Herhalde kimse önce Meclis açılış resepsiyonunda ardından da grup toplantılarında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti’nin ‘varlığını’ tanımasını, Kürt sorununa ilişkin Kürtlere ‘barış eli’ uzatmasını tahmin etmiyordu.
2000’li yıllardan beri hem siyasi ezberleri bozan hem de toplumu çeşitli dönemlerde hayrete düşüren Bahçeli’nin bir sonraki hamlesini çözmek kolay değil. Yani geçtiğimiz hafta Kürt sorununun çözümü için Abdullah Öcalan’ı işaret eden, DEM Parti ile el sıkışan Bahçeli, bakarsınız bu hafta sert konuşabilir. Bahçeli’nin siyasal iletişimini bir kenara bırakıp, yeniden gündem olan Kürt sorununun çözümü noktasındaki ‘süreç’tartışmalarına gelelim.
Malum Bahçeli bir ‘el’ attı ancak şimdiye kadar, en azından resmiyete dökülmüş, kamuoyunu aydınlatan “Evet, bir süreç yaşanıyor” açıklaması gelmedi. Yaşananlara DEM Parti cephesi, “Ne oluyor biz de bilmiyoruz” derken, iktidar kanadından Cumhurbaşkanı Danışmanı Mehmet Uçum, “Bir daha çözüm süreci olamaz” dedi.
Ama Bahçeli’nin DEM Parti açıklamalarına Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ‘onay’verdi. Yani destekledi. Muhakkak bir kamuoyu yoklaması da yapılıyordur ancak olası bir ‘süreç’ nasıl olacak? Özellikle AKP döneminde 2007-2011 ve 2013-2015 yıllarında denenen ‘Kürt sorununun demokratik çözümü’ noktasında sonuç pek hayırlı bitmedi…
Kürt sorununun hem demokratik hem de barışçıl çözümü noktasında PKK ne yapmalı? Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecrit devam ederken bu sorun nihayetine erdirilir mi? DEM Parti ne yapmalı? Ve muhalefet… CHP nasıl pozisyon olacak? Bölge siyasetini iyi bilen siyaset bilimci Dr. Cuma Çiçek Diken’de Onur Öncü’nun sorularını yanıtladı.
Bahçeli’nin çıkışının ani olduğu kanaati içerisinde değilim. Zaten Mayıs (14-28 Mayıs 2023) seçimlerinden sonra özellikle AK Parti ama onun da içinde olduğu Cumhur İttifakı ile DEM Parti arasında çeşitli yoklamalar vardı. Dolayısıyla bu işin başlangıcı bence mayıs seçimlerinin sonrası.
Başlangıç mayıs seçimleri sonrası. O seçimlerden sonra hem hükümet ve devlet nezdinde bir değişim oldu hem de Kürt siyasetinin politikasında radikal bir değişim oldu. Kastım şu; Mayıs seçimlerine kadar DEM Parti’nin temsil ettiği Kürt siyaseti, çok kabaca söylersek, Erdoğan’ın kaybetmesine yatırım yaptı. Çünkü 2013-2015 çözüm sürecinden sonra mesele yeniden bir ‘terör’ ve ‘güvenlik’ meselesi olarak çerçevelendi. Kürt siyaseti meşru sahanın dışına iten bir siyaset izlendi ve HDP/DEM Parti Türkiye siyasetinden dışlandı. Ama mayıs seçimlerinden sonra baktığımızda, devlet cephesinden bir eğilim değişimi oldu.
Esasında devlet 15 Temmuz’dan (2016 darbe girişimi sonrası) sonra bir türbülans içerisine girdi. Buna bir devlet krizi de diyebiliriz. Ama mayıs seçimlerinde esasında Erdoğan, ama temsil ettiği Cumhur İttifakı bu türbülanstan çıktı ve ‘kavgayı’ kazandı. Evet, mayıs seçimlerinde ciddi oy kaybı yaşadı ama Erdoğan ikinci kez de Başkan oldu. Dolayısıyla devlette hâkim olan o sekiz yıllık türbülans ve güvensizlik kısmen aşıldı.
Kürt siyasetinde ise sekiz yıldır beklenti; Erdoğan’ın kaybetmesi ve Türkiye’de hükümetin değişmesiydi. Kürt siyaseti sekiz yıl boyunca bu siyasetin peşine düştü. Ve son 2-3 yılda, özellikle mayıs seçimleri döneminde, CHP’nin liderlik etmiş olduğu Millet İttifakı’na da bir açık çek verdi DEM Parti geleneği. Çünkü buradan birinci beklenti Erdoğan’ın gidişiydi ve hükümetin değişmesiydi. İkinci beklentisi ise kendisinin de içinde yer aldığı geniş bir demokrasi bloğunun ortaya çıkmasıydı.
Ama mayıs seçimlerinde Kürt hareketi şöyle bir tabloyla karşı karşıya kaldı; Bir, Erdoğan gitmedi. Yani seçimleri kazandı. Ciddi bir kayıp yaşamakla beraber… İki, muhalefet cephesinde kendisinin içinde yer aldığı bir demokrasi bloğu ortaya çıkmadı. Kürt siyaseti muhalefet bloku içerisinde yer alamadı, yani Cumhur İttifakı gibi Millet İttifakı da DEM Parti’yi dışladı. Kapsayamadı, dışarıda tuttu. Ama ondan daha önemlisi, DEM Parti içerisinde olmasa da, daha doğrusu o dönem HDP, HDP içerisinde olmasa da kalan muhalefet cephesinde bir demokrasi bloğu oluşmadı. Yani bu blok bir demokratik karakter kazanamadı. Zaten mayıs seçimleri sonrasında dağıldı.
Dolayısıyla sekiz yıllık Kürt siyasetinin iki ana beklentisi boşa düştü. Seçimlerden sonra Kürt siyaseti esasında bir üçüncü yol arayışına girdi. Yeniden belli ölçülerde AK Parti ile temasın yollarını aradı. Aslında bugün geldiğimiz noktanın başlangıcı mayıs seçimleri… Hatırlarsınız yerel seçimlerin yapıldığı mart seçimlerinde bu temaslar yoğunlaştı. Özellikle İstanbul seçimleri üzerinden… Bu dönemde çok açık bir diyalog sağlandı.
Kürt siyasetinin deneyimli ismi Leyla Zana, 7-8 yıllık bir sessizlikten sonra siyaset sahnesine döndü. İstanbul’daki Kürtlere ‘kendinize oy verin’ çağrıları yapıldı. Ardından Başak Demirtaş’ın adaylık tartışmaları. Sonra Meral Hanım’ın aday olması… Esasında yerel seçimlerde son haftaya kadar İstanbul seçimleri üzerinden zaten DEM Parti ile AK Parti arasında bir müzakere ve diyalog sürdü. Ama o dönem yerel seçimlerde bir mutabakata varamadılar. Dolayısıyla DEM Parti -kendi adayını çıkarmakla beraber- Ekrem İmamoğlu’nu destekledi. İmamoğlu, İstanbul seçimlerini kazandı. Ama o zaman masa tamamıyla dağıtılmadı. Şu an bugünden baktığımda görebildiğim, o gün taraflar geçici olarak masadan çekildi ama masayı dağıtmadılar.
Şimdi Bahçeli’nin çağrısıyla açılan yeni sayfada biraz mart seçimlerinde ara verilen görüşmelerin devam etmesine dair bir eğilim olduğunu görüyorum. Burada iki temel mesele var. Bunlardan birincisi dış politika. Yani biraz bölgedeki gelişmeler, İsrail’in Gazze’ye saldırısı. Bir diğeri de 2028 seçimleri ve anayasa tartışmaları.
Cumhur İttifakı’nın oy kaybı yerel seçimlerde de devam etti. Orada ciddi bir kayıp var. Ve bu kaybın da altında yatan temelde bir siyasi kriz var. Zira Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tam olarak oturmadı. Muhalefetin buna karşı direnci devam etti ve şu an Türkiye’deki siyasi kriz sürüyor. Ama bu siyasi krize yaklaşık iki yıldır ağırlaşarak eşlik eden derin bir iktisadi kriz var. Yine bunlarla ilişkili olan ama aynı zamanda dış politikayla bağı olan ve mayıs seçimlerinden bu yana öne çıkan sığınmacılar meselesi var. Sığınmacılar meselesi hem dış politikayla ilişkili ama aynı zamanda 2028 seçimlerine ilişkili. Zira Cumhur İttifakı 2028 seçimlerine sığınmacılar meselesinde mevcut durumla girme şansı yok. Girerse muhtemelen kaybedecek. Dolayısıyla burada da bir değişim ihtiyacı var.

Bahçeli’nin hamlesiyle birlikte bir ‘diyalog’ zemini oluştu. Ancak DEM Parti Eş Başkanları bu ‘süreçle’ ilgili ‘ne yaşandığını bilmiyoruz’ dediler. Ayrıca Cumhurbaşkanı Danışmanı Mehmet Uçum’un sert açıklamaları var. Uçum, “Çözüm süreci olamaz” dedi. Bu durumu nasıl okuyabiliriz?
İnişler çıkışlar olur. Bu tür süreçlerde taraftar çoğu zaman heterojen aktörlerdir, içlerinde farklı eğilimler, farklı gruplar olur. Bu Kürt siyaseti, MHP ve AK Parti için de geçerli. Buralarda zaten tek ses beklememek lazım. Genelde bütün bu meselelerde algı meselesi kritiktir. Kamuoyu algısı yönetilir. Bazen kamuoyu yoklanır, işte öne atılır, tepkileri alınır, yeniden değerlendirilir. Bu yoklama usulleri de bazen olumlu bazen olumsuz olur. Burada çeşitli ihtimaller var. Yani ben tamamının geçerli olduğu kanaati içerisindeyim.
Ama bir yandan son sekiz yılın çok sert geçtiğini hatırlatmama izin verin. Kürt coğrafyasında sekiz şehir yerle bir oldu. Çatışmalar şehirlere taştı. Binlerce insan hayatını kaybetti. Kürt siyaseti sekiz yıldır büyük oranda Türkiye siyasetinden dışlanmış, izole edilmiş durumda. Bir ateşe dönüşmüş durumda. Merkezi hükümet tarafından dokunanı yakan bir hale getirildi.
Sekiz yıldır bürokrasi, özellikle güvenlik bürokrasi, bu dile uygun olarak değişti, dönüştü. Aktörler dönüştü. Bunların da hemen birden değişmesini beklememek lazım. Ama bunlar aynı zamanda çok bilinçli bir kamuoyu yönetiminin parçaları da olabilir. Yani hem içerideki heterojenlik, hem kamuoyunu yoklama ihtiyaçları, test etme süreçleri belli oranda heterojenliğin getirdiği iç çatışmalar, farklı pozisyonlar, bazen ‘iyi polis, kötü polis’ gibi çeşitli rolleri de içerebiliyor. Dolayısıyla burada bence kritik mesele şu; yapılan yorumlar ve tutumlar tartışmayı mı açıyor, tartışmayı mı kapatıyor? Ya da tartışmayı yönlendiriyor mu?
Kimi pozisyonların tartışmaları kapatmaya dönük olduğunun farkındayım. Bence birtakım yorumlar var. Ama onu yönlendirmeye yönelik eğilimler de var. Belki ilave olarak şunu söyleyeyim; bütün bu tartışmalar içerisinde herhalde çıkaracağımız net bir mesaj var benim görebildiğim.
Devlet, “Geçmiş süreçlere benzer bir şey beklemeyin” diyor. Bu çok net. Yani bir önceki çözüm süreçleri gibi, 2007-2011 ya da 2013-2015 gibi bir mimari yapı beklemeyin. Çözüm sürecinin yönetimine dair bir ilişki sistemi kurulacak muhtemelen. Devletle hangi kurumlar, hangi aktörler bu süreci yönetecek? Karşı tarafta DEM Parti mi olacak, Abdullah Öcalan mı? KCK ile doğrudan mı görüşülecek, dolaylı mı? Hangi simalar olacak? Buna dair çeşitli tartışmalar var görünen o ki. Buralara birtakım sınırlar çiziliyor görebildiğim kadarıyla.
Mesela çok net bir şekilde, “Biz KCK ile PKK ile doğrudan temas kurmayacağız” diyor devlet. Örneğin Oslo sürecinde MİT ile doğrudan bir temas kuruyordu. Ya da işte çözüm sürecinde Öcalan üzerinden HDP aracılığıyla bir temas kuruldu. Örgütle doğrudan temas kurmama vurgusu çok ön planda. İşin bir boyutu bu.
İkinci olarak da Öcalan’ın bir rolü olacak gibi görünüyor. En son Devlet Bahçeli’nin yapmış olduğu çağrıya bakarsak, en azından bir çağrı yapmasını bekliyor ya çağrı yapması için de konuşması lazım. Yine geçmiş süreçlere baktığımızda, devletin temel beklentisi PKK’nin silah bırakmasıydı, silah bırakmaya rıza göstermesi.
Dolayısıyla PKK silah bırakacaksa bu mesajın PKK’ye iletilmesi lazım. Bunu devlet ya doğrudan ya Öcalan üzerinden ya da DEM Parti üzerinden iletecek. Veya birtakım arabulucular üzerinden iletecek. Ama bir şekilde bu mesajın KCK’ye ulaştırılması lazım. Burada bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bu çağrıyı örgüte taşıyabilecek en güçlü potansiyel aktör şu an Öcalan gibi görünüyor.
Dikkatimi çeken bir diğer önemli husus şu; merkezi aktör DEM Parti olacak gibi görünüyor. Süreci başlatan aktör Bahçeli’ydi ve DEM Parti’ye el uzattı. Ve bu el uzatmayı parlamento zemininde, meclisin içerisinde ve yasama yılının açılışında yaptı. Bunlar çok sembolik anlamlar taşıyan öğeler. Bahçeli’yi de biliyoruz. Sembollerle konuşmayı seven, bunlara çok önem atfeden bir siyasetçi. Meclisin açılışında, meclisin içerisinde ve meclisteki bir partiye uzatılmış olan bir yer var sembolik olarak. Ayrıca “örgütle görüşmeyi kimse devletten beklemesin” diye çok net, sınırları çok keskin, duvarları çok yüksek açıklamalar var. Bu biraz meclis merkezli ve DEM Parti’nin esas muhatap alınacağı bir mimari yapının olabileceğine işaret ediyor.
2013-15 Çözüm Süreci’nin çökmesinin temel sebeplerinden biri buydu. Öcalan bir tür şartsız silahsızlanmaya rıza gösterdi. Bir takım sembolik adımlarla da olsa… Hatırlarsanız 28 Şubat metninde Dolmabahçe açıklamasına baktığımızda aslında mayıs (2013) ayında bir silah bırakma kongresine çağrı var, herhangi bir şart olmaksızın. Dolayısıyla çözüm sürecinde bunun şartları yoklandı ama o dönem en azından KCK silahsızlanmaya rıza göstermedi. Kamuoyuna yansıyan bilgilere dayanarak bu yorumu yapıyorum.
Bugün baktığımızda şartsız silahsızlanmaya KCK rıza gösterir mi? Öcalan herhalde bu sahanın en deneyimli aktörü. Yani 40 yıldır örgütü yöneten bir aktör. Kendi örgütünü çok iyi tanıyor. Legal siyasetinin sınırlarını iyi biliyor. Ve devletin de bu meseleye dair yaklaşımını, en azından 1999-2004 İmralı Sürecinde güvenlik bürokrasiyle yürütmüş olduğu görüşmelerden, yine 2007-11 Oslo Sürecinden ve 2013-15 Çözüm Sürecinden iyi bilen bir aktör. Yani hem kendi örgütünü hem de legal siyasetinin sınırlarını biliyor.
Burada çok irrasyonel bir pozisyon alacağını beklemiyorum. Yani muhtemelen yapılabilecek olan şeyleri söyleyecektir. Dolayısıyla böyle bir çağrı olacaksa, muhtemelen bu çağrının ön zemini yoklanmıştır, ön görüşmeleri yapılmıştır diye varsayıyorum. Yani Kürt siyasetiyle, DEM Parti ile bir temas kurmadan, PKK ile bir temas kurmadan böyle bir çağrı yapmasını beklemiyorum Öcalan’ın.
Selahattin Demirtaş, Kürt barışı için bir fırsat. Demirtaş hem devlet için bir fırsat hem Öcalan için hem de KCK için. Yani eğer bu mesele, şiddet zeminden çıkarıp siyasal zemine taşınacaksa, siyasal zeminde bu işe liderlik edebilecek güçlü aktörlere de ihtiyaç var. Ve mevcut tabloya baktığımızda en güçlü aktör şu an legal siyaset alanında kitleleri ikna etme potansiyeli ve gücü olan, insanlar üzerinde etki gücü olan aktörlerin başında Demirtaş geliyor.
Dolayısıyla Demirtaş’ın zaten serbest bırakılmadığı bir ortamda Kürt sokağını en azından ikna etmeniz çok zor. Demirtaş gibi güçlü figürlerin cezaevinde olduğu bir ortamda insanlara “Kürt barışı sağlanacak” deme şansımız yok. En azından sokağı ikna etmek istiyorsanız bir defa siyasetçilerin serbest bırakılması lazım.
Sadece Selahattin Demirtaş değil. Şimdi şu an içeride 10 binden daha fazla siyasi tutuklu var. Ve bu kadar insanın sadece siyasi fikirlerinden, politik eylemlerinden dolayı içeride olması zaten barış önündeki en büyük engellerden biri.
Barışa dair en azından PKK’nin silah bırakmasına dair bir yol açılacaksa bir defa içerideki insanların bırakılması lazım. En azından siyasi suçluların bırakılması lazım ve ilk sırada da Demirtaş yer alıyor. Daha sonra hasta tutuklular var. Bir takım sembolik jestlere ihtiyaç var. Ve acilen en azından bu hasta olan insanların -belki bir kısmı son günlerini yaşıyor- bırakılması ciddi bir güven yaratır.
Selahattin Bey gibi güçlü simalara, barış mesajını sokağa, insanlara taşıyacak, güven oluşturacak aktörlere ihtiyaç var. Bununla beraber, bütün bu tablo içerisinde Demirtaş serbest bırakılabilir ama kendisine merkezi bir rol verilmeyebilir.
Demirtaş’ın cezaevinde olması bir engel. Bu engelin kaldırılması konusunda bir uzlaşı sağlanabilir. Ve Demirtaş gibi siyasetçiler serbest bırakılabilir. Ama yeni isimlerle süreci yönetme yoluna da girilebilir. Yani dışarıda olan ama daha geride, sürece destek veren bir pozisyon da alabilir Demirtaş ve diğer siyasi aktörler. Çünkü Cumhur İttifakı cephesinde önceki süreçlere benzer bir şeyin olmayacağına, yeni ihtiyaçlara ve yeni yollara dönük vurgular çok fazla.
Dolayısıyla kurumsal yapıya, mimari yapıya ve aktörlere dair değişim sinyali çok güçlü veriliyor. Geçmişle, geçmiş çözüm süreçleriyle çok özdeşleşen figürlerden biri Demirtaş. Özellikle Erdoğan nezdinde çok olumsuz bir pozisyonu olan bir aktör. “Seni başkan yaptırmayacağız” sözünün sahibi. Dolayısıyla serbest bırakılmasına rıza gösterilebilir belli ölçülerde, kamuoyunun iknası bir güven ortamının oluşması bağlamında. Ama Demirtaş’a merkezi bir yolun verilmediği başka aktörlerle de bir sürecin ilerleme potansiyeli ve ihtimali var kanaatimce.
Demirtaş’ın da engel çıkarıcı bir pozisyon alacağını sanmıyorum. Baktığımızda en son demecinde de böyle bir barış sürecine destek vereceğini beyan etti.
Demirtaş dediğim gibi Kürt barışı için bir fırsat. Ama bu fırsat değerlendirilmek istenmeyebilir veya bir fırsat olarak görünmüyor olabilir. Demirtaş cezaevindeyken barış siyasetini sokağa anlatma şansımız yok. Ancak bu durum ona merkezi bir rolün biçileceği anlamına da gelmiyor.
2013-2015 çözüm sürecini takip eden bir gazeteci olarak soruyorum. O süreçte dönemin partisi HDP çok güçlenmişti. HDP’nin bölgede gücüne güç katması, kendisini batıya anlatması, diğer taraftan da AKP’nin bölgedeki var olan gücünü kaybetmesi ve nihayetinde tek başına iktidar olamamasıyla sonuçlandı. Barışın kazananı halklar, ancak siyaseten de partiler de hem kazanıyor hem kaybediyor. Bu yaşanan durumla ilgili yorumunuz nedir?
Kürt meselesi bir yönüyle bir rejim meselesi. Yani siyasi partileri aşan bir devlet meselesi. Barışa dair bir yol alacaksak bunun siyasi partilerden öteye bir devlet meselesi olarak çerçevelenmesi ve böyle değerlendirilmesi lazım. Kısa vadeli siyasi çıkarlardan öteye, seçimden öteye bir çerçeveye ihtiyaç var. Eğer bu iş barış yoluna girecekse.
İkinci olarak bununla beraber bu çerçevenin aynı zamanda güncel anlamda ilgili aktörlerin yani bu süreci yönetecek aktörlerin maddi ve sembolik çıkarlarına hitap etmesi lazım. Yani meseleyi çözmek isteyen aktör zaten buradan bir siyasi fayda elde etmeyecekse masaya niye otursun? Yani bu örgüt için de geçerli, devlet için de.
Kürt meselesinin geçmiş çözüm süreçlerine baktığımızda, genelde bu iki eksenin kesiştiği anlarda diyalog zeminin güçlendiğini görüyoruz. Bugün hem bir devlet ve rejim meselesi olarak hem de güncel siyasi konjonktür olarak diyalog zeminin güçlendiğini, bu iki eksenin kesiştiğini düşünüyorum.
Şimdi birincisinden başlayayım. Şimdi bu adımı Erdoğan’ın değil de Bahçeli’nin atmasının bir önemi var. Bahçeli tabii ki her şeyden önce MHP lideri olarak bu eli uzattı. Ama bununla birlikte, Erdoğan’ın da teyit ettiği üzere Cumhur İttifakı adına bu eli uzattı.
Ama aynı zamanda MHP’nin tarihsel hikayesine baktığımızda, gördüğümüz bir durum var. O da şu; MHP siyasal temsil olarak küçük, ama devlet içerisindeki etki gücü olarak büyük olan bir aktör. Bu 1960’larda da böyleydi, 70’lerde de böyleydi, bugünde de böyle. Hatta bugün görece daha güçlü, devlet içerisindeki etkisi daha fazla artmış olan bir aktör. Bu da esasında MHP’nin bürokrasideki gücünden geliyor. Bu bürokrasi içerisinde de özellikle güvenlik bürokrasi içerisindeki gücünden geliyor. Bu bir normatif güç. Yani MHP fikri olarak devlet içerisinde çok hâkim. Ayrıca birçok kadrosu var MHP’nin. Yani doğrudan MHP’li olan, MHP’yle ilişkisi olan çok fazla aktör var.
Dolayısıyla Bahçeli’nin uzatmış olduğu el hem MHP’nin hem de Cumhur İttifakı’nın eli. Ama bunlardan da öteye devletin eli. Yani biraz Cumhur İttifakı’nı aşan bürokrasiyi de içeren bir yapıdan bahsediyoruz. Devletin elinin her yerde olduğunu hatırlatmama izin verin. Bu elin CHP içerisinde de İYİ Parti içerisinde de diğer siyasi aktörler içerisinde olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bahçeli’nin geçmişteki pozisyonlarına baktığımızda, örneğin 2015 sonrası…. Bahçeli ne oldu da 15 Temmuz sonrasında fikirlerinden yüzde yüz döndü? Devlet Bahçeli sadece seçimler üzerinden pozisyon alan bir aktör değil. Yani 15 Temmuz sonrasında sadece seçimlere bakarak AK Parti’yi, Erdoğan’ı kurtarma üzerinden bir pozisyon almadı. Kendisine göre devlet adına düşünen, devletin orta ve uzun vadeli geleceğini, çıkarlarını düşünen, buna uygun pozisyon alan bir siyasetçi. Kritik dönemlerde aldığı kararlara baktığımızda seçimlere ve güncel siyasi çıkarlara indirgeyemeyeceğimiz kararlar aldığını görüyoruz.
Seçimlerden öteye, muhtemelen, devletin orta ve uzun vadeli çıkarları neler, ulusal çıkarları neler gibi meseleler üzerinden yeni bir pozisyon alma ihtiyacı ortaya çıktı. Bu adımın MHP üzerine gelmesi bence bunu ifade ediyor. Ama bu şunu değiştirmiyor; Bu somut denklem içerisinde MHP parti olarak, AK Parti olarak Erdoğan lider olarak da pozisyonunu güçlendirmek istiyor. Somutlaştırırsam, 2028 seçimlerini Cumhur İttifakı kazanmak istiyor doğal olarak. Erdoğan yeniden seçilmek istiyor. Dolayısıyla bir yandan orta-uzun vadeli devleti çıkarlarına dair pozisyon alırken, kısa vadede kendi çıkarlarını da gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Tüm bu çıkar denklemi içerisinde şunun da altını çizmek istiyorum; Süreç nereye evrilir bilemem. Ama barışı konuşmak her durumda topluma kazandırır. Buradan kimse kaybetmez.
CHP son sekiz yıldır çok büyük bir fırsatı kaçırdı. Yani aslında baktığımda son sekiz yıldır bir devlet krizi var. Yani 2015’den sonra, özellikle 15 Temmuz’dan sonra. Devlet krizi bir toplumsal krize dönüşmüş durumda. Şu an insanlar -belki en temel mesele bu- umutlarını kaybetmiş durumdalar. Ülkede çok büyük bir iktisadi kriz, siyasi kriz ve devlet krizi var. Şu an rejim arafta. Eski rejim ortadan kaldırıldı ama yeni rejim kurulamadı. Türkiye’de kurumlar çöküyor. İnsanlar geleceklerini göremiyorlar, ufuklarını kaybetmiş durumdalar.
Bütün bu tablo içerisinde topluma umut olabilecek, bir gelecek ufku sunan, yeni bir Türkiye hikayesi sunan bir muhalefet yok. Şu an Türkiye’nin en büyük krizi bir yönüyle muhalefet krizi. Mayıs seçimlerinde Kürt siyaseti bir açık çek sundu CHP’ye. Yani parti çıkarını önceleyen, somut bir siyasi talepte bulunmaksızın açık çek sundular CHP’ye. Ama CHP’nin bu çeki değerlendiremediğini görüyoruz. Özetle söylersem, CHP, Kürtlerin kalbini kırmayan, kalbini kırmaktan kaçınmaya çalışan ama ondan öteye de konuşmayan bir pozisyon aldı. CHP uzunca bir dönemdir Kürt meselesini siyasetin dışında tutmaya çalışıyor. Adını koyarsak, bir siyasetsiz pozisyon içerisinde.
Cumhur İttifakı’nın Kürt meselesinde bu kadar geniş bir alanda manevra yapabilmesinin temel sebebi, CHP’nin siyasetsizliği. Yani dün terör dediği, kapatılmasını talep ettiği DEM Partiyle bugün görüşebilen bir Cumhur İttifakı var. 180 derece zıt pozisyonlar alabiliyor. Bu kadar geniş bir manevra sahasını hükümete, Cumhur İttifakı’na sağlayan esasından CHP’nin siyasetsizliği. Ya da daha genişletirsem, CHP’nin liderlik ettiği muhalefetin Kürt meselesindeki siyasetsizliği. Şimdi dolayısıyla önümüzde 2028 seçimleri var. Eğer muhalefet bu seçimleri kazanmak istiyorsa, bahsetmiş olduğum ufuksuzluğu ortadan kaldırmak zorunda.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in kendisinde bile iki eğilim birden görüldü. Örneğin dört maddeye ilişkin yapmış olduğu açıklamada “el uzatanın elini kırarız” dedi. İyi de ilk dört madde dediğiniz, Kürt meselesinin özü zaten. Buraları konuşmadan Kürt meselesi konuşma şansınız yok. Cumhur İttifakı konuşacak diye bunu söylemiyor. Belki onlar da konuşmayacaklar. Ama bu derece yol kapatan, tartışmayı engelleyen, Türkiye’deki ulusalcı camianın kendisini ülkenin sahibi gibi gören eğilimine onay veren bir dille açıklama yaptı. Aynı Özel ardından da “Analar ağlamayacaksa, üstümüze ne düşüyorsa bunu yapmaya hazırız” gibi daha olumlu bir pozisyon aldı.
Anladığım kadarıyla CHP pozisyon almaya çalışıyor. Kürt meselesinde açılan diyalog zemini CHP’ye büyük bir fırsat penceresi sunuyor. Hem 2028 seçimlerini kazanmak ve hükümet olmak hem de Cumhuriyet’in kurucu partisi olarak rejimi ve siyasi sistemi demokratik bir çerçevede yeniden inşa etmek için Kürt barışı bir fırsat penceresi sunuyor. CHP’ni bu fırsat penceresini kullanıp kullanmayacağını göreceğiz. Muhtemelen önümüzdeki hafta gerçekleşecek Diyarbakır ve bölgeyi içeren gezi sırasında CHP’nin pozisyonuna dair daha net işaretler alacağız.
Kaynak: Diken- Onur Öncü
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()