Bir sanatçı olarak Gauguin’i en çok üzen şey yerlilerin uyguladığı sanatlarının Hristiyan misyonerler tarafından yasaklanmış olmasıydı.

Yeni izlenimci bakış açısıyla Avrupa’nın sanat anlayışının değişmesinde büyük pay sahibi olan ressam Paul Gauguin’in fırça darbeleri kadar kalem darbeleri de kitabı yayımlandığı andan itibaren sanatseverlerin ruhunda özel bir karşılık bulmuştur. Bu durum anılarını kaleme aldığı son eseri Avant et Après’de görülüyor. Ressamın yaşanmışlıklarını birinci ağızdan cesurca aktardığı bu eserde kendisine acı veren uygarlığın bir parçası olmaktan yorulduğunu ve birtakım maddi endişelerin de etkisiyle Markiz Adaları’na seyahat ettiğini görüyoruz. Zaten borsadaki işinden ayrılıp resim yapmayı seçtiğinde paranın onun ruhu üzerinde hiçbir hâkimiyeti kalmamıştı. Dinlenmek ve çizimler yapmak için Markizler’e yerleşmek istiyor, önce Tahiti’ye gidiyor, ardından buradaki ilkel yaşantısını bırakıp Fransa’ya dönerken “Gerçekte iki yıl daha yaşlanmıştım ama yirmi yıl gençleşmiş dönüyordum. ‘Vahşi’leşmiştim ama bilgeleşmiştim de” diyor. Sonra kesin dönüşünü gerçekleştiriyor Markiz Adaları’na, huzuru arıyor orada. Ancak Fransa’da uygarlığın kalbinde güçlenen protestocu kişiliği burada da uyanıyor. Sömürge yönetiminin ve kilisenin yerliler üzerindeki baskıcı politikalarını ve haksız uygulamalarını görmezden gelemiyor, bu durumu daha en başında sezdiğini şöyle açıklıyor: “Büyük okyanusu aşan gemi karaya yeni vardı, haritada rastlanılmayan bir adacıktı bu. Sadece üç sakini vardı: Vali, Emniyet Müdürü ve posta pulu karşılığında satış yapan bir tütüncü. Şimdiden! Ah okurlarım! Kötü insanların uzağında huzur dolu bir köşe bulmanın mümkün olduğunu sanıyorsunuz. Değil Doktor Moreau’nun adası, Mars gezegeninde bile bulamazsınız onu.”

                                      Nereden Geliyoruz? Biz Neyiz? Nereye Gidiyoruz? 1897-1898

Gauguin karşılaştığı adaletsizliklerle mücadeleye girişiyor, bütün sömürge yönetimiyle, özellikle kiliseyle. Nitekim öldüğünde, çarptırıldığı üç aylık hapsi henüz yatmamıştı bile. Bir sanatçı olarak Gauguin’i en çok üzen şey yerlilerin tatbik ettiği sanatlarının Hristiyan misyonerler tarafından yasaklanmış olmasıydı. Gauguin yerlilerin özgün ve saygın sanatlarının bu sebeple yok olduğunu şu satırlarla açıklıyor: “Bir Markizliye herhangi bir geometrik şekle sahip bir nesne verin, hatta eğri büğrü olsa da olur; o, büsbütün bir ahenkle, yakışıksız ve tutarsız hiçbir boşluk bırakmayarak üstesinden gelecektir onun. Bugün artık altın fiyatına bile onların vaktiyle kemikten veya ahşaptan ürettiği bu güzel nesnelerin hiçbirini bulamazsınız. Jandarma hepsini çalmış ve amatör koleksiyonculara satmıştır.”

Öte yandan, yönetim Tahiti’de içerisinde bütün Okyanusya sanatını barındıracak bir müze açmayı, bu denli kolay bir şeyi dahi bir an olsun akıl edememiştir. Bu kadar eğitimli olduklarını söyleyen bütün insanlar bir an bile Markizli sanatçıların değerinin farkına varamamışlardır. Tek bir yönetici karısı yoktur ki bu nadide eserlerin önünde şöyle bağırmasın: “Korkunç! Vahşilik bu!” “Vahşilik” kelimesi ağızlarından hiç düşmez. Bu sanat misyonerler sayesinde kaybolup gitti. Çünkü misyonerler oymacılık ve süsleme sanatlarını puta tapmak gibi görüyordu, tüm bunlar Hristiyanların Tanrısına karşı günah işlemek demekti. İşte hepsi bu! Zavallı yerliler bu misyoner kurallarına boyun eğerek sanatlarını da icra edemez oldular! Buradaki yeni nesil, artık beşikten itibaren anlaşılmaz Fransızca ilahiler söylüyor ve din kitaplarını ezbere okuyor… Ve sonrasıysa… Kocaman bir hiç! Beni anladınız. Çiçekler toplamış genç bir yerli kız topladığı çiçeklerden sanatkarane biçimde hoş bir taç yapar ve bu tacı da başına takarsa eğer, neme lazım saygıdeğer Rahibimiz küplere biner!” “Daima doğru dürüst yaşayan insan mutlu insandır.”

Gauguin’in sanata ve sanatçıya özgürlük alanı tanımayan otoritelerle olan çatışması yalnızca Markiz Adalaları’na özgü değil elbette. Fransa’dayken de çevresince bu tip karşı çıkışlarıyla tanınmıştır Gauguin. Yine Avant et Après eserinde okuyucusuna yaptığı şu öneri onun nüktedan tarafını bizlere gösteriyor: “Port Said’deyken bazı fotoğraflar satın almıştım. Bir günah işlemiştim, ab ores. Bu uygunsuz fotoğraflar evimde tüm açıklığıyla görünüyorlardı. Adamlar, kadınlar ve çocuklar, neredeyse herkes bunlara bakıp güldü, ama bu anlık bir olaydı ve kimse daha sonra bunun üzerine düşünmedi. Sadece kendilerini namuslu addeden insanlar evime uğramaz oldular, sadece onlar bütün bir yıl boyunca bunu düşündü. Rahip günah çıkarma sırasında inceden inceye sordu soruşturdu bu konuyu. Hatta rahibelerden bazılarının gitgide beti benzi attı, gözleri yuvalarından fırladı. Bunu bir düşünün derim, kapınızın üzerine herkesin görebileceği bir şekilde edepsizce bir şeyler asın: Bundan böyle bütün namus timsali insanlardan, Tanrı’nın yarattığı bu en çekilmez kimselerden kurtulmuş olacaksınız.”

                                       Tahitili Üç Kadın, 1896

“Ey dev! Sen de fanisin, bu seni utandırmaya yeter!” Huzuru bulmaya, yalnızca sanatına odaklanmaya geldiği Markiz Adaları’nda yaşadığı sefalet bir yana, sanatçının bu sömürgede asıl keyfini kaçıran şey adaleti sağlamakla görevli jandarmaların, yargıçların ve diğer yetkililerin adaletin yara almasına neden olacak tutum ve davranışlarıydı. Ona göre “doğru” birdi, apaçıktı, ortadaydı ama yetkililer bunu görmeye tenezzül dahi etmiyordu. Ressam her tür girişimi deniyordu bu küçük sömürgede, Jandarma komutanı ise adada patronun kendisi olduğunu ona hatırlatarak kendi köşesine çekilmesi konusunda uyarılarda bulunuyordu.

Gauguin müfettişlerin Markiz Adaları’na geleceğini öğrenir öğrenmez onlara takdim etmek üzere uzun bir mektup yazmaya koyulmuştu. İşte o mektuptan, sanatçının bir asır öncesinden, binlerce fersah ötedeki bir sömürge adasından yükselen adalet çağrısından bazı kesitler: “Beni şahsen alakadar ettiği kadarıyla finansal, idari, zirai vb. durumun o başı sonu belli olmayan şemasını size aktarmayı istemem. Bunlar şimdiye dek uzun süreler tartışılmış ağır sorunlar ve şöyle de bir özelliği var ki biz ne kadar güçlü isteklerle onları hareket ettirmeye çalışırsak, hatta bunun için ne kadar şiddetli tartışmalara girersek, bildirilen sonuçlardaki ret yanıtları da aynı oranda artıyor. Sonundaysa bu durum sömürgenin felaketiyle, ihtiyaçların aciliyetinin artmasıyla ve iyice hırpalanmış sömürge sakininin, kanunları daha az keyfi olan daha verimli başka topraklar keşfetme arayışına girmesiyle sonuçlanıyor.”

Yazının devamını buradan okuyabilirsiniz.

Kaynak: OGGİTO

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…