Tokat

Kara Harp Okulu arkasındaki İstihbarat Dil Okulu, 12 Eylül döneminde Gözetim Evi adıyla devrimci subayların bir kısmının sorgulandığı, işkence gördüğü bir mekâna dönüştürülmüştü. Havacıların alındığı 1982 yazında üst katımızda Alparslan Türkeş ve avenesi koğuş şeklinde kalırken, biz alt katta hücrelerdeydik. Koridora açılan hücre kapıları sadece gözlerimiz bağlı sorguya götürüleceğimiz zaman ve bir de tuvalete gitmek istediğimizde açılırdı. Nöbetçi er, aynı anda ancak bir hücre kapısını kilitsiz bırakabilir, böylece birbirimizi görmemiz, konuşmamız engellenmiş olurdu. Askerlik ise şimdiki gibi sözleşmeli, paralı askerlik şeklinde değildi. Çoğu yoksul aile çocuğu askerlik hizmeti için oradaydı ve köylerinde kasabalarında 80 öncesi politik tartışmalara görece aşina olduklarından aralarında bize sempati duyanlar da olurdu.

İsmi hala bende saklı bir asker, gece nöbetinde arkadaşları tek tek çıkardığında, tuvaletin tam karşısındaki benim hücremin de kapısını açıp kısa süre de olsa onlarla konuşmama olanak sağlardı. Bir gün aniden nöbetçi subay geliverdi. Ben hemen kapıyı kapatıp içeri girdim, arkadaşım Rafet de tuvalete yöneldi. Ancak benim kapımı yoklayıp kilitli olmadığını anlayan subayın askere attığı, kendi yanağımda çok somut hissettiğim tokadın sesi hala kulaklarımdadır…

Nöbetçi subay gittikten sonra üzüntümü, özrümü ifade edecek söz bulamadığım anda, o güzel insanın söylediği ise şu anda dahi göz yaşlarımı tutmama engel oluyor:

“Sizin için biz de bir tokat yemişiz çok mu?”

Ferhat Encü’ye atılan tokat, İstanbul’da 18 Aralık’ta gerçekleştirdiğimiz Barış Konferansı sırasında düştü sosyal medyaya. Kürsüde, tam da barış çabalarını başarısız kılan etkenler anlatılıyordu. Sivil toplum örgütlerinin ve muhalefetin sürece katılamaması, şeffaflığın sağlanamaması, barış talebinin toplumsallaşamaması ve benzeri eksikliklerin yanında, “Devletin Niyeti” başarısızlıkta temel faktördü!

Ertesi gün bu tokadı kendi yanağında hissedenler olarak Kadıköy’de buluştuk. İskeleden yukarı doğru çıkarken her sokak köşesinde bir polis mangası, silahlı nöbetçiler, tomalar, bariyerler adeta savaş hali görüntüsü veriyorlardı. HDP İlçe binası önünde ise tam bir abluka vardı. Eş Genel Başkanların geleceği sokak, iki tarafı bariyer ve polis kordonuyla kaplı olarak sadece onların geçmesine izin verecek şekilde kapanmıştı.

Eş Başkanlar kitleyle buluşup ilçe binasına girerken binanın kapısı da içeriye gaz atılarak kapatıldı. Milletvekilleri Züleyha Gülüm ve Murat Çepni’nin de olduğu kitle tam anlamıyla ablukaya alınmıştı. Kalkanlarla sıkıştırdığı insanların çıkışına izin vermeyen polisin bu sırada “Dağılın” anonsu yapmasına tebessüm dahi edemedik elbet! Birbirine sarılan gençleri, kadınları, anaları tartaklayarak gözaltı otobüsüne sürüklediler. Otobüse binmeden önce kimlik ve telefonlar alınıyor ve ters kelepçe vuruluyordu. Omuzumdaki platinler nedeniyle ters kelepçe olamadığı için ellerimi önde kelepçeleyip arabaya ittirdiler.

Benden sonra alınan Kürt Anaları benim kadar şanslı değildi. Araca binişlerinde ters kelepçeli halde yerlere fırlatılıp darp edildiler. Kürt olmadığım için kendimi kayırılıyor gibi hissettim utançla. Kelepçeli ellerimizle müdahale etmeye çalışmamıza rağmen arada ayakta bekleyen polisler engelliyordu. Ama ağzımız kelepçeli değildi ve İran kadınlarının duyacağı şiddette hep beraber haykırıyorduk:

“Jin Jiyan Azadi”

Daha önce de gözaltılar yaşadım ama 12 Eylül dönemi dahil, saatlerce ters kelepçeli araçlarda bekletilip hastane muayenesinde bile tuvalet ihtiyacına izin verilmeyen, diz ve postal darbeleriyle gençlerin kaburgalarının kırıldığı bir zulme tanık olmadım. Polislerin yelek numaralarını aklımızda tutup suç duyurusu yapsak da sonuç çıkmayacağının bilincindeydik. Yine de kişisel nefretini ve siyasi tavrını öne çıkaranlar hafızamıza kazındılar.

Arabada Kürt analarının sesi kendi güçleri tükenene kadar kesilmedi. Bu beddualar ve ağıtlar onları tutsak evlatlarıyla buluşturuyor, bir anlamda empati yapmalarını sağlıyordu. Kendileri işkence gördükçe çocuklarının yükünü biraz olsun paylaşmış gibi hissediyorlardı sanki ve her sözleri tokat gibi patlıyordu polislerin suratlarında. Kuşkusuz ortada bir “suç” yoktu ve hepimiz ifade vermeyi reddederek gece yarısına doğru serbest kaldık.

Ne güzel sözdür:

“Birine atılacak en güçlü tokat yüzüne vurulan gerçeklerdir!”

Ferhat Encü, 28 Aralık 2011 tarihinde, bizler yılbaşı hazırlığı yaparken, Roboski’de devlet tarafından katledilen 19’u çocuk 34 köylünün içinde kardeşi Serhat’la birlikte 27 akrabası olan ve buna rağmen barış için çabalayan bir siyasetçi. O, halkına hizmet etmenin haklı onuruyla gerçekleri haykırmaya devam edecek. Devletin gücünü halka karşı kullanan bugünün muktedirleri ise daha çok tokat yiyecekler…


Bahadır Altan kimdir?

Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Hava Kuvvetleri, Anadolu Üniversitesi SHYO, THY ve Pegasus’ta pilotluk ve öğretmenlik yaptı. 12 Eylül döneminde üsteğmen rütbesindeyken iki kez gözetim altına alındı. THY’den sendikal çalışmaları nedeniyle işten atıldı, Gökkuşağı Hareketi adıyla sendikal bürokrasiye karşı alternatif bir model kurarak mücadele etti. Çözüm Süreci ve sonrasında barış mücadelesinde aktif rol aldı. İki dönem Barış Bloğu’nun eş sözcülüğünü yürüttü. ADAM-Der üyesi. Airkule’de havacılıkla ilgili yazılar yazdı, halen Gazete Karınca’da yazıları yayımlanmakta.

  • Hakkımızda
  • Künye

 

Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…