Politik olarak baktığımızda ise Minneapolis ve ikizi St. Paul şehri Demokrat Partili şehirler. Her iki şehrin belediye başkanları da Demokrat Partili. Her ikisi de ucuz konut gibi sosyal politikaları uygulamaya çalışan liderler. Nitekim halk ayaklanmasının başladığı ilk günlerde, Minneapolis Belediye Başkanı Jacob Frey’in “Siyah vatandaşlarımızın gösterdiği acı ve öfke dolu tepkinin sebebi olan şiddet, beş dakikalık değil (polis memuru Derek Chauvin 46 yaşındaki George Floyd’u katlettiği görüntüleri kast ediyor), dört yüz yıllık” ifadesi aslında sadece Minneapolis’de değil ülkedeki sistematik ırkçılığın tarihsel kökenlerini vurgulaması açısından önemliydi.
Zozan Pehlivan* zozan@umn.edu
Geçtiğimiz pazartesi günü, Minneapolis Minnesota’da George Floyd’un polis tarafından boynunun 8 dakika 46 saniye boyunca basılması, bu sırada nefes alamıyor diye inlemesi ve sonrasında hayatını kaybetmesi şehirde günlerdir devam eden protestoları beraberinde getirdi. İlk protesto Salı günü öğleden sonra Chicago Caddesi’nde idi. Binlerce insan barışçıl bir şekilde bu durumu protesto ediyor ve Floyd için adalet talep ediyordu. Protestonun sonlarına doğru polis olanca öfkesiyle göstericileri gaz bombalarına boğdu. Polisin bu sert müdahalesi ile birlikte günlerdir devam eden ve Amerika’nın onlarca şehrine yayılan halk ayaklanmasının fitili böylece ateşlenmiş oldu. Peki Minneapolis’te bir haftadır devam eden bu halk ayaklanmasını nasıl okumak lazım? Bütün bu halk ayaklanmasını tetikleyen sosyal, kültürel, ekonomik ve politik faktörler nelerdir ve bu faktörleri hangi tarihsel bağlam üzerinden okumak gerekir? Yaklaşık iki senedir bu kentte yaşayan ve çalışan bir tarihçi olarak, bu şehirde George Floyd’un bir beyaz polis tarafından öldürülmesine varan ırkçılığa ve protestoların gelişimine dair gözlemlerimi, bu olayların sosyal, ekonomik ve tarihsel altyapısına da değinerek sizlere bu yazıda aktarmaya çalışacağım.
Bir haftadır şehirde devam eden protestolar salı günkü barışçıl protestoya polisin sert müdahalesi ile başka bir boyuta evrildi. Önce Minneapolis şehir merkezinin güneyindeki Lake Caddesi üzerinde yer alan bir polis karakolunun göstericilerce ateşe verilmesi ve onu takiben büyük bir alışveriş merkezinin yağmalandıktan sonra ateşe verilmesi, ulusal ve uluslararası basının dikkatinin buraya yönelmesine sebebiyet verdi. Bu durum, pandemi sürecini beceriksizce ve öngörüsüzce yürüten politikası nedeniyle zor günler geçiren “beyaz üstünlükçü” Trump ve onun baskıcı rejimi için altın bir fırsat olarak görüldü. Trump’in Twitter tarafından sansürlenen “yağmanın başladığı yerde silahla tarama da/ateşleme başlar” tweeti esasen bütün mevzunun özel mülkiyeti korumak üzerine korunduğunu gösteriyor. Mülkü korumak adına gerekirse protestocular vurulabilirdi. Trump’ın daha birkaç hafta önce Michigan’da pandemi OHAL’inin sonlanmasını talep eden onlarca ağır silahlı “sözde” “sivilin” Michigan hükûmet binasını işgalini olumlaması hatta desteklemesi süregiden kutuplaşmayı veya ayrımcılığı göstermesi açısından önemlidir. Bir yanda ağır makinalı tüfeğiyle Michigan valisini tehdit eden silahlı beyaz adam, bir yanda da Lake Caddesi’nde George Floyd gibi her yıl polis tarafından katledilen binlerce siyah Amerikalı için sokağa çıkmış, dört yüzlük esarete artık yeter diyen yüz binlerce Minnesotalı.
Protestoların büyümesiyle birlikte Minnesota Eyaleti’nin yüz altmış dört yıllık tarihinde ilk defa Minnesota Demokrat Partili valisi Tim Walz, Ulusal Muhafız Birliklerini göreve çağırdı. Ulusal Muhafız Birlikleri’ne bağlı binlerce asker polisle birlikte olayları sonlandırmaya çalışırken Başkan Yardımcısı Mike Pence, çok nadir başvurulan bir yöntemi devreye sokarak, ordu içindeki özel asker-polis (military police units) birliklerine, “Minneapolis’e gitmek için hazır olun”, emrini verdi. Bütün bu olağanüstü yaptırımlar, Trump’ın “beyaz üstünlükçü” iktidarının, pandemi yönetimindeki büyük fiyaskolarına rağmen, kasım seçimlerinden yeniden muzaffer çıkabilmesini sağlamayı amaçlıyor.
Aslında 1878 tarihli bir yasaya göre, federal hükûmetin orduyu kolluk kuvveti olarak kullanması yasak. Sebebi de yine yasada belirtildiği gibi, federal mali kaynakların ulusal iç politika harcamalarında kullanılmasının önüne geçilmesi. Bu yasaya göre ordunun eyaletlerde kolluk kuvveti olarak kullanılmasının meşru olduğu durumlar, yalnızca afet ya da pandemi gibi olağanüstü hallerle sınırlı.
Ordunun kolluk gücü olarak kullanılmasının yasaya aykırı olması, hiç kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Asker, kolluk kuvvet olarak, en son yine Cumhuriyetçi Parti’den başkan seçilen George W. Bush’un emriyle 1992’de Kaliforniya’daki protestoları bastırmak için kullanılmıştı. Bu koşullar altında Trump bir tasla iki kuş vurma derdinde. Şöyle ki, birincisi, ordunun kullanılmasına karşı çıkabilecek Demokrat Partili şehir yöneticilerini, özel mülkiyet haklarına muhalefet etmekle itham etmeyi planlıyor. “Bakın görüyorsunuz gösteriler kontrolden çıktı, ben müdahale etmek istiyorum ama Demokrat Partili yöneticiler karşı çıkıyor. Onlar binaların yakılıp yıkılmasına seviniyor”, gibi tezlerle kasım seçimlerinde kendine için oy ve güç devşirme derdinde. İkincisi de bu strateji üzerinden destekçileri arasındaki safları sıklaştırıp “beyaz üstünlükçü” politikasını güçlendirme niyetindedir.
Başkan Trump’ın bu yaklaşımı elbette ABD’de özel mülkiyetin insan hayatından daha kıymetli olduğunu ve bu nedenle de korunması gerektiğinde de öldürme dahil her şeyin yapılabileceğini gösteriyor. Nitekim Trump’ın Twitter tarafından şiddeti özendirdiği gerekçesiyle sansürlenen tweetlerine baktığımızda, çarpıcı ifadeler dikkat çekiyor. Bu noktada Trump’ın son beş gün içinde özenle seçip kullandığı ifadelerin tarihine dair bir iki şey söylemek gerekir. “When looting starts shooting starts, (yağma başlarsa silahla müdahale/tarama baslar) “thug” (haydut) and “vicious dog” (vahşi köpekler) gibi ifadeler Amerikan tarihiyle çok hemhal olmuş ifadelerle Amerikan tarihindeki önemli olgu ve olaylara göndermeler yapıyor. “Yağma olursa silahlı müdahale başlar” ifadesi 1967’de Miami’deki ırkçı bir polis şefi tarafından kullanılan ve bu dönemde siyah Miamililere karşı uygulanan politikanın adeta bir özeti. Thug (haydut) yine ayni şekilde kolonyal bir sözcük. Sanskritçe thag sözcüğünden İngilizce geçmiş bir ifadedir. On dokuzuncu yüzyılda Britanya imparatorluğunun kolonyal rejimi tarafından Hintlileri aşağılamak ve suçlamak için kullanılan biz sözcük. Dolayasıyla sömürgeci geçmişten miras gelen bir ifadeyi siyahi Amerikalıları kriminalize etmek için kullanıyor. “Vicious dog” yine ayni şekilde Sivil Haklar Hareketi döneminde siyahilere karşı kullanılan ırkçı bir ifade.
Peki şu an şehirde nasıl bir durum var? Salı gecesinden beri devam eden protestoları bastırmak için binlerce muhafız birliği görevlendirmiş durumda. Telefonda görüştüğüm Amerikalı bir meslektaşım şehirdeki durum için, “adeta savaş bölgesi (war zone) gibi” ifadesini kullandı. Bu ifade Minneapolis’te yaşananları tanımlaması bakımından çok önemli. Bir diğer meslektaşım Güney Minneapolis’teki evinin önünde dizilen yüzlerce askeri aracın fotoğraflarını paylaştı. Yine Minnesota Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerimizden biri, evinin penceresinden yoldan geçen Ulusal Muhafız Birlikleri’ni ve polisi görüntüledikleri için önce sözle tehdit edildikleri, daha sonra da gaz fişeği ile ateş edildikleri görüntüleri sosyal medya da paylaştılar. Bu sabah öğrendik ki aynı öğrencimizin olduğu bina, gece kimliği belirsiz kişilerce yakılmış.
Peki bütün bunların yaşandığı Minneapolis nasıl bir şehir? Şehir merkezinin yaklaşık olarak yarım milyon olduğu bu şehir banliyöleriyle (suburbs) ile birlikte düşünüldüğünde bir milyonu aşan bir nüfus ortaya çıkmaktadır. Birleşik Devletler’in en büyük üniversitelerinden biri olan Minnesota Üniversitesi’nin Twin Cities Kampüsü’nün bir kısmı Minneapolis’te, diğer kısmı da St. Paul’de yer almaktadır. Üniversitenin varlığı nüfus profilini de çok etkiliyor. Minneapolis nüfusunun yüzde ellisine yakını üniversite mezunu ve bu oran Amerikan ortalamasının çok üstünde. Eğitimli nüfusun varlığı çok çeşitli kültür sanat faaliyetleri ve müzelerin varlığını da beraberinde getiriyor. Yaşanabilirlik standartlarına baktığımızda da ortalama Amerikan şehirlerinden farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Minneapolis bu yönleriyle, sadece Minnesota Eyaleti’nin değil aynı zamanda Birleşik Devletler’in de en yaşanılabilir şehirlerinden biri ve çok kültürlü bir nüfusu var.
Minneapolis’in en varlıklı ve beyaz muhitlerinden biri olan Lake of Isles’de atlı polisler. Kaynak: Zozan Pehlivan, 23 Mayıs 2020.
Nüfusun çoğunluğunu meydana getiren beyazları (yüzde 60), yüzde 20’lik nüfus oranıyla Afrika kökenli Amerikalılar, yüzde 10 ile Latino, yüzde 6 ile Asyalılar ve yüzde 2 ile Minnesota Yerlileri takip ediyor. Amerikan şehirleri içinde en yüksek Somalili göçmen nüfusu yine bu bölgede bulunmaktadır. Ancak nüfustaki bu çok kültürlülük mahallelerin heterojen olduğu anlamına gelmiyor. Minneapolis, Amerika’da ırkçılık nedeniyle konut ayrımcılığının en yüksek olduğu şehirlerinden biri. Bunun elbette ki tarihsel kökenleri var. 1910’ların başından 1960’ların sonlarına değin bir konutun belli mahallelerde “beyaz” olmayan herhangi biri tarafından satın alınması, kiralanması veya devralınması mümkün değildi. Başka bir ifadeyle tapu dairelerinde, tapusu beyaz bir Amerikalı’da bulunan mülkün, siyah bir Amerikalı’ya geçirilmesi mümkün değildi. Bu ayrımcılığın yapısal ve finansal ayakları da bankalar ve kredi kuruluşları tarafından inşa edildi. Böylelikle yalnız bugünkü kültürel ve ırksal homojen mahalle yapısının temelleri atılmakla kalmadı, aynı zamanda bu yapı kalıcılaştırıldı. İki numaralı Resimde gördüğünüz 1919 tarihli ilandaki ırkçı ifadeler, bu konut ayrımcılığını bütün çıplaklığıyla göstermektedir.
Kaynak: https://www.mappingprejudice.org/what-are-covenants/
Politik olarak baktığımızda ise Minneapolis ve ikizi St. Paul şehri Demokrat Partili şehirler. Her iki şehrin belediye başkanları da Demokrat Partili. Her ikisi de ucuz konut gibi sosyal politikaları uygulamaya çalışan liderler. Nitekim halk ayaklanmasının başladığı ilk günlerde, Minneapolis Belediye Başkanı Jacob Frey’in “Siyah vatandaşlarımızın gösterdiği acı ve öfke dolu tepkinin sebebi olan şiddet, beş dakikalık değil (polis memuru Derek Chauvin 46 yaşındaki George Floyd’u katlettiği görüntüleri kast ediyor), dört yüz yıllık” ifadesi aslında sadece Minneapolis’de değil ülkedeki sistematik ırkçılığın tarihsel kökenlerini vurgulaması açısından önemliydi.
Minneapolis’in ekonomisine baktığımızda aynı müreffeh tablo karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik olarak Amerika’nın en büyük şirketlerinden birkaç tanesi Minneapolis’de bulunmaktadır. Resmi rakamlara göre şehirde kişi başına düşen Gayri Safi Milli (GDP) hasıla 37 bin dolar (2018). Bütün bu ekonomik zenginliğin nüfusa dağılımına göz attığımızda ise, ırk ayrımcılığı kaynaklı korkunç bir gelir dağılımı adaletsizliği ile karşılaşıyoruz. Resmi rakamlara göre ortalama beyaz bir ailenin yıllık kazancı 83 bin dolar iken Afrika kökenli Amerikalı bir ailenin kazancı 36 bin dolar (Christopher Ingraham, Washington Post, 30 Mayıs 2020). Aradaki bu büyük fark, bütün ABD şehirleri arasında siyah ve beyaz aileler arasındaki gelir dağılımı uçurumunun en yüksek olduğu kentin Minneapolis olduğunu ortaya koyuyor. Son birkaç gündür eylemlerde, şiddeti mağaza yağmalamalarına varan tepkinin nedenleri iyi kavrayabilmek için, toplumsal yapıda artık kemikleşmiş olan ve ırk temelli ayrımcılığa dayalı bu gelir dağılımı adaletsizliğinin boyutlarını iyi idrak etmek gerekiyor.
Cumartesi günü, yüz binlerce insan George Floyd’un polislerce öldürülmesini ve şehirde devam eden devlet-polis şiddetini barışçıl bir şekilde protesto etmek için sokaklardaydı yine. Her türlü milletten, kültürden, dilden ve kimlikten siyah, beyaz, Asyalı ve Latino Amerikalı, polis şiddetinden bıkmış yüz binlerce Minnesotalı, Minneapolis’in caddelerinden ve köprülerinden sel olup aktı. Minneapolis ve St. Paul şehrini baştan başa dolanan Mississippi Nehri, 1862’de yerli Minnesotalılar önderliğindeki Siox Ayaklanması’na tanıklık ettiğinden beri böylesine tarihi bir güne tanıklık etmemişti. Her kültürden ve dilden adalet ve eşitlik talep eden yüz binlerce Minnesotalı dört yüz yıllık eşitsiz, ırkçı, şiddet dolu polis devletine artık yeter diyor.
*Harry Frank Guggenheim Araştırmacısı, Minnesota Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Kaynak: DUVAR
