Özgür Denizli

İşçi hareketleri, Aksu’nun söyledikleri ve doğrudan demokrasi üzerine… – Murat Sevinç

Yaşamına son veren trans kadın Zirve Soylu’nun anısına…

Birkaç gün önce Artı Gerçek’te nefis bir İrfan Aktan-Başaran Aksu söyleşisi yayınlandı. Aktan, çok güzel bir şey yapıp emek mücadelesi içinde yer alan Başaran Aksu ile son haftalarda olup bitenleri konuşmuş. Öyle bir söyleşi ki, hızımı alamayıp iki kez okudum.

Aksu’nun dile getirdikleri, değişenin ne olduğunu, artık işlevsiz olanın ne olduğunu, artık altüst edilmesi gerekenin ne olduğunu ve ‘doğmakta olanın’ ne olabileceğini tüm çıplaklığıyla gösteriyor bizlere.

‘Gezi’ üzerine çok yazdım, ilk günden itibaren. İstanbul ve Ankara’da epeyce ‘park forumuna’katılıp bir köşede seyrettim. Yeni bir şeydi Gezi, o kadar yeniydi ki, hiç kimse, hiçbir siyasi oluşum, parti, sendika vs. özellikle ilk günlerinde bir şey söyleyemedi ve örgütlemeye girişemedi. Güzelliği ve öğreticiliği de buradaydı. Gezi günleri üzerine, konuyu neresinden tutsanız o kadar çok yorum yapılır, yapıldı da. Ancak mesleki bakımdan beni asıl heyecanlandıran ve umutlandıran ‘park forumları’ oldu ve o günden itibaren aynı cümleyi yazıp durdum: Forumlar ‘geleceğin yönetim biçimi’ olacak, olmalı.

Hiyerarşiyi reddeden (hiç kimse diğerine parmak sallamadı o forumlarda ve başöğretmenliğe kalkışmadı), eşitlikçi, sosyalistçe, herkesin katılabildiği konuşma, tartışma, karar alma forumları. Neden geleceğin yönetim biçimi peki? Çünkü bugün büyük ölçüde Sanayi Devrimi sonrası kurumlarıyla yüz yüzeyiz ve Bilişim Devrimi, sonuçlarını muhtemelen çok daha hızlıca verip o kurumları, o ilişki biçimlerini, klasik demokrasinin öngördüğü ‘temsil’ ilişkisini dönüştürecek, nitekim öyle oluyor.

Temsili demokrasilerin ‘temsil’ biçimlerindeki zorunlu değişim henüz sembolik/yüzeysel gibi görünüyor, daha doğrusu bizler o sembolik olanı fark ediyoruz, özellikle güncel siyaset düzeyinde: Sosyal medya yoğun biçimde kullanılıyor, siyasetçiler yurttaşla yüz yüze ilişki kuruyor, köy köy geziyor, parti grup toplantılarına yurttaş çıkıp konuşuyor ve bakın CHP’nin Mersin mitinginde beş altı ‘mağdur’ kürsüdeydi, derdini anlattı. Daha önce de yazmıştım, yerlerinde olsam, miting zamanı geldiğinde, toplanan insanlardan birkaçını platforma çıkarıp ortaya bir sandalye koyar, kendim de bir başkasına oturur ve o yurttaşı dinler, dertleşirdim. Çok mu marifet bunu yapmak, hayır kuşkusuz; ancak değişmekte olanın içeriğini sergilemesi bakımından önemli. Zaten o yurttaş derdini artık farklı kanallarda anlatıp geniş kitlelere duyurma şansına sahip; ayrıca bir miting kürsüsünde de oluşu, yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkinin yeni biçimini ‘ilan etmesi’ bakımından değerli.

Hiçbir dönüşüm bir günde olmuyor, bugün hâlâ partilere, meclisteki vekillere, sendikalara biraz da olsa ihtiyacımız var, çünkü yeni olan henüz bütünüyle doğamadı ve başka bir şey düşünemiyoruz; bir zaman sonra, artık siyasetçinin temsiline, sendikaların örgütleme potansiyeline vs. şimdiki haliyle gereksinim kalmayacak. Ne olacak peki? Falcılık yapmadan muhtemel yeni formlar üzerinde konuşulmalı, yazılıp çizilmeli. Doğrudan ve yarı doğrudan demokrasi yöntemleri yüksek sesle gündeme gelmeli. Doğrudan demokrasi derken, bunu yalnızca ABD ve Fransa’daki bir-iki katılım aracıyla sınırlı gören siyasi partilerin sistem vaatlerinden söz etmiyorum. O parti yapılarını da zaman içinde tarihe havale edecek, hakiki bir katılımdan, kendi kendini yönetme araçlarından söz ediyorum.

Başaran Aksu’nun söylediklerini okuyunca bir kez daha inandım, her bir temsil biçiminin tümüyle değişmek zorunda olduğuna. Aksu’nun anlattığı işçi hareketi, işçilerin bireysel ve toplu tutumları sendikalardan ve sol/muhalefet partilerinden duydukları memnuniyetsizlik, o sendikaların da parti yapılarının da artık sonunun geldiğini, bir kez daha gösteriyor; üç yıl, beş yıl, on yıl… Önemli değil, eski hikâye sona erdi ve kabullenmek güç olduğu için ‘eziyet’ etme faslındayız.

Taban örgütlenmesi gerekiyor, yaygın, çok yaygın taban örgütlenmeleri, taban kendi sesini kendisi duyurmalı, doğrudan duyurabildiği sesiyle hak mücadelesi yürütmeli. Sendika, partiler, toplu sözleşme vs. onlar da bir köşede durur nasıl olsa, zararı yok.

Her neyse… Hem söyleşiden hem de son haftalardaki emekçi eylemlerinden, kuryelerin ve çeşitli iş kollarında çalışanların/sömürülenlerin haklı isyanından ve arkalarındaki yurttaş desteğinden öyle büyük bir mutluluk ve heyecan duyuyorum ki, Başaran Aksu’nun ifadelerine bir türlü gelemedim. Baştan sonra okursunuz nasıl olsa, ben yalnızca birkaç alıntıyla yetineceğim.

Başaran Aksu, nicedir işçi mücadelesine ‘omuz veren’ (şu ‘omuz vermek’ de çok eşitlikçi bir ilişkinin sözcüğü) Umut-Sen’in örgütlenme koordinatörü. Umut-Sen’i bir sendika değil, ‘sınıf mücadelesi odağı’ olarak iş gören bir örgütlenme olarak tanımlamış Aksu: “Bürokrasiye dayalı sendikal anlayışa karşı Türkiye’nin dört bir yanında 7/24, bir nevi kartal gözü gibi, emek alanındaki her gelişmeye odaklı…” 

Söyleşide sendikalar-iş kolları arasındaki ilişki ve geçişkenliği anlattığı kısım (2015’te olup bitenler) öğretici, daha da ötesi, ibret verici. Türk-İş’e bağlı Türk-Metal’den ‘30 bin işçi’ istifa ediyor ve DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş toplu bir geçişten ürktüğü için bunları görmezden geliyor:

“30 bin işçinin geçmesi halinde sendikanın yapısının değişmesinden korktular. O yüzden Birleşik Metal-İş ilk etapta Türk-Metal’den geçişleri organize etmekten uzak durdu. Buna rağmen Bursa’daki 3 bin 500 Renault işçisi kendi inisiyatifiyle Birleşik Metal-İş’e geçti. Bu işçiler Bursa’daki milliyetçi-muhafazakâr kuşatmayı yararak bu geçişi yaptılar. Çünkü oradaki genel söylem, ‘DİSK’e verdiğiniz her aidat şehitlerin ölümüne dolaylı katkıdır’ yönünde. Fakat işçiler milliyetçi, muhafazakâr, faşizan propagandanın yereldeki bütün basıncına rağmen Birleşik Metal-İş’e geçti. Fakat Birleşik Metal-İş önderliği bu işçileri kendilerinde tutamadı. Tabii ki esas başka nedenler vardı. O sırada Çalışma bakanı Süleyman Soylu’ydu. Bir taraftan polis baskısı, bir taraftan Bursa’daki cemaat, yereldeki basınçlar etkili oldu. Ayrıca Türk Metal de ‘Artık demokratikleşeceğiz, seçime gideceğiz’ gibi propagandalar yaptı. Fakat Birleşik Metal-İş önderliği de bu saldırıyı püskürtecek mahareti göstermedi. Dolayısıyla o işçiler Birleşik Metal’den kopartılıp tekrar Türk Metal’e sürüklendi. Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfına hâkim olmak görevlendirdiği, Türk-İş’in de lokomotifi olan Türk Metal’den kopmanın bir imkânı bu şekilde heba edildi.”

Nasıl, çok çarpıcı değil mi ve bunu yalnızca‘basiretsizlik’ sözcüğüyle açıklamak mümkün mü?

Ardından İrfan Aktan “Çoğunluğu milliyetçi, muhafazakâr Renault işçilerinin o dönemki kuşatmalara, ideolojik saldırılara rağmen DİSK’e yönelmesinden nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?” sorusunu yöneltince, Aksu şöyle diyor: “Bu olay hem solun, hem emek hareketinin bu topluma dair analizinin yanlışlığını ve işçi sınıfının kendisine yönelme potansiyelini kullanma maharetine sahip olamadığını gösterdi. DİSK’in en canlı odağı olan Birleşik Metal-İş’in sendikal manada kuşatıcı bir politik bilince ve kendisine yönelen işçiyi kollayacak bir caydırıcılığa sahip olmadığını gördük.”

Yine Başaran Aksu: “…klasik ücret sendikacılığı yaklaşımıyla caydırıcı bir savunma hattı örülemedi. Eğer sen işçileri kavrayacak, dönüştürecek bir emek harcamazsan, onlarla hemhal olmazsan, profesyonel bürokratik yapını muhafazaya odaklı refleksler gösterirsen, işçi de aşağı-yukarı benzer muameleler gördüğünü düşündüğü, üstelik devletin ve yerelin baskısını da hissetmeyeceği, iktidara yakın Türk Metal’e geri gider. Sonuçta o da ücret sendikacılığı yapıyor, sen de aksini iddia etsen de aynı şeyi yapıyorsun. Sol siyasetler de bu durumu seyretti, onların durumu Bimis’ten daha beter.” Değişmeli diyor Aksu, ilişki biçimleri, temsil biçimi, yeni olan her neyse değişmeli, aksi takdirde emekçiyle iletişim kuramıyorsun.

Aksu’nun DİSK’e yönelik söylemi de son derece açık sözlü: “Fakat bu sendika, kamuda, belediyelerde bir tür kulüp gibi davranıyor. İşçiyle yan yana durup onların haklarını geliştirmek yerine belediye başkanlarıyla, patronla yan yana olmak, onlarla fotoğraf çektirmek daha öncelikli geliyor. Çünkü işçiyle değil, işverenle yakınlık kurarsa ayakta kalabileceğini düşünüyor, bu kaygıyla hareket ediyorlar. CHP Genel Merkezi’yle, büyükşehir veya ilçe belediye başkanlarıyla daha yakın olursam koltuğumu muhafaza ederim düşüncesindeler. Çünkü bu sendika yöneticileri de yüksek maaşlar alıyor ve bunu kaybetmek istemiyorlar. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK sendikalarının bu anlamda pratikleri birebir aynı! Toplu sözleşmelerde de neredeyse birbiriyle aynı rayiçler belirlediler. Belediye işçisi de liyakata değil yönetimin hangi partide olduğuna göre belirlendiği için, yaygın bir işçi bilincine sahip değil…” Harika, ağzınıza sağlık Başaran Aksu. Şu alınan yüksek maaşları ve koltukları kaybetmeme endişesi insana başkaca işleri, temsilcileri, işlevsiz komisyon toplantılarından selfi paylaşan sempatik vekillerimizi de hatırlatıyor doğrusu.

Başaran Aksu’nun genel olarak muhalefete ve özelde kimi sol parti ve gazetelerine getirdiği eleştirileri de, ‘sona ermekte olan’ bağlamında okumalı bana kalırsa. Yalnızca bir-iki satır: “Çok ağır bir şey söyleyeceğim ama sol bu haliyle, mevcut konumlanışıyla işçi sınıfı lehine bir şey yapamaz. Sol habire geriye sarıyor. Sanki dünyada hiçbir şey değişmemiş, Türkiye’de bu düzeyde proleterleşme yaşanmamış, 320 tane organize sanayi bölgesi yokmuş, hizmet, tarım sektöründe vahşi bir sömürü, mülkiyet ve doğa gaspları, doğanın metalaştırılması gibi pratikler sergilenmiyormuş gibi davranıyor… Bunlara gözünü yumarsan, bu sömürü alanlarındaki ezilenlerle de direnenlerle de hemhal olamıyorsun işte. Kendi konfor alanlarında, odalarda, sendikalarda, CHP ve HDP arasında, ‘Binamaz’ bir pozisyondalar. İşçi sınıfı da bunu görüyor… İşçi rasyonel düşünür. CHP’nin, HDP’nin de kendine göre rasyonel bir aklı var. Soldaki arkadaşlar ise ‘Seçimlerde CHP ile HDP’ye karşı elimi güçlendirecek bir pazarlığı nasıl yapabilirim’ derdine düşüyor. Devrimcilik, komünistlik, sosyalistlik adına son derece mantıklı şeyleri, sanki büyük kitleleri de arkalarına almış olarak, sanki CHP’den veya HDP’den tamamen bağımsız bir şekilde söylüyorlar. Öyle bir kitle desteğin yok ki. Olmamasının nedeni de bizzat sensin, muhafaza etmeye çalıştığın konfor alanların. Sen hangi işçi, emekçi sınıfı içinde CHP ve HDP’den bağımsız bir temel oluşturdun da onlara soldan ders veriyorsun ki? ‘Ey halkım, artık şuna oy atmayın’dediğinde kendi üyelerini bile inandırma, ikna etme kudretine sahip değilsin. Sen öyle diyorsun ama üyelerin gidip Mansur Yavaş’a, İmamoğlu’na oy atıyor.”

İrfan Aktan’a söyleşisi, Başaran Aksu’ya mücadelesi ve saçık sözlülüğü için teşekkür ederim. Neyin artık sona ermekte olduğunu, onun yerini neyin alması gerektiğini, çok ama çok güzel, son derece yalın bir dille aktarmış Aksu, sağolsun. Eşitlikçi değerlerin hâkimiyeti, doğrudan katılımın benimsendiği yönetim biçimleri ve dürüst bir dayanışma isteği kurtaracak insanı; bezdirici ezberler, sıkı sıkıya sahiplenilen makamlar, muhataplarınca hiç işitilmeyen cilası bol sözler ve siyasetçi nutukları değil.

Yazı önerisi: Yaşamına son veren trans kadın Zirve Soylu hakkında çıkan şu iki satırlık haberiokumanızı öneririm. Ardından bir kez daha okuyun lütfen. Sonra oturup düşünelim, halimiz üzerine.

Yazı önerisi 2: Haluk Levent hocanın yazı dizisinin üçüncü yazısı. Hararetle öneririm.

Kaynak: DİKEN

Exit mobile version