İngiliz entelektüel Terry Eagleton’ın ‘Are all terrorist monsters‘ başlıklı yazısının çevirisidir (Çeviren: Emre Zor).
Zamansız varsayılan birçok olgu gibi terörizm de aslında modern bir icat. Nitekim siyasi fikir olarak ilk kez Fransız Devrimi’nde baş gösterdi. Dolayısıyla terörizmle modern demokratik devlet kavramı aynı tornadan çıktı.
Fransız Devrimi’nin öncüleri Danton ve Robespierre döneminde terörizm aslen devlet teröründen doğmuştu. Bu terör, muhaliflerin iktidara değil, devletin düşman saydıklarına uyguladığı şiddetti. Üstü örtülmüyordu, bilakis meydanlardaydı. Baş kesmek, bireysel bir eylem değil, doğrudan devlet onaylı bir gösteriydi.
Devletin aralarında denge aradığı iki farklı yüzü olageldi; biri medeni, diğeri baskıcı. Siyaset kuramcısı Edmund Burke’e göre eğer bizi otoriteye bağlayıcı bir sevgiye eşlik eden bir korku yoksa saygımız yiter. Burke bu ikilemi toplumsal cinsiyet düzleminde düşünerek şunu sormuştu: Otorite, bizi hem sert bir baba gibi korkutmaktan hem de düşkün bir anne gibi şımartmaktan nasıl kaçınabilir? Tabii Fransa’daki terör döneminde kanunların saldırganlaşmasıyla beraber, yumuşaklık ile sertlik arasındaki bu dengeden eser kalmamıştı.
Siyasetin en acımasız teatral formu
Peki tıklım tıklım bir barda, sırf mülk sahibine tepeniz attı diye bomba patlatmak bir terör eylemi mi? Muhtemelen. Ancak çoğu kişi, teröristlerin kişisel değil siyasi saikleri bulunduğunun farkında. Yani barda bombayı Batı kültürünün çöküşünü protesto amacıyla patlatmak daha iyi bir argüman.
Mesela bir alışveriş merkezindeki insanları sırf öldürmek için öldürmek terörizm sayılamaz, çünkü teröristin hep başka bir güdüsü, amacı vardır. Görmezden gelindiği için eylemini olabildiğince dramatik yollarla kamuoyunun gözüne sokar. Ne de olsa terörizm, siyaset yapmanın en amansız teatral formu.
Teröristler ağza alınmayacak insanlık dışı eylemler yapar. Ancak bu eylemler uykularını kaçırmaz çünkü sempati kazanmak gibi bir amaçları yoktur. Düzenli bir ordunun aksine, meşru askeri saikleri de yoktur. Bu yüzden işler ters gittiğinde, örneğin, 50 öğrenciyi öldürdüklerinde özür de dilemezler. Çünkü asıl stratejileri budur; korku ve öfke yaymak.
Yok edilemez imajı
Gerilla güçlerine benzer yöntemle terörist gruplar da aniden belirir, saldırır, kaybolur ve daha sonra başka bir yerde tekrar ortaya çıkar. Böylece her an her yerde ve yok edilemez imajını kazanarak, düşmanlarından sayıca az oldukları gerçeğini örterler. Nihayetinde belirsiz ve görünmez bir düşman da en az tankları kilometrelerce uzanan bir düşman kadar korkutucu görünür.
Dahası teröristlerin üniformasızlığı bu her yerde olabilirlik duygusunu pekiştiriyor. Çünkü sokakta karşılaştığınız herkes pekala bir cam temizleyicisi ya da sokak satıcısı kılığında bir komutan olabilir.
İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) Kuzey İrlanda sorunu zamanında uyguladığı taktik aynen buydu. Ne Britanya’yı savaşlarla alt edecek güçleri vardı ne de ihtiyaçları. Sadece Britanya hükümetinin çıkmazın sonsuza kadar süreceği kaygısıyla askerlerini geri çekmesine yetecek sayıda insanı katletmeleri gerekiyordu.
IRA’nın hesaplarına göre Britanya halkı da bir süre sonra çatışmalardan usanıp desteğini çekecekti. Sonuçta bu ihtimal, İrlandalı Cumhuriyetçilerin IRA’ya desteği bırakmasından daha muhtemeldi; arkasından ne kadar yakınsalar da…
Devletler de terör eylemi yapar
Aslında terörizm kavramı teröristlerle de sınırlı değil. ABD’nin Saddam Hüseyin’in Irak’ına yönelik ‘şok ve dehşet’ adlı saldırısı için kullanılan kelimeyi hatırlamıyorum ama bunun gerçek adı terörizm. Nitekim tarih boyunca ceberutluk bağlamında terörizm düzenli orduların tekelindeydi. Yani terörizm, devlet dışı güçlerle ya da Oxford İngilizce Sözlüğü’nde dendiği gibi ‘yetkisiz’ güçlerle sınırlı bir kavram değil.
Öyle ki pek çok milli ordu zaman zaman terör eylemleri yapıyor, sivillere tecavüz ediyor ve savaş esirlerini öldürüyor. Tabii terörist gruplar bu tip cinayet ve tecavüzlerin ötesinde köprüleri ve mühimmat depolarını da patlatıyor. Yine de aradaki çizgi epey silik.
Terörizmin ahlaki zafiyeti karşısında dehşete kapılanlar terörün faillerini ‘deli’ diye nitelemeye yatkın. Tabii öyle diyecekler, çünkü vahşetin arkasında bir mantık, bir gerekçe bulunabileceğini düşünmek faillere ‘insanlık kazandırıyor.’ Ancak ne kadar kötücül olursa olsun bir amaçla hareket etmek rasyonelliğe işaret.
Oysa deliyseniz işler değişir. Amaç ve niyetlerin ‘uygar dünyasından’ dışlanır ve yaptıklarınızdan sorumlu tutulmadığınız için tüm suçlarınızdan arınırsınız. Sonuçta aynı anda deli ve şeytan olunmaz.
İrlanda sorununda Britanya’daki tabloid basın, IRA’yı zaman zaman ‘canavarlar’ yahut ‘hayvanlar’ diye niteliyordu. Fakat iktidar, IRA’nın kendisince akılcı gerekçelerle hareket ettiğinin ayırdındaydı. Kabul edilebilir manasında akılcı değil, üzerine tartışılabilecek, en azından buna alan açan bir akılcı tanımlaması.
IRA sadece İngilizleri kana boğmak istemiyordu, aynı zamanda birleşik İrlanda’yı arzuluyordu. Birleşik İrlanda’yı arzulayanlar fantezilerle yaşayan duygusal kimseler olabilirdi ama asla deli değillerdi.
Mazur görmek ile izah etmek karıştırılıyor
Tam da bu noktada bir kafa karışıklığı var. İnsanlar mazur görme ile izah etmeyi birbirine karıştırıyor. Kimileri terörist eylemlerin arkasındaki sebepleri incelemeyi hem tehlikeli görüyor hem de bunun söz konusu eylemleri haklı çıkaracağını düşünüyor. Ancak Hitler’i iktidara taşıyan sebepleri onu haklı çıkarmadan nasıl açıklıyorsak başkasının da eylemlerini onaylamadan zulme uğrayan halkı için neden intikam peşine düştüğünü anlayabiliriz.
Gerçek şu ki eğer eylemleri empatiyle bile anlaşılabilir gelmiyorsa teröristleri yenmeniz pek olası değil. Yani onlara mantıklı görünen sebepleri tümüyle inkar ederseniz eylemlerinden hiçbir anlam çıkaramazsınız. Böylece olduğunuz yerden tüm manzara saçma ve absürt gözükür. Dolayısıyla delilik hipotezine dönülür ve teröristleri ahlaki sorumluluklardan kurtarma noktasına gelirsiniz.
Aslında terörizm, saçmalık ve delilik arasında tarihsel bağlantılar var. Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad, Londra’daki bir grup yabancı anarşisti anlattığı ‘The Secret Agent’ romanında, okuru ‘anlaşılmaz’ ama realiteyi dönüştürecek önemde bir terör eyleminin içine sokar.
Alelade bir anarşist sağa sola saldırabilir, etkisi küçük olur. Ancak iyi bir anarşist bilfiil gerçeği yok eder. Tabii bunun için paradigmaları ve zihni temelden sarsacak ve anlamlandırmayı imkansız kılacak bir vahşete ihtiyacınız var.
Kurulu düzen belirli kurumlara saldırabilir, ancak absürt eylemle anlamın kendisini altüst etmeye tahammülü yoktur. Söz konusu romanın yayınlandığı dönem kıta Avrupa’sında peydahlanan Dadaizm ve Sürrealizm akımlarının denediği tam da buydu: Anlamı altüst etmek. Uygarlık Birinci Dünya Savaşı denilen anlam çöküşüne doğru sendelerken sanat, ‘günahkarlık’, anarşi ve nihilizm acayip üyeler edinmeye başlamıştı.
Meşruiyet için zamanın geçmesi yeterli
Terörizm ekseriyetle devleti hedef alır. Devletlerin pek çoğu da zorla işgalin, mülksüzleştirmenin ve imhanın kan ve gözyaşında doğmuştur. Dolayısıyla eğer meşruiyet kazanmak istiyorlarsa ilk günahlarıyla yüzleşmeli ve karanlık köklerini derinlemesine araştırmalılar.
Fakat meşruiyet için sadece zamanın geçmesi de yeterli. İskoç filozof David Hume şöyle diyor: ‘‘Başlı başına zaman, yöneticilerin haklarını sağlamlaştırır; yavaş yavaş insanların zihinlerine işleyerek onları her türlü otoriteyle uzlaştırır. Üstelik bunu adil ve makul bir zemine oturtur.’’
Başka bir deyişle, ‘meşruiyet eşittir uzun ömürlülük.’ Ulusça saçlarınıza ne kadar ak düşmüşse, karanlık kökleriniz kolektif hafızanızdan o kadar siliniyor ve yine o kadar saygınlık kazanıyorsunuz. Dolayısıyla siyasi iktidar kısmen kayıtsızlık üzerine kuruluyor.
Edmund Burke’e göre devletlerin kuruluş aşamasında gün yüzüne çıkmaması gereken şiddet ve zalimlikler var. Ve bu şiddetin hatırası zamanın insaflı akışında yavaş yavaş siliniyor. Sonuç olarak hem kuruluş anısı hala hafızalarda hem de köklerinde yerinden etme ve işgal bulunan nispeten yeni devletler meşruiyet sorunuyla cebelleşiyor.
Tıpkı Macbeth’e olduğu gibi egemenliklerini kazandıkları yasadışılık peşlerini bırakmıyor ve zaferin taze tadı ağızlarında küle dönüşüyor. Üstelik güvenlik olmadan güçlerinin anlamsızlaştığını ve güvenliğin de biteviye elden kaçtığını fark ediyorlar.
20’nci yüzyıl boyunca zengin ve güçlü uluslar sömürge karşıtı (anti-kolonyalizm) savaşlarda fakir ve güçsüz uluslarla çarpıştı. Nihayetinde fakir ve güçsüz ülkelerin mücadeleleri dünyanın çehresini değiştirdi.
Mücadelelerin tarihinden çıkan ders apaçık şudur: Bağımsızlık ve self-determinasyon (kendi kaderini tayin hakkı) arzusu sadece ergenler için değil uluslar için de çok mühim. Çağımızın fikirlerinden biri bu. Modern dünyada insan katletmekten kolayı yok, aslolan bir düşünceyi, bir fikri yenebilmek. Ve fikri bir şekilde yok ederseniz muhtemelen başka bir surette yeniden ortaya çıkacak.
Kaynak: Diken
