Bu ‘zor’, ama önemli filmi sinefillere tavsiye ederim. Cannes’da iki Altın Palmiye alan çok sayılı ustalardan biri olmak kolay iş değil!..

HÜZÜN ÜÇGENİ

X X X ½

(Triangle of Sadness)

Yönetim ve senaryo: Ruben Östlund
Görüntü: Fredrik Venzel
Oyuncular: Thobias Thorvid, Harris Dickinson, Charibi Dean, Woody Harrelson, Jiannis Moustos, Vicki Berlin, Dolly de Leon, Timoleon Gketsos, Alicia Eriksson, Zlatko Buric, Carolina Gynning, İris Berben, Amanda Walker, Arvin Kananian

ABD-İngiliz yapımı, 2022.

 

Yine sürprizlerle dolu şaşırtıcı bir film; yine (bir eleştirmenin dediği gibi) ya çok sevilecek ya da nefret edilecek filmlerden… Kendi adıma izlerken kimi zorluklar yaşadığımı itiraf edebilirim. Ama sonuç olarak daha önce Force Majeure – Turist, The Square – Kare gibi filmlerine bayıldığım Kuzey Avrupalı (tam olarak İsveçli) yazar-yönetmen Ruben Östlund‘un kendisine ikinci kez Cannes’da Altın Palmiye ödülü getiren filmi, birçok açıdan izlenmeyi, üzerinde düşünmeyi ve en azından son derece ciddiye alınmayı hak ediyor.

Nereden nereye… Belki ilk söylenecek şey bu. Çünkü filmin açılış bölümleriyle sonrası o kadar farklı ki… Açılışta hepsinin üstü çıplak, değişik ırk ve renklerden birçok genci, kadınlar ve gay’lerden oluşan amansız bir jüri önündeki bir sınavda görüyoruz: bir modellik sınavı… Böylece filmin geçen hafta izlediğimiz ve genç bir adamın bedeni üzerine yoğunlaşan İyi Şanslar, Leo Grande filmiyle benzerlikler arıyoruz.

Ama öyle devam etmiyor. Onca gencin içinde sadece biri, Carl adlı yakışıklısı hikâyenin sonrasına da katılıyor. Bir kadın model, Yaya ile birlikte müthiş bir ikili oluşturuyorlar. Ama ilişkileri bitip tükenmeyen ve özellikle para üzerine yoğunlaşan tartışmalarla zedeleniyor. Hele bir lokantada hesabı kimin ödeyeceği üzerine o salakça gözüken tartışma!..Böylece bir türlü gerçek aşıklara dönüşemiyorlar.

Bu açılış bölümünden sonra (film üç bölümden oluşuyor) Yat adlı ikinci bölüm geliyor. Lüks bir yatta çıkılan Akdeniz gezisinde, her yaştan hepsi son derece zengin insanlar ve onlara hizmet veren çoğu kadın emekçiler var. Onları eğiten deneyimli Paula şöyle diyor örneğin: “Ne isteseler var deyin, bulup getirin. Hatta tek boynuzlu bir at isteseler bile!”

Gemide Rus zenginleri ağır basıyor. Ve servetleri nedeniyle herkese hükmetmeyi deniyor. Hele kendini ‘b… tüccarı’ olarak niteleyen en yaşlıları… Bu arada bir türlü kabininden çıkmayan kaptanları Thomas’la nihayet tanışıyoruz. Tüm kadro içinde tanınmış tek isim olan emektar Woody Harrelson’un canlandırdığı bu içine kapalı kişilik, tüm o zenginlerin inanılmaz zengin deniz ürünleri şöleninde buluştuğu ortamda, hamburger ve kızarmış patatesle yetiniyor!..

Acaba kahin miydi diyorsunuz, çünkü bir süre sonra zenginler tüm o yediklerini kusmaya başlıyor. Öyle böyle değil, alttan-üstten… Ve tüm gemiyi tuvaletlerden fışkıran iğrenç kokulu bir su basıyor… O arada çenesi açılan kaptan bize siyasal nutuklar çekiyor. Marx, Lenin, arada Mark Twain… Ve ABD’yi ırk ayrımı ve cinayetleriyle eleştirerek; Martin Luther King, Malcolm X, Kennedy gibi adları anarak…

Ve sonunda o patırdı içinde gemi batıyor. Gemiye çıkan bir haydut takımının koyduğu bomba yüzünden… Böylece kaçıp kurtulan on kadar kişinin buluştuğu üçüncü ve son bölüm başlıyor: Ada ismiyle

Orada işler başkalaşıyor. O kişiler inançlarına, ideolojilerine, adanmışlıklarına göre yine tartışmaya gidiyor. Ama zamanla birkaç şey öne çıkıyor. Önce kadınların giderek birleşmesi ve güçlenmesi. Ve de onlardan birinin, gemideki hizmetkarlardan Abigail’in üste çıkması, hatta başkanlığını resmen ilan etmesi. Böylece film tüm o komedi ve fantezi havası içinde bir mesaj daha veriyor: emeğin önemi, üstünlüğü. Öylesine ki yeniden ön plana çıkan yakışıklı Carl da onun kendisine el koymasına ses çıkaramıyor: Yaya’ya bir kez daha azap çektirerek…

Böylece ortaya iki buçuk saate yakın, üç bölümlük, temaları oradan oraya değişen, komediyle dramın uygun biçimde harman edildiği, yer yer oyalayıcı, yer yer sıkıcı bir film çıkıyor. Ama ne olursa olsun kişilikli, gözüpek ve akılla buluşan bir film. Yaya’da bana sürekli Penelope Cruz’u hatırlatan Charlbi Dean‘den baş hizmetkar Paula’da Vicki Berlin‘e, Abigail’de gerçekten kişiliğine damga vuran Dolly de Leon‘dan geçirdiği hastalık nedeniyle konuşamayan ve sürekli Almanca “İch den walken” diyen (ne demekse!) Therese’de İris Berben‘e, çoğu genç oyuncunun çabalarına da dikkat çekerim.

Ve bu ‘zor’, ama önemli filmi sinefillere tavsiye ederim. Cannes’da iki Altın Palmiye alan çok sayılı ustalardan biri olmak kolay iş değil!..

Kaynak: T24

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…