Depremin de sınıfsallığı söz konusu ama aynı zamanda başka bir eşitsizlik de var. Deprem sınıfsal, bölgesel olarak daha dezavantajlı olan bir kesimi, daha da dezavantajlı hale getirdi.
Maraş merkezli iki depremin yaraları her yandan kanamaya devam ederken depremin ilk günlerinde defter tutanlara iktidar ortağı Devlet Bahçeli de eklendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Devlet nerede, Kızılay nerede?” diye soranlara duyduğu öfkeyi “Ahlaksız, namussuz!” hakaretleriyle karşılayıp, “Kış şartlarından kaynaklanan bazı eksiklikler olsa da” depremin ilk anlarından itibaren tüm imkanların seferber edildiğini savunmayı sürdürdü. Depremin haftası dolmadan başlayan “Yaraların hızla sarıldığı”, “Her yere yetişildiği”, “Her şeyin kontrol altında olduğu” propagandası, üzerinden geçen iki haftaya rağmen barınmadan suya erişime, birçok hayati sorun devam ederken de kuvvetlendirilerek sürdürülüyor.
Siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri ve sosyal politika alanlarında çalışan Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aslıhan Aykaç’la, tek adam rejiminin “Her şey kontrol altında” propagandasını, depremin sınıfsallığını ve jet hızıyla girişilen konut hamlesini konuştuk.
İktidar depremin üçüncü, dördüncü günlerinde ancak girmeye başladığı deprem alanlarından “Yaraları sarıyoruz, her şey kontrol altında, konutları hemen yapacağız, az hasarlı evlere de girebilirsiniz” gibi söylemlerle bir normalleştirme algısı oluşturma gayreti içindeyken, Hatay merkezli iki büyük deprem daha yaşandı. Yeni depremler bu normalleştirme çabalarına ne demiş oldu?
Yeni depremler artçı ya da tekil depremler olsun şu açıdan önemli, demek ki başka olasılıklar var ve bizim buna karşı da hazırlıklı olmamız gerekiyor. Yani durumu bir oldubitti olarak değerlendirmemek gerekiyor. İkincisi, müthiş bir acele var normalleştirme yönünde. “Hemen konut yapacağız, enkazları hemen kaldırıyoruz!” Böyle olunca, hasar tespit çalışmalarının ne kadar etkin olduğundan da emin olamıyoruz. Dolayısıyla bu normalleştirme çabalarında felaketin boyutunu küçümseyici bir tavır olduğunu düşünüyorum. Oysa, Maraş merkezli iki depremle birlikte neredeyse bir savaş durumunda ortaya çıkacak kadar bir can kaybı söz konusu. Böyle bir ortamda, sizin önce duruma dair bilgi sahibi olmanız gerekiyor.
Depremin yıkıcılığının boyutları bilinmiyor olamayacağına göre neden küçümseyici bir tutum alınıyor?
Bence ister mayısta, ister haziranda yapılsın, seçime girmek zorundalar ama seçimlere kötü bir görüntüyle girmek istemiyorlar. İktidar rasyonalitesi içinde bu mantıklı bir hedef onlar için. Ama yaşadığımız durumun vahameti açısından sağduyulu bir davranış değil. Burada siyasi hedefler ya da siyasi kaygılar nedeniyle sağduyunun kaybedildiğini hissediyorum ve bunun için çok üzülüyorum. Bakın, AFAD başkanı “Cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla” diyerek deprem müdahalesini açıklıyor. Bu çok trajik bir durumdur. Ne olacaktı, Cumhurbaşkanı talimat vermeseydi siz harekete geçmeyecek miydiniz? İnsan sağduyusunun siyasi akla kurban edilmesi insani bir durum değil. Etik de değil, mantıklı da değil, duygusal da değil, ne derseniz deyin ciddi bir insaniyet krizi yaşanıyor. Gönüllülerin sahaya inmesine müdahale ettiniz, röportaj yapan insanları itip kaktınız, ne kadar ayıptır. Bütün bunlar yapıldı, neyi saklamaya çalışıyorsunuz? Efendim, “Biz de üzülüyoruz!” Hep beraber üzülelim, ama bir de utanalım.
İktidarı her şey için eleştirebiliriz, diğer yandan depremin 10 ili kapsadığını, 13 milyon insanı etkilediğini düşündüğümüzde belli ölçülerde devletin böyle bir felakete hazırlıksız yakalanmış olabileceği de anlaşılabilir. Ama bununla da yüzleşmek gerekiyor. Hataları, eksikleri düzeltmek için defalarca söylediğimiz gibi bilim insanlarından görüş alın, onlara sorun, enkaz kaldırma, hasar tespiti nasıl yapılır, danışın.
Anacak bunları yine görmüyoruz. 20 Şubat depremlerinde tsunami uyarısı yapan AFAD’ın Hatay’da çadır kenti deniz kenarında, dört tarafı sular içindeki bir alana kurulduğunu gördük. Çok korkunç.
HEM SINIFSAL, HEM BÖLGESEL EŞİTSİZLİK SÖZ KONUSU
Geçmiş deneyimlerden de, son deprem cinayetinden de biliyoruz ki, felaketlerin altında en çok yoksullar kalır ve sel, deprem gibi doğal afetlerin felaket haline gelmesi de sınıfsaldır. Geride kalan 15 güne baktığınızda bu açıdan nasıl bir resim çizersiniz?
Sorunuza, depremin ekonomik boyutuyla başlamak isterim. Bu depremin ekonomik maliyetiyle ilgili çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Bu maliyet sadece enkazın kaldırılması veya bu kentlerin yeniden mamur hale getirilmesinden ibaret değil. Aynı zamanda buraların ekonomik olarak üretken alanlara dönüşmesiyle ilgili de bir maliyet söz konusu. Burada iki şeyin altını çizmek istiyorum. Birincisi, evet depremin de sınıfsallığı söz konusu ama aynı zamanda başka bir eşitsizlik de var. Bu 10 şehrin önemli bir kısmı bölgesel eşitsizliğe de maruz kalan şehirler. Yani ülkenin doğusuyla batısı arasında hâlâ çok büyük bir sosyoekonomik uçurum var. Bu şehirler bundan da olumsuz etkileniyorlar. Dolayısıyla deprem sınıfsal, bölgesel olarak daha dezavantajlı olan bir kesimi, daha da dezavantajlı hale getirdi, başka bir zorluk çıkardı.
En dezavantajlı gruplar hangileri?
Bir tanesi tarımsal nüfus. “İnsanlara koyun verelim, inek verelim, arı verelim” diye bir söylem var, tamam verelim de onları kendilerini döndürür hale, geçimlik hale getirebilecek miyiz? Bu çok zor.
İkincisi, küçük işletmeler yani esnaf, serbest çalışan, küçük dükkan sahipleri. 10 ilde bu gruptaki çok fazla insandan bahsediyoruz. Bu küçük işletmelere yönelik neler yapılacak? Ekonomik destekler neden hep büyük işletmelere, sermayedarlara yöneliyor?
Üçüncü grup da Hatay, Antep başta olmak üzere deprem bölgelerinde çok fazla mülteci nüfus var. Düşünebiliyor musunuz, enkaz altındayken “Bağırırsak bizi kurtarmazlar” diye ses çıkarmaya korkmuşlar. Bunlar insani açıdan çok yürek yükü. Dolayısıyla, mülteciler ne olacak? Resmi açıklamaya göre 10 bin mülteci gönüllü olarak Suriye’ye geri döndü ama şunu da hatırlatalım deprem Suriye’de de büyük yıkım yarattı. Bu insanlar başka bir enkaza dönmüş oluyorlar. O nedenle bu üç gruba, hem sınıfsal, hem bölgesel, hem de ekonomik olarak bir açılım yaratılması, bir politika üretilmesi gerektiğini düşünüyorum.
BİZE ARTIK BİR ŞEY BAHŞEDİLMESİNİ İSTEMİYORUZ
Depremden sağ çıkabilip de başka bir kente gitme imkanı olan yüz binlerce insanın şehirlerini terk ettiklerini biliyoruz ve bu devam ediyor. Dolayısıyla geriye ağırlıkla bu imkanı bulamayan yoksullar ve görülmeyen mülteciler kalmış durumda. Durum böyle olunca mutlak bir eşitçilik talebi doğru bir talep olur mu? Bu açıdan nasıl bir talep oluşturulmalı?
DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu, afetzede çalıştırma zorunluluğu önerisini sundu ama bunun doğru olup olmadığından emin değilim. Diğer yandan devletin deprem yardımı olarak verdiği 10 bin lira, kimse için hiçbir derde deva olmayacak bir miktar. Hükümet 10 bin lira diyor, Çerkezoğlu iş verelim diyor, politika yapmak böyle bir şey değil. Palyatif tedbirlerle bir çözüm yaratamazsınız. Hastayı canlı tutmak yeterli değil, hastayı iyileştirmek, kendi kendini idare eder duruma getirmelisiniz. Şu kadar verelim, şu kadar iş verelim, hayır, siz önce yapısal olarak kaç kişi var, neye ihtiyaçları var, politika kalemlerinizi, hedeflerinizi belirleyip onun için kullanacağınız araçları belirleyin. Hayatı yeniden inşa etmek gerekiyor bunun için de sosyal politika gerekiyor.
Bu politikalar içinde neler olmalı?
Örneğin dehşet bir altyapı yatırımı gerekiyor. Onun üstüne ekonomik faaliyetleri destekleyecek teşvikler vermeniz, sübvanse etmeniz gerekiyor. Teşvikler derken de büyük sermayeyi kastetmiyorum. Küçük üreticileri, kendi hesabına çalışanları, tarım yapanları ayakta tutacak teşvikler verilmesi gerekiyor. Barınma konusu da sosyal politika meselesidir. Ama bizim ülkemizde barınma bir piyasa alanı olarak görülüyor maalesef. Dolayısıyla altyapıyla, üretimle, barınmayla, sosyal politikayla, hastanelerden, eğitim kurumlarından, diğer devlet hizmetlerinden, sosyal korumadan bahsetmemiz gerekiyor. Kalkıp da 10 bin lira, bir yıl içinde yapılacak evler, birine koyun vermek vs. bu sadaka kültüründen kurtulalım artık. Bize artık bir şey bahşedilmesini istemiyoruz. Devlet yapılacak deprem konutlarını yine bir rant kapısı, yine bir piyasa aracı olarak kullanacaksa insanlara hiçbir faydası olmayacak. Ama bir sosyal politika aracı olarak, yani insanların barınma maliyetlerini düşüren bir mekanizma olarak kullanacaksa o zaman konuşabiliriz.
KONUTLAR KONUSUNDAKİ ACELE, ÇOK SAĞLIKSIZ BİR ACELE
İKTİDARIN sizin de vurguladığınız üzere hızlıca bir konut seferberliğine girmesindeki temel saik depremzedelerin konut ihtiyacını çözme midir, yoksa depremle birlikte daha da katlanacak olan ekonomik kriz ortamının içinde yeni bir birikim olanağı fırsatı yaratmak mı?
Bana ikincisi gibi geliyor tabii ki. Burada yeni bir piyasa döngüsü ortaya çıkacak. Savaş bölgelerinde de böyledir, çatışmadan sonra o şehirleri yeniden inşa etmekten de birileri her zaman nemalanır. Dolayısıyla böyle bir boyut var fakat şunun da altını çizmek istiyorum, bu teknik olarak mümkün mü? Bir yıl içinde şu kadar konut yapmanın, zemin etüdü vs. açısından da ne kadar mümkün olduğunu bilmiyorum. Bunu deprem uzmanları bilecektir ama bu acele, çok sağlıksız bir acele.
Şunu da eklemek istiyorum, insanlar bu evlere güvenecek mi? İnsanların da deprem, TOKİ, kira, rant döngüsünün biraz farkına vardıklarını düşünüyorum, ya da umuyorum.
FELAKETİN İZLERİNİ SİLME PEŞİNDELER
İKİ hafta geride kaldı ancak hiçbir konuda sorumluluk üstlenilmediği gibi bir bürokrat istifası bile söz konusu değil. Bu koruma halinin altında ne var?
Bizim siyasi geleneğimizde siyasetçilerin sorumluluk alma durumu yok. O nedenle bu bana şaşırtıcı gelmiyor. Müteahhitler, inşaat şirketlerinin sahipleri gibi küçük hedeflerle insanların içini soğutmaya çalışıyorlar. Her konuda pandemide de, enflasyonda da, ekonomik krizde de, depremde de “Yanlış yaptık” diyen olmadı. Hiç yanlış yapmıyorlar. Mesela üniversitelerin yüz yüze eğitime kapatılması konusu. Rezalet bir şey yaşıyoruz üniversitelerde, öğrenciler dağılmış durumda. Eğitimin teknik altyapısıyla uğraşmaktan kalitesine gelemiyoruz bile. Çok kilitlendiler. Ellerinde bir uzman yok, olaylar üst üste gelişiyor, hepsi birbirini tetikliyor, bir yanlış karar bir diğerini doğuruyor. Şimdi de enkazları bir an önce ortadan kaldıralım da, felaketin izlerini silelim, gerçek ölü sayısı da ortaya çıkmasın peşindeler. Bu korkunç bir şey.
Kaynak: EVRENSEL – Serpil İlgün
