İspanya’nın Madrid kentinde yapılan COP25 iklim zirvesinde 196 ülkenin temsilcilerinin bir araya geldiği zirve sonuçları ‘dağ fare doğurdu’ sözünü anımsatır nitelikte. Yapılan tartışmalar, özellikle uluslararası karbon pazarlarına dair mekanizmaları çerçeveleyen kurallar üzerinde yoğunlaştı ve tıkandı. Temiz havanın ticari bir meta olarak alınıp satılmasını sağlayan karbon borsaları şirketlere yeni kâr mekanizmaları doğurduğu buna karşın termik santraller gibi üreticilere ise ek yükler getiriyor olması tıkanmanın asıl nedeni.
Şu anda dünya, bütün doğal kaynakların tükenmeye başladığı son derece tehlikeli bir sürece gidiyor. COP25’te tıkanmaya yol açan sorunun karbon bor saları olması kapitalizmin sinekten yağ çıkarma hedefini gösteriyor. Karbon borsaları Kyoto Protokolü’yle kuruldu. CDM (Clean Development Mechanism) diye bir mekanizma oluşturdular. Dünyadaki karbon salınımını borçlu ve alacaklı ülkelere göre belirliyorlar. Alacaklı ülkeler az gelişmişler, borçlu olanlar da çok karbon salanlar, en sanayileşmiş ülkeler. Alacaklı ülkeler borcu olanlardan karbon kredisi alacak ve bu krediyi ödemek yerine gelişmiş ülkeler geri bıraktırılmış ülkelere yenilenebilir enerji yatırımları yapacaklar. O sayede borçlarını azaltıyorlar ve borsalara 2007’de girmeye başlayan karbon ticaretinin hacmi 2018 yılında 250 milyar dolara ulaştı.
Atmosferde karbon oranı arttıkça temiz hava azaldıkça borsalardaki kredi fiyatları yükseliyor. Karbon borsası teknik bir isim olarak belirlenmiş ve halkların algısında iyi bir şeymiş gibi sunulmakta. Ormanların bir meta haline getirilmesi karbon ticaretinin en önemli parçası. Karbon kredilerinin mekanizmasında HES’ler önemli bir yer tutar. BM’nin yenilenebilir olarak belirlediği HES, RES, GES, JES, Biyo yakıtlar bu mekanizma içinde değerlendirilirken, bu yatırımlar karbon kredisi kazandırır. Kyoto Protokolü’ne göre sadece ekonomik vasıf yani yağmaya açılmış olan göller, nehirler ve diğer doğal varlıklar karbon kredisine hak kazanabiliyor. Örneğin, Amazon ormanlarının halen metalaşmamış olan doğal alanları bu mekanizma içinde yer almazken, ormanların yakılıp biyo yakıt amaçlı açılan tarlalar bu kapsamda değerlendirilmektedir.
Kapitalizmin yarattığı ekolojik yıkıma karşı, doğayı kirletmeyen üretim biçimleri ve enerjilerin savunulması mantıklı bir tavırmış gibi görünse de yenilenebilir enerji tanımının tüm doğal alanları (su kaynakları ve ormanlar vb.) içermesine karşın toplumsal hareketlerin bir kısmının bu süreci savunuyor olması şaşırtıcı. Bugün halen etkisini sürdüren ve üretim tarzına odaklanan bir karşıtlık kapitalist sürecin ancak bir parçası olabilir. Kyoto Protokolü sonrasında protokolü imzalamayan Türkiye gibi ülkelerde büyük kampanyalar düzenlenmiş ve halkların ‘temiz enerji’ savına eklemlenmesi hedeflenmiştir.
Kapitalizm koşullarında enerjiye duyulan ihtiyacın kökenini ve kapitalist üretimin bizzat kendisini sorgulamak yerine üretim biçimine yönelmek kapitalizmin tam da istediği ve örgütlemeye çalıştığı bir tutumdur. Kapitalizm için sadece bir ham madde deposu olan doğal alanların artık bu süreci kaldırma koşulları ortadan kalkmıştır. Bu gerçeği gören kapitalizm, kendi varlığını tartışmaya açtırmamak ve süreci uzatmak adına ‘yenilenebilir, sürdürülebilir’ gibi kavramlara sarılarak halkları, ortaya koyduğu sürece eklemleyerek yeni bir sermaye birikim yolunun uzun süredir taşlarını döşerken ömrünü uzatmak istiyor
Kaynak: Yeni Yaşam
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()