
Annemizi yurt edinmeye yeltendiğimizde bu küçük işleri yapanın dünyayı boynuzlarında taşıyan öküz olduğunu da fark ettik. Oklavaya, saksıdaki fesleğene, uyuyan sütün yoğurda uyanışına sevdalanırken, evin kendi inşa ettiğimiz manasına sevdalanıyorduk aslında. Ona itibarını iade ediyorduk. Bu bağlılığın bizi annelerimiz gibi köleleştirebileceğini de gördük ama aldırmadık. Baş ederiz, dedik.

Kendimi ya evde peynirin bitip bitmediğini hatırlamaya çalışırken buluyordum ya da kara kara çat kapı gelen misafire ne ikram edileceğini düşünürken… Bazen de şıpınişi tasarladığım akşam yemeği menüsü için gerekenleri evdeki erzak dolabında bulup bulamayacağımı tahmin etmeye çalışıyor, önünde sonunda eve yakınmış gibi görünüp, ağır poşetlerle yürürken evden giderek uzaklaşan markete dalıyordum.
Kadim zamanların köşe yazarlarının sıkça sarf ettikleri bir tabirle entipüften konular benim ve hemcinslerimin ilgi alanımızdaydı.
Muftak simyacıları, zor zamanlar battaniyecileri, turşucular, reçelciler, salçacılar, erişteciler, magazin forevercılar, dizicilerdik biz. Bir kısmımızın itibarlı sayılacak birer işi de vardı. Mesai arkadaşlarımız da şaşarlardı bu küçük işlerimize ama. Ne de olsa kariyerist genç kadınlar olarak önce ailemizin kadınlarına dudak bükerek çıkmıştık yola. Biteviye çorba karıştıran, elinde bezle toz avına çıkan, ev ahalisinin altından çarşafları çeken, arada keyiflenmek ve dertlenmek için bildikleri tek yol konu komşuyu toplayıp gün yapmak olan annelerle derdimiz vardı.
Erkeklerin mühim dünyalarına ve görkemli hayatlarına fon teşkil ederlerdi. Akraba düğünlerinde salon fotoğrafçısının çektiği karelerde en şık halleriyle, kocalarının omuz başlarında boy gösterir; gömlekleri ütülü, karınları tok tutarlardı. Beylerinin yanlarına yakışmak, onları eve bağlamak için didinirlerdi. Ev işlerini iyelik ekiyle yaparlardı. Tozumu aldım, çöpümü döktüm, yemeğimin altını kıstım… Mezuniyetlerde, nişanlarda gözleri dolardı. Duygusallığın, endişe ve vehimlerin, dualar ve ahların küçümsendiği, böreğin, pilavın, iğne oyasının maddi bir değerinin olmadığı akli bir alemin kilit taşlarıydılar aslında. O taşı oradan çektiğinizde dünyanın başınıza yıkılacağını ancak o taşa dönüştüğünüzde fark edebileceğiniz aklınıza gelmezdi.
***
Annemizi yurt edinmeye yeltendiğimizde bu küçük işleri yapanın dünyayı boynuzlarında taşıyan öküz olduğunu da fark ettik. Oklavaya, saksıdaki fesleğene, uyuyan sütün yoğurda uyanışına sevdalanırken, evin kendi inşa ettiğimiz manasına sevdalanıyorduk aslında. Ona itibarını iade ediyorduk. Bu bağlılığın bizi annelerimiz gibi köleleştirebileceğini de gördük ama aldırmadık. Baş ederiz, dedik. Kâh ettik, kâh edemedik. Ama bize iyi gelen bu küçük şeyleri yapmayı ve sevmeyi öğrendik.
İşimiz gücümüz buydu bizim, gökyüzünü boyadık, yırtılan denizi diktik her sabah. Hem de her sabah, inatla. Sabah olmaktaysa eğer her gecenin sonunda, bizim yüzümüz suyu hürmetine olmaktaydı. Dünyayı boynuzlarında taşıyan öküzlerin hürmetine…
Kaynak: Duvar
