Akademisyen Saraçoğlu: Sığınmacıların siyasi maliyetini AKP artık taşıyamıyor

Türkiye’nin çözüm bekleyen en önemli sorunlarından Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göç, hem iktidarın hem muhalefetin çıkışlarıyla yeniden gündeme oturdu.

Zaman zaman ayrımcı tutum ve söylemleri de beraberinde getiren bu sorunu Ankara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu’yla konuştuk.

Son iki haftadaki demeçlere dikkat çeken Saraçoğlu’na göre AKP Suriyeli mültecileri idare etmenin siyasi maliyetini artık taşıyamıyor.

Fotoğraf: AA

Toplam sayı 5 milyon civarında

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıkladığı rakamlara göre Türkiye’de kayıtlı 3 milyon 768 bin Suriyeli var.

Türkiye 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince nedeniyle Suriyelilere resmi mülteci statüsü tanımıyor. Suriyeliler, ülkede geçici koruma statüsüyle yaşıyor. Ancak bu insanlar uluslararası hukuk uyarınca mülteci olarak kabul ediliyor.

Bunların yanında giriş-çıkış veya ikamet kurallarını ihlal eden, hukuki statüden yoksun, belirsiz sayıda bilinmeyen düzensiz göçmen var. Bunlarla birlikte birlikte toplam sayı tahminen 5 milyonun üzerinde.

‘Göç politikasından söz etmek mümkün değil’

Öncelikle mevcut göç politikası bize ne söylüyor? Ya da şöyle sorayım: İktidarın bir göç politikası var mı?

Öncelikle bir ‘politika’dan ne anlıyoruz bunu netleştirelim. Kastımız bir ülkede yaşayan insanların ortak sorunlarını çözmeye yönelik bir perspektife, bu perspektiften türeyen hedeflere ve bu hedeflere ulaşmak için oluşturulmuş bir stratejiyse bugün bir göç politikasının varlığından bahsetmek mümkün değil.

Göç ve göçmenlerle ilgili ortaya çıkan sorun alanları toplumsal hayatın diğer alanlarındaki dinamiklerden ve sorunlardan yalıtılmış olarak ortaya çıkmıyor. Bu açıdan bir göç politikası, bir ülkede bir arada yaşamanın koşullarına, insanların ortak yararının ne olduğuna dair genel bir perspektiften türeyebilir. Öyleyse öncelikle en genel düzeyde siyasal iktidarın böyle bir genel perspektife sahip olup olmadığını sorgulamamız gerekiyor.

Ben böyle bir perspektif olmadığından, siyasal iktidarın göç/göçmen/mülteci meselesi dahil aklınıza gelebilecek birikmiş pek çok sorun alanına dair uzun erimli bir stratejisinin olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de şu anda toplumun ortak yararı dediğimiz şeyin neyi içerdiğine, bir arada yaşamanın hangi etik-politik değerler üzerine kurulu olduğuna dair devlet tarafından temsil edilen bir paradigma yok. Bu ülkede yaşayan insanların hak ve sorumluluklarına dair yürütme organının gündelik tercihlerini aşan, bu tercihlere yön veren bir bağlayıcı çerçeve yok. Yani içerisinden bir göç politikası türetilebilecek üzerinde uzlaşılmış bağlayıcı ilkeler söz konusu değil.

‘İktidar idare ediyor’

Bir göç politikası yoksa kararlar neye göre alınıyor?

Siyasal iktidar, meselenin değişen dinamiklerine ve ihtiyaca göre bu araçları kullanıp müdahalelerde bulunuyor. Bu müdahalelerin karara bağlandığı ve koordine edildiği Göç İdaresi Başkanlığı var. Göçmen gruplarını belirli kıstaslara göre belirli kategorilere yerleştirip onların Türkiye’deki var olma koşullarını çerçeveleyen kanunlar, düzenlemeler, yönetmelikler var. Hem içeriye hem de uluslararası alana yönelik olarak kullanılan söylemler var. Göçmenlerin ve özellikle de sayısı 4 milyona yakın Suriyelilerin şehir hayatındaki yaşamlarını şekillendiren resmi ya da gayrı-resmi olarak işleyen mekanizmalar var. Fakat bunların yekunu bahsettiğimiz anlamıyla uzun vadeli bir politikaya, bir paradigmaya değil durumu değişen koşullara göre idare edilebilir kılmaya yönelik çabalara denk düşüyor.

Toplam 3,8 milyon kayıtlı Suriyeli nüfusunun neredeyse yarısı 18 yaşın altında; yani toplumsallaşmasının ilk evrelerini burada yaşamış çocuklar. Bu çocuklar ve aileleri bundan beş sene sonra kendilerini neyin içerisinde bulacağını, burada yaşamaya devam edemeyeceğini bilmiyor. Keza bir Türkiyeli yurttaş da yanıbaşındaki Suriyeli ile yaşamaya devam edip etmeyeceğini bilmiyor. 10 senedir hala bu en temel soruların bile yanıtsız kaldığı bir durumda bir politikadan zaten bahsedemeyiz. Yani siyasal iktidarın elinde bir politikadan ziyade sürekli değişen idare mekanizmaları ve araçları var.

‘Ortam kollanıyor’

Son günlerde iktidar çevreleri de geri gönderme söylemini öne çıkardı. Bu söylem değişikliğini nasıl yorumlamalı?

AKP iktidarının, mülteci meselesinde bundan sonraki süreçte içeride zaten fazlasıyla aşınmış toplumsal desteğini daha da fazla kaybetmemeye yönelik hamleler yapacağı anlaşılıyor. Bu hamleler de ancak elverişli bir uluslararası ortamda mümkün olabilir. Görünen o ki iktidar, mülteciler için geri dönüşe yönelik hamlelerin yapılabileceği elverişli bir uluslararası ortamın oluştuğunu düşünüyor.

Nasıl bir elverişli uluslararası ortamdan bahsediyorsunuz?

Ukrayna savaşının seyri pek çok şey yanında Suriye’deki güç dengelerini etkileyecek olması açısından da çok önemli. Rusya’nın bu savaşta beklenenden daha fazla zorlanması ve savaşın yarattığı askeri ve ekonomik maliyet bu ülkenin Suriye’deki iddialı konumunu sürdürmesini zorlaştırabilir.

Son dönemlerde iktidara yakın medyada ve düşünce kuruluşlarında ABD’nin Suriye’de Esad iktidarına karşı sertleşeceğini ve bu sayede Türkiye’nin Suriye sahasında -daha güçlü bir şekilde- yer alabileceğine dair temenniler dile getiriliyor. Böyle bir süreçte, savaşın insani yükünü en fazla üstlenen ülke olma iddiası Türkiye açısından Suriye’de daha müdahaleci bir rol oynamanın zeminini teşkil edebilir. Kısacası iktidar çevrelerinin Esad’sız bir Suriye’ye dair umutları Ukrayna savaşıyla yeniden yeşermiş durumda; ve Esad’sız bir Suriye’ye mültecileri geri gönderip yerleştirmenin ve bu süreç üzerinden Suriye üzerindeki ekonomik ve siyasi nüfuzu arttırmanın mümkün olduğu dillendiriliyor.

Bu beklentinin ne kadar gerçekçi olduğunu yine bekleyip göreceğiz. Ben Suriye içindeki dinamiklerin karmaşıklığı ve öngörülemezliği düşünüldüğünde iktidar açısından böylesine bir ideal tablonun yakın zamanda ortaya çıkabileceğini sanmıyorum.

Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği’nin ‘geri göndermeme’ ilkesi zaten Türkiye’yle yapılan 2016 anlaşmasıyla fiilen akamete uğramıştı. Böyle bir durumda Türkiye’nin yapacağı olası bir ‘gönüllü geri gönderme’ hamlesini evrensel insan/mülteci hakları temelinde caydıracak-mahkum edecek bir uluslararası ortam söz konusu değil.

‘AKP, mültecilerin siyasi maliyetini artık taşıyamıyor’

Bir yandan da sığınmacıların AB ile ilişkilerde pazarlık unsuru ve ucuz iş gücü olarak kullanıldığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Geri dönüş söylemi bu faydalardan feragat etmek anlamına gelmez mi?

Pek çok kimsenin ‘külfet’ olarak gördüğü Suriyeliler özellikle de kırılgan, küçük ve orta ölçekli emek-yoğun sektörlerde sermaye sahiplerinin güvencesiz emek ihtiyacını karşıladı. Bazı sektörlerde sermaye sahipleri Türkiye’deki yerli işçilere dayatamayacağı derecede zorlu çalışma koşullarını emek süreçlerine dahil edebildi; bu koşulları yaygınlaştırarak belirli sektörlerde Türkiyeli emekçilerin de taleplerini baskılayabildi.

Ayrıca dediğiniz gibi bir de göçmen ve mültecilerin uluslararası politikada bir ‘ayar’mekanizması olarak araçsallaştırılması mevzuu var. Fakat bugün toplumda giderek artan ve kontrol dışına çıkma emareleri gösteren bir yaygın göçmen/mülteci karşıtlığı söz konusu. Ve bunun AKP iktidarı için olası siyasi maliyeti mültecilerin sağladığı ekonomik ve ‘diplomatik’faydayı aşacak boyutlara erişmiş görünüyor. Giderek sıklaşan şiddet vakaları ve Altındağ’daki gibi pogrom girişimleri, toplumun her kesimine yayılmış keskin bir ‘Geri yollayın’ baskısı siyasi iktidarı sıkıştırıyor. Üstelik, bu halet-i ruhiye, Zafer Partisi gibi siyasal sözcülerine de kavuşmuş durumda. Bunların tümü AKP’nin Suriyeli mültecileri idare etmenin siyasi maliyetini artık taşıyamayacağına işaret ediyor.

Bunun da ötesinde böylesine kör bir düşmanlık ve kitlesel şiddet eğilimi her an kabarmaya namzet, herhangi bir güç öbeğinin provokasyonlarına açık, yönetmesi zor bir havanın varlığına işaret ediyor; bunun devletin güvenlik aygıtları tarafından da ciddi bir risk olarak okunduğunu düşünüyorum.

‘Kaybetme’ hissi mülteci karşıtlığında etkili

Mülteci karşıtlığının temelinde sizce neler var, bu karşıtlığa nasıl bakmak gerekiyor?

Mülteci karşıtlığı bugün tüm dünyada kontrolsüz bir şekilde yükseliyor. Farklı biçim ve derecelerde ortaya çıkıyor olsa bile ortak bir endişeden beslendiğini söylemek mümkün: O da geçmişte mevcut olduğu varsayılan refah, birlik ve uyumun mültecilerin/göçmenlerin gelmesiyle kaybolduğu düşüncesi. Bu kaybetme endişesini hissedenlerin tepkilerini yanlış bir adrese, göçmenlere yönlendirmesi, endişeye yol açan kaybetme halinin tamamen evham olduğu anlamına gelmiyor. Son 40 yılda insanlar dizginsiz piyasa koşullarının belirsizliği karşısında kendilerini koruyacak sosyal güvenlik mekanizmalarından mahrum kaldığı bir süreci deneyimledi. Genç kuşaklar kendileri için, eski kuşaklar da çocukları için öngörülebilir bir geleceği kurmaya yönelik güçlerini ve iradelerini aşama aşama kaybetti.

Türkiye’deki mülteci/göçmen düşmanlığının bu kadar yaygınlaşmasında da bu sürekli bir şeyleri kaybediyor olma hissinin önemli bir rol olduğunu düşünüyorum. Fakat Türkiye’nin kendine has dinamiklerinin buradaki mülteci-göçmen karşıtlığına bazı özgül biçimler verdiğini unutmamamız gerekiyor. Türkiye’de bahsettiğimiz kaybetme duygusu yalnızca son 40 yılda yaşanan ekonomik tahribatla ilgili değil; aynı zamanda AKP iktidarı döneminde ideolojiler ve değerler alanında yaşanan ciddi kaymalar ve sarsıntılarla da ilgili. O yüzden mülteci/göçmen karşıtlığı ekonomik güvensizlik yanında bu ideolojik dönüşümlerin toplum içerisinde yarattığı ‘kaybetme’ endişelerini de içerisinde barındırıyor. Bu açıdan mülteci/göçmen karşıtlığı Türkiye’de farklı saiklerle ama neredeyse bütün sınıfsal tabakaları kesen bir ortak ‘Geri dönsünler’ feveranı içerisinde kendisini gösteriyor. Patronu karşısında eski pazarlık yapma gücünü kaybeden yoksul bir işçiden de duyabiliyorsunuz bunu, sokakta eskisi gibi rahatça yürüyemiyorum diyen bir genç kadından da. Kimisi Suriyelilerin varlığını seküler toplumsal yaşamın İslamcılık tarafından daraltılmasının alameti olarak okuyor; kimisi de Türklük üzerine kurulu hakim millet anlayışına yönelik bir komplo gibi görüyor.

Bu karşıtlığın özel olarak yoğunlaştığı bir kesimden bahsedebilir miyiz?

Bu karşıtlık Türkiye toplumunun diplomalı, kentli ve seküler kesimleri arasında kendisini daha keskin ve yaygın bir şekilde gösteriyor. Bunun ülkemizdeki mülteci profiliyle bağlantılı olduğunu teslim etmemiz gerekir. Türkiye’deki Suriyeli mülteci profili Türkiye toplumunun genel yapısından hem kültürel hem de eğitim düzeyi açısından farklı özellikler arz ediyor. Türkiye’ye gelenler arasında katı muhafazakar yaşam kodlarının, ataerkinin çok baskın olduğunu biliyoruz. Suriyeliler arasında herhangi bir diplomaya sahip olmayanların oranı yüzde 25 olarak tahmin ediliyor. Türkiye geneliyle kıyaslandığında Suriyelilerin eğitim düzeyinin yerli nüfusa göre düşük olduğu ortada. Türkiye toplumunda da buna yakın bir profile sahip milyonlarca insanın bulunduğu, hatta bunların çoğunluğu oluşturduğu söylenebilir. Ama zaten bahsettiğimiz kentli, seküler, diplomalı kesimler Türkiye toplumu içerisindeki bu ‘profil’le her zaman gerilimli bir ilişki içerisindeydi ve AKP döneminde bu gerilimin politikleşerek kemikleşmiş bir karşıtlığa dönüştüğünü biliyoruz. Seküler şehir yaşamına uyumsuz olmakla kodlanan bu özelliklerin etnik farklılığı kolaylıkla ayırt edilebilecek ‘yabancılar’ tarafından kent hayatında belki daha katı halleriyle ifade edilmesi bu kesimlerin zaten var olan kent mekanını kaybediyor olma hissini iyice alevlendiriyor.

‘Irkçı’ diyerek köprüleri atmamalı

Peki bugün geçtikçe yoğunlaşan mülteci karşıtlığı ve şiddet vakaları karşısında nasıl bir tavır almalı?

Mülteci karşıtlığı toplumun her kesimi tarafından sosyal medyada da görebileceğimiz gibi kendisini en kaba biçimleriyle ifade ediyor. Ne siyasal iktidar ne de ana muhalefeti oluşturan partilerin bu artan düşmanlığı frenlemek gibi bir derdi yok. Tersine hepsi mültecileri bir yük, bir dert olarak sunan söylemlerle sorumsuzca bu karşıtlığı iyice perçinliyorlar. Daha önemlisi ise başta da söylediğimiz gibi AKP iktidarının Suriyelilerin bu ülkedeki geleceklerine dair Türkiye toplumuna sunduğu bir plan, bir projeksiyon yok. Giderek köpüreceği, yaygınlaşacağı çok belli bu düşmanlığı hiç değilse hafifletmeye yönelik merkezi bir programın, stratejinin olmadığı bir durumda çözümün çok zor olduğunu söylemeliyim.

Bu düşmanlık hali ne yazık ki azaltılabilir ya da önlenebilir bir noktadan yavaş yavaş çıkıyor. Şiddetin bir nüfus üzerinde bu kadar kolay ve yoğun bir şekilde bir sınırlama olmaksızın uygulanabilmesi o grubu artık başka hiçbir gerekçeye ihtiyaç duymaksızın değersizleştiriyor. Her şiddet vakası ve buna eşlik eden sessizlik mültecilerin bu toplumda istenmeme, bir fazlalık olma halini insanların kafasına iyice kazıyor. Yani artık başka hiçbir gerekçeye ihtiyaç olmadan Suriyelilik istenmemeyle özdeşleşiyor.
Fakat yine de özellikle bu konudaki duyarlı sol siyasetin hala yapabileceği bazı şeyler olduğunu düşünüyorum.

Mülteci karşıtlığının en temelde bir kaybediyor olma hissinden beslendiğini söylemiştik. Öncelikle mülteci karşıtlığından rahatsız olanlar, bu karşıtlık içindeki kesimlere ‘ırkçı’ diye öfkelenerek onlarla köprüleri atmamalı, tersine bu kesimlere kayıpların asıl sorumlularını ısrarla hatırlatmalı ve kayıpları yaratan koşullar karşı ortak bir siyasal mücadele ekseni geliştirmenin yollarını aramalı. Zira bu kayıp hissinin Suriyeli karşıtlığında sabitlenmesini önlemenin yolu kayıpların asil sorumlusunun kimler olduğunu siyaset içinde görmek ve göstermekten geçiyor.

Kaynak: DİKEN – TUĞBA ÖZER

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…