı feda edelim maksat dünya kurtulsun” dediğimizde, sözü edilen ‘bağışıklık’ bize özellikle mutasyonlar konusunda bir garanti veriyor mu? Yani virüsle “önüne bir miktar kurban atarak” bir anlaşma yapılabilir mi?
Sürü bağışıklığı teknik olarak illa ki birilerinin feda edilmesi anlamına gelmiyor, risk grubunda olanların izole edilerek toplumun %60-70’inin etkenle karşılaşması sağlanmaya çalışılıyor. Fakat Covid-19 özelinde bunu deneyenler durumun soğuk gerçekliği yüzlerine çarpınca çabucak geri adım atmak zorunda kaldı. Risk grubu denen kesimin sabit olmadığı bebeklerden tutun da orta yaşa kadar pek çok insanın kaybedilebildiği görüldü. O yüzden bu anlamda kısa vadede virüsle anlaşma yapmak hiç mümkün görünmüyor.
- Bugüne kadar bütün okuduklarımdan anladığım şey şu: Evrimin doğasını anlamadan, virüsleri, mutasyonları ve salgınları anlamak imkânsız. Evrim teorisini müfredattan bile çıkaran bir ülkede yaşamak ümit kırıcı bir şey değil mi? Ayrıca şu da ilginç değil mi? İdeolojik düzlemde evrim karşıtı olan kişi laboratuvara girince evrimin sonuçlarıyla boğuşmuyor mu? Yani canlıların hiç değişmediğini düşünüyorsanız mikroskopla ne işiniz olur ki?
İnsanların her zaman kendisinin dâhil olduğu parçanın bütünsellik içinde nereye oturduğunun ya da yaptığı işin bağlamının çok iyi farkında olabileceğini pek düşünmüyorum. Bilim alanında bu genelde iyi bir bilim felsefesi öğrenmemekle, biyoloji alanında ise özellikle biyoloji felsefesini kavramamakla ilişkili bir durum. Bilimselliğe ya da felsefeye de üniversite sınavında ya da para kazanırken çok işe yarayacak bir şey gözüyle bakılmaz. Bireysel düzlemde inancınız gereği bir takım ruhsal varlıklara inanabilirsiniz ama yaptığınız deneysel çalışmaların sonucuna bunların müdahale etmiş olabileceğini düşünmezsiniz, zira basketbol oynarken futbolun kurallarını uygulamaya benzer bu, bilimin dili farklıdır ve doğadaki olguları yalnızca doğadaki ilişki ve yasalarla açıklamaya çalışırsınız.
Laboratuvarda bir bakterinin antibiyotik direncini kırmaya ilişkin deneyler yapan bir evrim karşıtı, bakterinin mutasyon geçirdiğinin bilincindedir ama bunun evrimsel süreç içindeki bir uğrak olduğunu kabule yanaşmaz. Parça bütün ilişkisi kopmuş ve aslında bu anlamda yaptığı işe yabancılaşmıştır. Burada etkili olansa geleneksel, ideolojik, dini koşullanmalar olabilir. Dünyada 60’ın üstünde ülkenin bilim akademileri evrim bilimsel bir gerçektir, evrim teorisi de bunu en iyi açıklayan teoridir diye açıklama yapıyorken bir ülkenin yöneticisi çıkıp bu tartışmalıdır ya da adı üzerinde teoridir, çürütülmüştür diye evrim teorisini müfredata sokmazsa burada bilimsel bir kaygı falan değil düpedüz siyasi, ideolojik bir tercih söz konusudur. O yüzden bununla mücadelenin de salt bilim alanındaki doğruları sıralamakla değil, evrim karşıtlığının aslında başka bağlamlara oturduğunu teşhir eden ideolojik bir mücadeleyle el ele yürümesi kaçınılmazdır.
Bu anlayışın hâkim olduğu bir iklimin yetiştirdiği kuşakların evrimi kavraması bu yüzden daha sorunlu olabilir. Öte yandan, tüm bu bilinçli perdelemeye karşın, evrim bir olgu olarak o kadar çok durumda karşımıza çıkıyor ki görmemek imkânsızlaşıyor. İnsanlar buna sadece okul müfredatından değil, diyelim internetteki kaynaklardan, yayınlardan, belgesellerden ya da kitaplardan vb. ulaşabiliyor. Evrimsel bakışın olgusal süreçleri, canlılar arasındaki ilişkileri daha mekanistik ve anlaşılır biçimde açıklayabildiğini görüyor. O yüzden çok da ümitsiz olmayı gerektirecek bir durum yok.
- Son olarak, sürecin bütününe baktığımızda, tıp artık yalnızca hasta organizmayı iyileştirme eylemi üzerinden kendisini kurabilir mi? 170 yıl önce Virchow’un “Yukarı Silezya Raporu”nde yazdığı “hastalığı değil toplumu iyileştirme” tezini yeniden mi keşfedeceğiz? Daha doğrusu, yalnızca tıp değil bütün bilimlerin ve tabii ki siyasal sosyal kurumların tümünün insanı ve doğayı koruma, sağlıklı kalmasını sağlama diye daha geniş kapsamlı bir görevi yok mu? Ücretsiz tedavi hakkı için bile mücadele yürütülen bir dünyada, “hasta olmama, sağlıklı bir evrende yaşama hakkı”nı öne sürmek çok mu lüks oluyor acaba?
Görünene göre lüks oluyor ki dünya her geçen gün daha fazla biçimde parası olanın sağlık hizmetine daha kolay eriştiği, daha iyi eğitim aldığı, daha rahat seyahat edebildiği, daha iyi konutlarda oturduğu bir gezegene dönüşüyor. Sanıyorum tıp fakültelerinde halk sağlığı uzmanlığı pek revaçta değildir. Zira toplum sağlığını tehdit eden unsurlara yönelik önleyicilik, planlama, düzenleme daha çok bu alanın işi ve bu alanın önemi en çok bu tür salgın durumlarında anlayabiliyoruz. Ama işte bunu etkin bir şekilde harekete geçirmek yukarıda değindiğimiz gibi bu dünyaya, topluma dair belirli bir tasavvurun hayata geçmesine bağlı.
- Ve nihayet, doğayla ve kendi varlığımızla olan ilişkilerimiz açısından geri dönülmez bir noktada mıyız artık? “Doğaya hükmetmek”ten söz etmiyorum; en azından onunla uzlaşarak yıkıcı sonuçlardan korunmamız mümkün olmayacak mı hiç? Yoksa, artık toparlanamaz bir halde mi her şey?
Aslında Covid-19 sürecinde insan biraz ortalıktan çekildiğinde denizlerde, hava kirliliğinde ufak tefek bazı şeylerin çok kısa bir süre içinde nasıl değiştiğini kendimiz görebildik. Bunca yıkıcı etkinliklere rağmen tarihsel süreçte oraya buraya dağılmış sonuç veren doğayı iyileştirme örnekleri ve yöntemleri var. Kişisel olarak doğayla uzlaşı içinde yaşamanın kesinlikle mümkün olduğunu düşünüyorum ama sorun örneğin karbon salınımı biraz daha azaltılmış araçların her derde deva olacağı propagandasıyla, dönüştürülebilir plastik poşetlerin kullanılması ya da evsel su harcamasının minimize edilmesi propagandasıyla çözülebilecek bir sorun değil. Bu koca bir sistemin sorumluluğunu bireylerin üzerine yıkıp hedef saptırmaktan başka bir şey değil.
Bunlar ancak kapsamlı bir dönüşüme eşlik edecek önlemler olarak görülebilir. Kapsamlı değişimse yukarıda pek çok şekilde değindiğimiz başlıklarda kamucu, planlamacı, kar maksimizasyonuna dayanmayan, toplumun çıkarlarını gözeten bir toplum düzeni tasavvuruyla ilişkili. Bunun yolu da dünyadaki mali ya da üretim araçlarına sahip olan en varlıklı yüzde birlik nüfusun giderek toplam gelirin çok daha fazlasına sahip olmasıyla (zira yakın zamanda yapılan açıklamaya göre 2 bin zenginin serveti dünya nüfusunun yüzde 60’ının gelirinden fazla) ekolojik yıkımın, sağlık sistemindeki bozuklukların, salgınların, krizlerin sıkı sıkıya ilişkili olduğunu göstermekten geçiyor.
Kaynak: Yeni Yaşam
