Erhan Örs: Bir grup sanatçı arasında filizlenen bir araya gelme ve harekete geçme isteği son dönemdeki siyasal süreç ve sanat üzerindeki baskılarla birlikte daha görünür bir hal almıştı. Ocak ayından beri sanat üzerinden belli konuları tartışmaya açmak için imece usulü bir çalışma yürütüyorduk. Haziran ayında İstanbul’da yapılan toplantıda kurulacak inisiyatifin ismine ve içeriğine karar verildi. 18 Temmuz’da da Amed’de yapılan bir deklarasyonla inisiyatif kuruldu. Buna, Süreyya Karacabey’in tabiriyle, yorulmuş, sessiz bir şekilde oturan sanatçıların ses çıkarması olarak bakılabilir. Mevcut iktidarın ve global düzenin yarattığı ayrıştırma, sindirme, sansür ve otosansür politikalarına karşı kolektiviteyi ve örgütlülüğü güçlendirmeye yönelik bir girişim. Özgürlük için Sanat pasifikasyon politikasına karşı eylem geliştirmek ve sanat üretmenin dinamikleri üzerine tartışmak isteyen tüm sanatçılara açık bir inisiyatif. 5-6 Ekim’de Nâzım Hikmet Kültür Evi’nde gerçekleştireceğimiz çalıştayda da bu konuları masaya yatıracağız.
Ayşe Çetinbaş: Özgürlük için Sanat İnisiyatifi’nde sanatın farklı disiplinlerinden gelen, ama ortak bir meramı olan sanatçılar var. Hepimiz elbette bir şeylerle uğraşıyoruz, ama üzerimizdeki politik baskıların ve bu sebeple yapmakta zorlandığımız işlerin yol açtığı psikolojik yüke karşı bir araya gelmek istedik. Buna ekonomik baskı da eklendi, pek çok arkadaşımız işini bırakıp başka alanlara geçmek ya da yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Belgesel sinemacılar olarak ihtiyaç duyduğumuz fonlar yok oldu, destek alamaz olduk. Şu an somut hedeflerden ziyade, kabuğumuzdan çıkma ve bir araya gelip birbirimizden güç alma motivasyonuyla yola çıktık. Forumlar ve sohbetlerle dolu 5-6 Ekim’deki çalıştayda da tam olarak bunu yapacağız.

Tam da o tarihlerde Antalya Altın Portakal Film Festivali yapılacak, ama siz inisiyatif olarak festivali boykot edeceksiniz. Bu festival sizin için ne ifade ediyor?
Ayşe: Antalya maalesef hafızamızda iyi kalmayan bir festival. 2014’te ben, Berke Baş ve Seray Genç festivalin ön jürisindeydik. Seçtiğimiz 15 belgeselin arasında Reyan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek filmi de vardı. Akabinde bize filmin Türk Ceza Kanunu’na aykırı olduğu gerekçesiyle seçkiye alınmayacağı iletildi. Biz bunun sansür olduğunu söyleyip itiraz ettik. Haber çok yayılmadan festival ile aramızda bu işi çözmeye çalıştık, ancak hiçbir şekilde geri adım atmadılar. Hatta festival yönetimi sansür krizi çıktıktan sonra, Seray arkadaşımız geçirdiği iç kanama öncesi ağrılar içinde kıvranırken telaşla imzaladığımız kağıtları “belge” olarak ortalıkta paylaşıp asıl sansürü bizim yaptığımızı yaymaya çalıştı. O kağıtlarda film listesinin hukukçular tarafından incelenmesini istediğimize dair bir ibare varmış. Absürt bir iftiraydı, bizim kim olduğumuz, yaptığımız işler, açıklamamız belli. Bunun dışında konu olarak önemli, ama giriş sahnesinde bir tecavüzü ele alma biçimini sorunlu bulduğumuz için seçkiye almak istemediğimiz Küçük Kara Balıklar’ı bizi giriş sahnesinin çıkarıldığına dair yanlış bir şekilde yönlendirip kendileri seçkiye aldılar. Sonra da arkamızdan “Ön jüri girişteki küfürlerden rahatsız olmuş, çıkarırsanız alacaklarmış” gibi bir yalanı dolaşıma soktular. Söz konusu filmin yönetmenleri onları arayıp küfürleri çıkarmalarını istediğimiz, onların da filmi seyirciyle buluşturabilmek için mecburen çıkardıkları yalanını yaymaktan utanmadı.
Özetle, 50 yıldır yapılan festival üç bağımsız belgeselcinin üzerine suçu atıp aradan sıyrılmaya çalıştı ve hiçbir sorumluluk almadı. Bu durum sinemacılar tarafından görüldü, belgeselciler filmlerini çekti, belgesel yarışması iptal edildi, bazıları festivali boykot etti, bazıları gidip sözünü orada söylemeyi tercih etti, ama sonuç olarak sinemacılar aralarında parçalandı. Bu parçalanmanın verdiği zarar herkeste öyle veya böyle bir yara açtı. Ama bir sonraki sansür krizi için bir tecrübe oluşturmuş oldu. 2015’in nisan ayında ise PKK’nin geri çekilme sürecini anlatan Bakur belgeseli İstanbul Film Festivali tarafından seçkiden çıkarıldı. Oradaki tüm sinemacılar bu sansürü kabul etmedi ve filmlerini çekti, yürüyüşler yapıldı. Tabii bunda senenin henüz 2015 olmasının da etkisi var, kıymetli bir şeydi. Antalya’da sonraki yıllarda bir dönem Ulusal Yarışma da kaldırıldı, hatta İstanbul’da ona alternatif bir yarışma düzenlendi. Eski ekipler gitti, yeni ekipler geldi ve her seferinde “beyaz bir sayfa” açılacağı söylendi.
Özgürlük için Sanat İnisiyatifi’nde sanatın farklı disiplinlerinden gelen, ama ortak bir meramı olan sanatçılar var. Üzerimizdeki politik baskıların ve bu sebeple yapmakta zorlandığımız işlerin yol açtığı psikolojik yüke karşı bir araya gelmek istedik. Buna ekonomik baskı da eklendi, pek çok arkadaşımız başka alanlara geçmek ya da yurt dışına gitmek zorunda kaldı
Sizce sinemacılar bu “beyaz sayfalara” neden itibar ediyor? Festivaller olmasa sinemacılar kan mı kaybeder?
Ayşe: Bu herkesin festivallerle kurduğu kişisel ilişkiyle ilgili, kimseyi yargılamak istemem. Sonuçta insanlar çok emek harcıyor ve filmlerini seyirciyle buluşturmak istiyor. Hem en çok seyircinin takip etmesi hem de uluslararası boyutları bulunması sebebiyle bunun için belli başlı yerler İstanbul, Ankara, Antalya ve Adana gibi festivaller. Belki hafızamız zayıf, belki gündemler yoğun, ama hepsi olmasa da birçok sinemacı “beyaz sayfalara” kanıyor. Ben bahsettiğim süreç sonrasında tüm festivalleri boykot ediyorum, seyirci olarak bile katılmıyorum. En yakın dostlarımın filmleri gösterilse bile ayağım gitmiyor.
Erhan: Yeryüzü Aşkın Oluncaya Dek ve Bakur gibi Gezi direnişini ve Kürt meselesine dair çözüm sürecini, yani AKP iktidarı döneminde yaşanan iki net kırılmayı anlatan iki belgeselin sansüre uğraması Türkiye’nin yakın geçmişine dair turnusol işlevi görüyor. Bu tür filmler hem yaşadığımız siyasal süreci anlatıyor hem de bizim neden bir araya gelip harekete geçmek istediğimizi ortaya koyuyor. Özgürlük için Sanat İnisiyatifi sadece sinemacılardan oluşmuyor, ama bu çatı altında bir araya gelerek bu konudaki hesaplaşmayı derinleştirmeyi arzu ediyoruz.

15 Temmuz sonrasındaki süreçte KHK’lerle kamu görevinden çıkarılan kişileri konu alan Kanun Hükmü de geçen sene Antalya’da sansüre uğradı. Bu tür bir sansür nasıl hiç çekinmeden yapılabilir bir hale geldi?
Erhan: Bu tür sansür girişimleri bazı okumaları yapmak için önemli. Son dönemde AKP iktidarının hak mücadelelerini bastırma süreçlerinin ne kadar sertleştiğine tanık oluyoruz. AKP hangi alanlara girilemeyeceğinin sınırlarını çok net çiziyor ve aslında hiçbir alana girilemeyeceğini söylüyor. AKP’nin bu dizayn hamleleri 2013 ile başladı. Kanun Hükmü de 2015’teki savaş süreciyle birlikte Kürdistan’da ve Türkiye genelinde sınırlar çizerek, sermayeyi de kullanıp had bildirerek, yeni bir sansür ve otosansür biçimi yaratarak sanat alanının şekillendirilmesinin son örneği.
Ayşe: Kanun Hükmü etrafındaki sansür skandalı daha sonra filmin yönetmeni Nejla Demirci’nin de hedef gösterilip kriminalize edildiği çok sıkıntılı süreçlere sebep oldu. “Beyaz sayfa” meselesine dönersek, her sene yeni yönetimin kim olacağı merakıyla Antalya’yı bekliyor sinemacılar. Örneğin, bir önceki sene Ahmet Boyacıoğlu geldi, deneyimli bir festivalci, eskiden beri sinema sektörünün içinde. Geçmişe dair bir özeleştiri yapılır, sinemacılarla helâlleşilir ve sansür ile araya kalın bir çizgi çekilir diye umuyorduk. Ama dakika bir, gol bir, Kanun Hükmü skandalı oldu. Bizzat festival başkanı ve belediye başkanı birbirinden rezalet açıklamalar yaptı. Sonrasında yaşananları hepimiz biliyoruz. Maalesef geçmişten hiçbir ders alınmıyor.
Festival sanki geçen sene hiçbir şey olmamış gibi bu sene yine yapılıyor. O kadar vaat ve sözden sonra seçimler oldu ve tekrar belediyeyi kazanmalarına rağmen hiçbir özeleştiri yapmadan festivali devam ettirmeye çalışıyorlar. Tanıdığımız birçok sinemacı, yapımcı ve yönetmen buraya filmlerini gönderdi ya da jüri üyesi oldu.
Öte yandan, sinemacılar oldukça örgütlü davranıp topluca festivali boykot ederek bu suça ortak olmamayı tercih etti. O süreç nasıl bu kadar hızlı örgütlenebildi?
Ayşe: Festival başkanı ve belediye başkanının yaptığı açıklamalar bunu son derece kolaylaştırdı. Aslında günümüz Türkiye’sinde insanların bir araya gelip ortak bir tepki vermesi kolay olmuyor, ama geçen seneki sansür o kadar bariz, verilen demeçler öyle ipe sapa gelmezdi ki, herkes üzerine alındı ve çok yerinde refleksler gösterildi.
Erhan: Sinemacılar ve belgeselciler arasında birbirinin farkında olmayan bir örgütlenme vardı ve bu olay sonrasında bir farkındalık oluştu. Ancak unutulan bir şey var. Festival sanki geçen sene hiçbir şey olmamış gibi bu sene yine yapılıyor. O kadar vaat ve sözden sonra seçimler oldu ve tekrar belediyeyi kazanmalarına rağmen hiçbir özeleştiri yapmadan festivali devam ettirmeye çalışıyorlar. Tanıdığımız birçok sinemacı, yapımcı ve yönetmen buraya filmlerini gönderdi ya da jüri üyesi oldu. İktidarın istediği tam olarak bu, olan biteni normalleştirmek. Sadece Kanun Hükmü ile değil, geçmişteki bütün sansürlerle yüzleşmezsek, kendi içimizde derinlemesine bir analiz yapmazsak, muktedirler özeleştiri vermezse devran böyle devam edecek. İnisiyatif olarak biraz da bu konuda söz üretmek için insanları bir araya getirmeye çalışıyoruz. Örneğin, geçen sene Antalya’da ortaya çıkan duygular, refleksler, haklı öfkeler dinmeye başladı ve insanlar günlük hayatlarına devam etti. Bu döngü 10 yılı aşkındır tekrar üretiliyor, biz bu normalliği reddediyoruz.

Henüz festivaller başlamadan, program aşamasında da birtakım belgesellere yönelik çeşitli kararlar alındığını duyuyoruz. Örneğin, 2021’de Seda Gökçe ve Özge Sebzeci’nin Ölümüne Boşanmak, 2023’te Ulysses Çevirmek İKSV tarafından politik atmosfere uygun olmadıkları gerekçesiyle İstanbul Film Festivali seçkisine alınmadı. Buna dair ne yapılabilir?
Erhan: Benzer bir durum tanıdığımız birçok sinemacı için geçerli. Filmleri Avrupa’da önemli festivallerde gösterilmiş bazı yönetmenler filmlerinin içeriğinin “sert” bulunması gerekçesiyle, burada hiçbir festivale kabul edilmiyorlar. Biz de harekete geçerken sadece gerçekleşmiş sansürlere karşı mı, yoksa üretirken bizi etkileyen süreçlere ve otosansüre dair de çalışma yürütüp yürütmeyeceğimizi tartıştık. Üretime dair aleni bir sansür gelişmeden önce muktedirler neyi nasıl dizayn ediyor? Otosansür mevzusu biraz soyut ve işin içine Türkiye siyasetinin girmesiyle karmaşık bir alan. Bütün sanatçılar buna dair kendi içlerinde bir tartışma yürütüyor, ama biz bu inisiyatifi kendi otosansür deneyimlerimizi paylaşıp ortaya net bir resim çıkarabileceğimiz bir zemin olarak da görüyoruz.
Ayşe: 5-6 Ekim’deki çalıştaydaki tartışma başlıklarından biri de bu, sansür ve otosansürün sınırını konuşmak çok anlamlı olacak. Sadece politik baskılardan dolayı uygulanan otosansür dışında bir de festival aşamasında yaşananlar var. Örneğin, eskiden bir festivale filminizi yolladığınızda sektörde bilinen belgeselciler ve hocalardan oluşan bir kurul tarafından izlenirdi. O ön jüri filmleri izleyip seçerdi ve sonrasında kimse karışmazdı. Şimdi ön jüri dışında festival yönetimleri de izliyor, onaylar alınıyor, altyazılara bile karışılıyor, kullanılan kelimelere kadar uzanan müdahaleler yapılıyor. Sinemacıların bir kısmı filmlerinin gösterilmesi uğruna bunları kabul etmek zorunda kalıyor. Bizim çevremiz geniş, bu yüzden bazı şeylerden haberdar oluyoruz, ancak kimileri de başlarına gelenleri paylaşmak istemiyor.
Eskiden, bir festivale filminizi yolladığınızda sektörde bilinen belgeselciler ve hocalardan oluşan bir kurul tarafından izlenirdi. O ön jüri filmleri izleyip seçerdi ve sonrasında kimse karışmazdı. Şimdi ön jüri dışında festival yönetimleri de izliyor, onaylar alınıyor, altyazılara bile karışılıyor. Sinemacıların bir kısmı filmlerinin gösterilmesi uğruna bunları kabul etmek zorunda kalıyor.
Anlattıklarınız sorunun yapısal olduğunu gösteriyor. Gidişat film festivallerinin tarihsel gelişimiyle de alâkalı. Örneğin, Venedik Film Festivali Mussolini döneminde başlamış, akabinde Cannes ve Moskova’daki festivaller faşist cepheye karşı organize edilmiş. Festivaller II. Dünya Savaşı sonrasında siyasal blokların dünya tahayyüllerini yarıştırdıkları zeminlere dönüşmüş. 90’lardan itibaren de piyasa düzeninin yön verdiği bir festival haritası görüyoruz. Dünya geneline baktığınızda durumu nasıl gözlemliyorsunuz?
Ayşe: Benim son dönemde çok tecrübem yok, Bakur sonrası yeni bir film yapmadık, şu ara 10 yıl gecikmeli de olsa Kardeş Türküler belgeselini bitirmeye çalışıyoruz. Ama genel olarak gördüğüm şey festival yönetiminin yerel yönetimlerle hiçbir alâkası olmaması gerektiği. Yerel yönetim doğal olarak salon tahsis eder, konaklama ve ikram gibi boyutlara destek olur, ancak gerisine karışmaz. Bizde ise Antalya Belediye Başkanı Muhittin Böcek Kanun Hükmü ile ilgili “malûm belgesel” diye başlayan bir şeyler anlatıyor. Sapla saman birbirine karışmış durumda. Belediye parayı verdiği için kendisini festivalin sahibi zannediyor ve kendisinde her konuda söz söyleme, seçilen filmleri denetleme hakkını görüyor. Aslında bunun mücadelesi yıllarca verildi, meslek birlikleri süreçlerin nasıl yürümesi gerektiğine dair tartışmalar yaptı, ama ileriye gitmek şöyle dursun, her sene daha rezalet şeyler oluyor.
Erhan: Tarihsel olarak ulus devletler ya da askeri rejimlerin yürüttüğü sansür politikaları varken, sizin de belirttiğiniz gibi, sermayenin devreye girmesiyle çok yönlü, boyutunu tam da kestiremediğimiz, örtük sansür biçimleri ortaya çıktı. Bunun bir kısmı festivallerin fonlarla ve yerel yönetimlerle ilişkilerinden kaynaklanıyor, birçok festivalin kendine özgü bir sansür alanı var. Bir belediye bir partiden diğerine geçtiğinde sansür politikaları da değişebiliyor. Bire bir deneyimlemesem de bu muhtemelen Avrupa’da da böyledir. Son bir yılda, IDFA örneğinde olduğu gibi, dünyadaki çoğu festivalin göbekten bağlı olduğu sermaye grupları, ulus devletler ya da ülkesel kodlardan dolayı Filistin meselesi karşısında döküldüğünü gözlemledik. Türkiye bu konuda daha masumdu, ama burada da Kürt, kadın, LGBT+, vb. konularına dair sansür politikası hiç gevşemeyen bir katılıkta devam ediyor.

Documentarist’te Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi isimli kolektif bi


