
Bu noktayı izah edebilmek için AB algımızı sorgulamak gerekiyor. AB, kendisine katılmak isteyen ülkeler açısından bir “demokrasi müfettişi” ya da “liberalizm doktoru” olarak algılanıyor. Bu algı yanlış olmamakla birlikte son derece eksiktir. AB, kolektif ihtiyaçlar ve ortak ekonomik çıkarlar temelinde global bir güç olma hedefiyle bir araya gelmiş bir ülkeler topluluğudur. AB’nin her aday üye, ayrıcalıklı ortak ya da ticaret ortağı ile olduğu gibi Türkiye ile ilişkileri de bu ihtiyaçlar ve çıkarlar çerçevesinde gerçekleşmektedir.
Görünürdeki birinci mesele, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun geleceğidir. Avrupa kamuoyunun genel algısı Türkiye toplumu ile Avrupa demografisi arasında bir nevi “kan uyuşmazlığı” olduğu şeklindedir. Bu algıda, kültürel ve dinsel kaygıların siyasal ve ekonomik karşıla.tırmaların önüne geçtiği herkesin malumu. İslamcı, ultra-milliyetçi ve otoriter Erdoğan rejimi, bu “kan uyuşmazlığı” iddiası için net bir kanıttır. Erdoğan önderliğinde Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifinden uzaklaştıracak bir rejimin, Müslüman fobisi üzerinden sürekli sağa kayan Avrupa kamuoyunu sevindirdiği ortada değil mi?
Yüzeyde ve acil notuyla birlikte göze çarpan ikinci mesele mülteci akınıdır. Ortadoğu, Asya ve kısmen Afrika ülkeleri kaynaklı bu akının Türkiye ayağı son iki yıldır büyük ölçüde kesilmiş; yani Erdoğan, belli kazançlar karşılığında, elinin altındaki mülteci vanasını kapatmış bulunuyor. Öyle ki TSK’nın Suriye toprakları içinde yayılma alanları olarak Jerablus bölgesi ve hatta Afrin’in Türkiye kontrolünde devasa toplama kamplarına dönüştürülmekte olduğunu konuyla ilgilenen herkes bilir. Ama o vana, her an yeniden açılabilir. Mülteci fobisinin pençesindeki Avrupa kamuoyu açısından Erdoğan rejimine rıza göstermek bir çözümdür. Türkiye üzerinden mülteci akınını engelleme garantisi verdiği sürece,
Erdoğan rejiminin tercih edileceği sonucuna varabiliriz.
Görünür ve konjonktürel olanın altındaki derin nedenleri kavramak için ise başta yapılan saptamayı hatırlatmak gerekiyor: AB, kolektif ihtiyaçlar ve ortak ekonomik çıkarlar temelinde bir araya gelmiş bir ülkeler topluluğudur ve enerji nakil hatlarının güvenliği meselesine bu çerçevede bir daha bakmak gereklidir.
Bu analitik çerçeveyi kabul edersek, Rusya ile artan yakınlaşmanın Batı’ya rağmen olmasının zahiri bir yanılgıdan ibaret olup derininde bizzat Batı’nın arzusuyla gerçekleşiyor olmasının kuvvetle muhtemel olduğu sonucuna varabiliriz. Son yıllardaki Türkiye-Rusya yakınlaşması, Avrupa’ya enerji nakli sorununa açılım arayışının makul bir sonucudur. Karadeniz ve Trakya üzerinden Avrupa’ya ulaşacak “Türk Akımı” ve Türkiye toprakları boyunca uzanacak Trans Anadolu (TANAP) projelerine bakıldığında, bu önerme anlaşılır olacaktır. Bunlar, gel geç hevesler değil, evladiyelik projelerdir; korunmaları ve devamlılıkları elzemdir. Güçlü, otoriter ve taraflar açısından güvenilir iktidarları gerektirir.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) 16 Nisan referandumuyla ve son seçimlerle ilgili raporlarının Kılıçdaroğlu’nun yorumlarından bile daha yumuşak kalması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) siyasi niteliği aleni davalarda Türkiye’yi mahkum etmemekteki ısrarı, bu derin ihtiyaçlar perspektifinden bakıldığında şaşırtıcı değildir.
Bu yorumlarla AB’nin demokrasi müfettişi ya da liberalizm doktoru görüntüsünün sınırlarını işaretlemiş bulunuyoruz. Türkiye toplumuna biçilen otokratik/totaliter rejim bezinin başka nerelerde dokunduğu konusunda ise ABD’nin ve “gizli özne” İngiltere’nin ayrıca ele alınmaları gerekiyor.
Kaynak: Yeni Yaşam
