
Bundan tam 81 yıl önce bizzat Stalin tarafından görevlendirilen bir ajan Lev Davidoviç Troçki’yi buz baltasıyla öldürdü. Troçki Petrograd Sovyetinin başkanı, Bolşevik Parti Politbüro üyesi, Kızıl Ordu’nun kurucusu ve komutanıydı. Lenin’in ölümünden sonra Stalin’in yönettiği Bolşevik Partiye karşı bir “işçi ayaklanması örgütlediği” gerekçesiyle, sürgün edildi. Ölümüne kadar, dünyanın bir ucundan öbür ucuna sürüklendi ve gittiği her yerde Enternasyonal’in ve devrimci önderliğin inşası için mücadeleye devam etti.
Troçki’nin bugün devrimci – Marksist gelenek içindeki önemli yerine hem bir kuramcı hem de devrimci önder olarak iadesi, Marksist düşünce ve kuramdan kopuşları birincisi anlamayı, ama daha önemlisi hesaplaşmayı gerektirir.
1890’lardan itibaren Alman Sosyal Demokrasisi’nin temsilcileri Lasalle- Bernstein ve Kautsky ile başlayan kopuşlar, Stalin ve benzerleri ile yeni bir noktaya ulaşmıştır. Başarısız Alman Devrimi’nde Rosa Lüksemburg ve Karl Liebneckt ile birlikte çok sayıda işçinin canına ve insanlığın ortak kurtuluşunun en önemli adımlarından birinin sekteye uğramasına mal olan Alman Sosyal Demokrasisi de gerçek Marksizmi temsil ettiğini iddia etmekteydi. Enternasyonal sosyalist hareketin bu bozgunculara ve savaş çığırtkanlarına verdiği cevap, II. Enternasyonal’i geride bırakarak yeni bir enternasyonali, Üçüncü Enternasyonal’i kurmak oldu.
Troçki ve Stalin arasında imiş gibi görünen, oysa Marksizmin en gerici, bürokratik ve özgürlük karşıtı, totaliter yorumu ile Marksizmin devrimci – özgürlükçü yorumu arasındaki savaş da, Troçki’yi ve onunla beraber hareket eden uluslararası devrimci hareketi, III. Enternasyonel’i terk ederek IV. Enternasyonal’i kurmaya yöneltti. Troçki’nin ölmeden hemen önce son sözleri de; “”Dördüncü Enternasyonal’in zaferinden eminim, ileri!” olmuştu.
Troçki sadece devrimin bürokratik dejenerasyonuna karşı mücadele etmiyordu, aynı zamanda faşizm ve kapitalizme karşı da zorlu bir mücadele veriyordu. Bu üç mücadele onun için birbirinden ayrıştırabilir de değildi. Nitekim, faşizmin kapitalizmin şiddetli bunalımına işçi sınıfı hareketini ezmek için küçük burjuvaziye dayanan bir kitlesel hareketle de cevap vermek için türemiş bir aşama olduğunu, Alman komünistlerinin savunduğu sosyal demokrasi ve faşizmi madalyonun iki ayrı yüzü olarak gören “üçüncü dönem” politikasının aksine, ona karşı sosyal demokratlarla birlikte, birleşik cephe içinde mücadele etmek gerektiğini; Stalinist bürokrasiye karşı mücadelenin kapitalist restorasyon tehlikesine karşı da bir mücadele olduğunu; ilerlemeci bir anlayış içinde devrimin kaçınılmaz gelecek olduğu fikrini savunanlara karşı iradenin rolünü; “geri kalmış” ulusların önce kapitalizm aşamasından geçmesi gerekir diyenlere karşı eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının bir sonucu olarak devrimin her zaman her yerde mümkün olduğunu; enternasyonalist bir proleter demokrasisini ve geçiş programını savundu. Yaşamının son yıllarını “yaşamının son yılları” yapan da, kendisini işçi sınıfının yerine koymaya çalışan parti aygıtına karşı verdiği amansız mücadele ve SBKP’nin kendi uydusu haline getirdiği Üçüncü Enternasyonal’in çürümesine karşı Dördüncü Enternasyonal’i inşa çabası oldu.
Troçki, gerçek bir sürgün gibi, sürgün edildiği ilk yerde oturup olan biteni görmezden gelseydi, Kızıl Ordu Komutanı ve Petrograd Sovyeti Başkanı olarak resmi tarihteki yerini alacaktı belki. Ama o zaman, şu anda Marksizm içindeki çarpıtma ve illüzyonlara karşı mücadele edenler, bu kadar tetikte olmayabileceklerdi. Şimdi bile, Troçkizmi bir sapma ilan edenler; dünya devrimi fikrini olanaksıza yapılan boş yatırım, proletaryanın özyönetimini “gerçekleşmesi olanaksız olan” anlamında ütopya ilan edenler; Sovyet Devrimi’nin en önemli liderlerinin birinin hayatının belirli bir noktasında (ve muhakkak ki devrimden sonra) “saplandığı” bu fikirlerinin yanlış olduğunu düşünerek kendilerini rahatlatabiliyorlar. Ya da, “iyi bir askerdi, ama iyi bir lider olamadı”, diyebiliyorlar. Ya da, menşevikler ya da Sol SR’ler tarafından kandırıldığını, yahut aslında bunlardan bir tanesiyken, Kızıl Ordu komutanı olarak “tesadüfen” doğru işler yaptığını ileri sürebiliyorlar. Troçki’nin SSCB’nin resmi ajanı tarafından öldürülmesini sorgulamıyorlar. 1938 Moskova Duruşmaları’nı, 1917’deki Merkez Komite’nin Stalin, Kalinin ve Molotof hariç tamamının öldürüldükten sonra dahi itibar suikastine uğratılmasını sorgulamıyorlar.
Bugün Troçkist olmak Sovyetler Birliği yıkılınca geride kalan bir mesele, bir hesaplaşma vb değil. Troçkist olmanın sadece Stalinist olmamaya indirgenebilecek bir tarafı da yok. Bugün Troçkist olmak, devrimin güncel ve stratejik sorunları hakkında 1840’lardan itibaren Marx ve Engels tarafından başlatılan tartışmanın ana aksında kalmakta ısrar etmek demek. Ama Troçkist olmak, “Troçki peygamberdir, ne yapsa yeridir”, demek de değil. Çünkü her şeyden önce Marksist olmak asla bir tapınma pratiği değil. Marksist (ya da Troçkist) olmak, “tarihsel ve diyalektik materyalist yönteme ve devrime sadık iradeci bir ütopist” olmak demek biraz.
Açayım:
Dönemin “sosyal demokratları”[1] Troçki’nin sürekli devrim kuramını ütopik bulurdu. “Toplumsal gelişimin nesnel yasaları” Rus Devrimi’nin öncelikle anti-feodal bir devrim olmasını gerektiriyordu. Onlara göre bu devrim, kuşkusuz demokratik ve mutlakiyet karşıtı bir karakter taşıyacaktı. Troçki ise sosyalist bir devrim öngörerek, “imkansızı” istiyor ve Rus Devrimi’nin geleceğini tehlikeye atıyordu. 1917 Ekiminde sosyal demokratların çoğunun imkansız olarak nitelediği tarihin ilk proleter devrimi gerçekleşti. Troçki Kızıl Ordu komutanıydı ve haklıydı: Aşamalı bir devrimsel süreci gerektirecek sarsılmaz bir tarih yasası yoktu. Özünde bütün umutları varolmayan bir liberal burjuvaziye bağlamaktan daha gerçekçi bu fikrin / öngörünün bir ütopizm olmadığı, arkaik yaşam dünyasını endüstriyel modern yaşamla yan yana getiren eşitsiz ve bileşik bir gelişim yasasına tabi olunduğu Ekim Devrimi’nin aynasından görülen şeydi. Ancak inkar devam etti. Bu kez de Ekim Devrimi, tarihte bir sapma olarak nitelendirildi.
Bu sadece Ekim Devrimi’nde tarihin kimi haklı çıkardığına dair bir tartışmaydı ve Troçki haklıydı gibi basite indirgenebilecek bir tartışma da değil. Bu tartışma, devrimci örgütün / partinin görevleri konusunda yürütülen tüm güncel tartışmalara da yön verecek bir farklılığa işaret ediyor. Tam bu noktada Troçki aynı zamanda Sosyal Demokrasi ve İkinci Enternasyonal’in pozitivist Marksizminden bir kopuşu, aslında Marx’a bir geri dönüşü temsil ediyor. Ona göre; “ilerleme çizgisi, bir eğri çizgi gibi zikzaklıdır” (Troçki 2000, 283). Sosyalizm, tarihin doğa yasalarının kaçınılmaz bir ürünü değildir ve işçi sınıfı tarih sahnesinin arkasında zamanının gelmesini beklemez. Bu nedenle, Troçkist olmak, “geliyor gelmekte olan” düşüncesiyle istihareye yatıp devrimin geleceği günü beklemek değil, tüm zikzakları ile tarihin akışını değiştirmek için işçi sınıfı hareketi içinde mücadele etmek demek.
Burada “iradeci” kısmına geliyoruz: İşçi sınıfı “kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsü” olarak devrimi yapar (Troçki 1998, 7). Devrim, geçmişe doğru bir kaplan sıçrayışıdır. Elinden alınanların, başta özgürlük olmak üzere, geri alınmasıdır.
Devrim, elinden alınanların proletaryanın öncü örgütü tarafından kitlelere geri verilmesi de değildir. Devrim, bu bağlamda otoriter değil liberter ve tam anlamıyla demokratik bir ütopyadır. Devrim oluyorsa, tarihi artık onun erbapları değil, kitleler yapmaktadır. Demokrasinin sınıflı bir pratik olduğunu Marx’tan beri biliyoruz, ancak proletarya demokrasisine itibarını geri kazandırmak için yine bizler mücadele etmek zorunda kaldık. Kaustky’nin Paris Komünü’ne küçümseyerek yakıştırdığı “genel oya dayalı arı demokrasi” tanımlaması Lenin tarafından safsatacılık diye eleştirilmeden önce de, Marx tarafından taktikleri tekleştirip devrimci yöntem pazarlayanların eleştirisi olarak ortaya konmuştu. Bugün Troçkizm, belirli bir tarza ibadetin, ezberin değil, tüm toplumsal / ekonomik / siyasal koşullar göz önünde bulundurarak verilen deneyime dayalı kararların dönüştürücü gücünü esas almaya devam ediyor.
Demokrasi, proleter demokrasisine olan tam inanç ve bu bağlamda otoriter pratiklerle bürokrasinin eleştirisi, halen kendilerine Troçkist denenlerin en ayırd edici noktası olmayı sürdürüyor. Siyasi farklılıkların duyulamaz noktaya gelmesi, iç tartışma kültürünün yerini tahammülsüzlüğün alması, bütün bunları sağlamak için Marksist olmayı bilinçli bir tercih yerine bir din haline getirmek, böylelikle de liderliğe tapınmayı sürekli kılmak için verilen olağanüstü çabaların inşa gerekliliklerinin önüne geçmesi, tartışma ve iknaya, özgür iradeye değil imana dayalı siyasal kültür hiçbir şekilde dönüşümü sağlamayacaktır. Hatta bizzat kendisi dönüşümün önünde engeldir, çünkü statükoya tapmaya dayanır. Bugün Troçkizm “bölünerek çoğalmakla” eleştirilse de, kendi kurduğu / kurma potansiyeli olan bütün statükolara karşı alarm halinde olan devrimciliği temsil ediyor.
Marksizm, Marksistler için sürekli hareket halinde bir düşüncedir. Devrimci, yeni tarihsel olgularla başa çıkabilmek için sürekli bir dönüşümü göze almak zorundadır. Bunun için de deneyime, yeni fikirlere, yeni yorumlara; özgürlüğe ihtiyaç duyar. Marx’ın kendisi de Althusser’in “epistemolojik kopuş” tanımlamasına yol açacak kadar keskin virajlar dönmüştür. Troçki de Ekim Devrimi ile ilgili özeleştiri vermiştir. Lenin’in Marksizm anlayışı da Materyalizm ve Ampriyokritizm’le Felsefe Defterleri’nde aynı değildir. Troçkizm, sürekli devinen bir düşünce olarak Marksizmin en ayırd edici özelliği olan diyalektik ve tarihsel materyalizme körü körüne sadık kalıyor.
Yeni toplumun bir kurulum kılavuzu yoktur zaten. Troçki’nin dediği gibi; “Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıflarının önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır.”[2] Bugün Troçkizm, tarih boyunca önderin devrim yaptığını ertesi gün öğrenen kitleler mitinin gerçek olmadığını haykıranları saflarında topluyor.
Toplumsal dönüşüm planı değilse de, “geçiş programı” bir sosyalist hareketin elinde, kitlelere sunduğu en temel inandırıcılık cetvelidir. Troçki tarafından hazırlanan ve 1938 yılında IV. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde kabul edilen geçiş programı, kitlelerin günlük mücadeleleri içerisinde yükseltecekleri talepleriyle ve sosyalist devrim programı arasındaki köprüyü kurmaları için yardım eden bir araçtır. Bu köprü geçiş talepler sistemini içerir. Gene bu köprü; mevcut koşullardan ve proletaryanın en geniş kesimlerinin mevcut bilincinden hareketle oluşturulacak bir geçiş talepleri sistemidir ki, kaçınılmaz bir biçimde tek ve aynı hedefe varır: İktidarın proletarya tarafından fethine… Böylece gündelik mücadeleler ile sosyalizm mücadelesini birbirine bağlayan çok temel bir görevi görür. Nitekim Troçki, geçiş programının bütün hayatı boyunca yaptığı en önemli çalışma olduğunu ifade etmiştir. Gerçekten de, kitle hareketlerinin ve işçi sınıfının önüne gündelik görevlerle sosyalist görevleri birbirine bağlayan, gerçekçi ama yapılması kapitalizmi aşmayı gerektiren hedefler koymak, hem çok güçlü bir teşhir, hem de bilinç düzeyinde yabancılaşmayı kırmanın en önemli aracı olabilir. Bugün hala Troçkizm, hedefleri kendisinin ve işçi sınıfının önüne koymayı, başka bir dünyanın nasıl görüneceği ile ilgili bir perde açmayı sağlıyor.
Faşizme karşı birleşik işçi cephesi önerisi bir yanda dururken, Stalinistlerin Avrupa’nın dört bir yanında kurdukları “halk cepheleri” sosyal demokrasi ile kol kola, işçi sınıfının temel haklarının Komünist Partileri yedeklemiş sosyal demokratlar tarafından yutulmasına vesile oldu. Devrimci yükseliş koşulları düzenin savunulması uğruna boşa harcandı. İspanya’da, Fransa’da bu oldu. Bugün Troçkizm, gerici bir iktidarın karşısına çıkarılan fakat onun kadar gerici olmayan bir başka odak için işçi sınıfının temel mücadelesini belirli olduğu düşünülen bir süre için bile kenara koymamak gerektiğini öğretiyor.
Bizler, Stalinist karşı-devrimin yanında saf tutmayı reddeden ve fikirleri Stalin’in onları yok etme teşebbüsünden kaçabilsin diye mücadele eden devrimci Marksistler, hala Marx’ın, Lenin’in, Gramsci’nin, Luxembourg’un, Troçki’nin izini takip ediyor, devrimin -ve dolayısıyla örgütün- güncel ve enternasyonal, demokrasinin de proleter olması için mücadele ediyoruz.
[1] İkinci Enternasyonal ayrışmasına kadar bugün bildiğimiz Marksistler kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlamaktaydı.
[2] Rus Devriminin Tarihi, Önsöz.
Kaynak – Siyasihaber
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()