Salon hınca hınç dolmuştu. Önlerde protokolün gediklisi, oturaklı, seyrek bıyıklı erkekler, balkonda kanı kaynayan, kirli sakallı, terli bıyıklı erkekler… Olağan ‘köprüler ve hastaneler’ böbürlenmesinin üzerine salonun nabzına göre şerbet ikramını geciktirmedi Büyük Hatip. ‘Samimi bir itiraf’ paketiyle aziz dinleyicilere sunulan o değerli sözleri hatırlayalım hemen:
“Şahsen benim için geçmişten bugüne gelen, bugünden son nefesime kadar üzerimde taşıyacağım, hatta Rabbimin huzurunda bile inşallah bana şahitlik edecek bir makamım, bir rütbem, bir sıfatım var. O da imam hatipli olmaktır. Bana ‘ömrün boyunca yaptığın tek bir şeyi, ortaya koyduğun tek bir eseri söyle’ deseler, tereddüt etmeden vereceğim cevap gayet açıktır. İmam Hatip okullarının önündeki engelleri kaldırmaktır, imam hatiplerin sayısını arttırmaktır, imam hatiplerin eğitim kalitesini arttırmaktır.”
Bu sımsıcak ifadelerin perdelediği (veya müjdelediği?) bazı gelişmelerden bahsetmeden kürsüden indi Büyük Hatip. Aynı günlerde, yıllardır Türkiye’de faaliyette bulunan iki Fransız okuluna onyıllardır yerleşmiş teamülün aksine, ilk kez Türk öğrenci (çifte vatandaş dahi olsa) alınamayacağı duyurulmuştu. Ağustos ayının son günlerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın yoğun baskısıyla okula dayatılan bu karar, anaokuluna girmeye hazırlanan birçok çocuğun ve ailenin mağdur olmasına sebep olmuştu.
Kuşkusuz, an itibarıyla imtiyazlı birkaç Beyaz Türk miniğinin son gün mağduriyetini omuzlarında taşıyabilecek sıklette değil Türk kamuoyu. Bir daha mektep kapısı göremeyecek küçük bir kızın hangi aile ferdi tarafından parçalandığı, bu aile ferdinin siyasi erk tarafından himaye edilip edilmeyeceğini kestirmeye çalışarak geçiyor günleri. Her sabah yeni bir felakete uyanacağını bildiğinden hiç uyanmamayı seçenlerle, uyuya kaldığı an karabasanın boğazına sarılacağını bildiğinden gözünü kırpmayan gündem uyurgezerlerinin mini minnacık bir ‘Fransız okulları hadisesi’ni can-ı gönülden sahiplenmeleri beklenemez elbette – ikinci sırada and içtikleri için ‘temizlenmeyi’ bekleyen teğmenler trajikomedisi, onların hemen arkasında ‘uyutularak’ toplu mezarlara gömülmeyi bekleyen sokak köpekleri var, onların arkasında artık derimize işlemiş enflasyon kabusu ve daha niceleri bekletiliyor gündemin bekleme odalarında.
Yine de Charles de Gaulle ve Pierre Loti liseleriyle başlayan ve anlaşılan benzer statü veya statüsüzlükteki üç Alman okuluna da sıçrayan bu ani baskı ve baskın hadisesini ele almakta fayda var. Süreç, başladığından beri yer yer köpürdü ve kamuoyuna mal oldu aslında: Okullar temelde Türkiye’de yaşayan Fransız uyruklu çocukların kendi müfredatlarınca eğitim alabilmelerini sağlamak adına kurulmuş, yıllar içinde Türk vatandaşı olan çocukları da kabul etmeye başlamıştı. Dönem dönem Türkiye’nin canını sıkıveren bu pratik, dünün ve bugünün iktidar odaklarının biricik mahdumlarını da bünyesine katıp mezun ettiğinden, resmi bir statüsü olmasa da ‘tolere’ edilegelmişti. Ta ki, devlet bir gece ansızın egemenlik haklarını, mevzuatları ve yönetmelikleri hatırlayana kadar. Yeni açılan Türkiye Yüzyılı’nın çiçeği burnunda ilk Maarif Nazırı, Fransa’yı Türkiye’yi ciddiye almamakla, müstemleke muamelesi yapmakla suçlayarak açtı pazarlığı. Pazarlık diyorum, çünkü işin bu şiddette hatırlanmasının arkasında Fransa’da Türk okulları açılması meselesi olduğu iddia edildi hep. Bir tür mütekabiliyet uyarınca, Türkiye’nin Fransa’da okullar açmak, dolaylı olarak yürüttüğü eğitim faaliyetlerini resmileştirmek veya genişletmek istediği konuşuldu. ‘Sizin burada okullarınız varsa, bizim de orada okullarımız olsun’ şeklinde özetlenebilecek bu talep, ilk bakışta mantıklı ve haktan görünüyor elbette. Fakat Türkiye’den gönderilen eğitimcilerin dindar nesiller yetiştirmeye fazlaca odaklandığı fark edilince, Fransa’nın bu operasyonu durdurmaya kalktığı anlaşılıyor. Kutlu davası kursağında kalan Türk tarafı fazla gecikmeden milli tepkisini koymuş, Fransa’nın Türkiye’deki eğitim faaliyetlerine taş koyuvermişti (taşı koyarken gediğine tam oturtmamakta özen göstermişti ama, okullar açık kalacak, yalnızca Türk öğrencilerin bu okullarda okuma imkanı ellerinden alınmış olacaktı).
***
Konuyla ilgili ilk açıklamalarından birinde, Maarif Nazırı’mız Fransız okullarında okuyan çocukların kayıtları ellerinde olmadığından ‘okullaştırılmış’sayılamadıklarından yakınmıştı. ‘Ben 12 yıllık zorunlu eğitimi uygulamakla mükellef bir bakanım. Dolayısıyla o okula giden bir Türk vatandaşının eğer bende kaydı yoksa, ben o çocuğu okullaştırmadığım için görevimi yapmıyorum demektir’ diye veryansın etmişti kameralar önünde. Nedense tam bağımsız tarikat yurtlarındaki çocuklara gelince tavsayan bu görev aşkını en kalbi duygularımızla selamlayarak bir kenara koyalım ve son yıllarda eğitim alanında – müfredat ve sistem değişiklikleri dışında – yapılan ‘yüksek profilli’ müdahalelere bir göz atalım. Bitip tükenmeyen ODTÜ hazımsızlığı, Raşit Tükel’in İstanbul Üniversitesi’nin olaylı rektörlük yarışını açık ara kazanmasına rağmen Erdoğan’ın üçüncü sırada kalan adayını empoze etmesi, KHK’larla işlerinden olan (temizlenen?) binlerce öğretim görevlisi ve son olarak Boğaziçi’ndeki ağır çekim, narkozsuz kıyım, yalnızca bir çırpıda aklıma düşenler. Tüm bu kişi ve kurumların özelliği, Erdoğan’a ahirette şahitlik edecek dindar nesil projesiyle ters düşmeleri, dış dünyayla barışık ve entegre olmuş bir eğitim-öğretim mefkuresinin bayraktarlığını yapmış olmaları. İkinci özellikleri de iktidarın rahatça at koşturamadığı, belli bir özerklik alanını tutuyor olmaları. Gitgide otoriterleşen tek adam rejimimizin en büyük maharet ve hobisinin bu özerklik ceplerini ters çevirip boşaltmak olduğunu biliyoruz – elbette, bu tür mikro-iktidar alanlarına saldırının eğitim kurumlarıyla sınırlı olmadığını, son yıllarda meslek odalarına kadar yayıldığını da unutmamalı.
Boğaziçi örneğine biraz daha yakından bakalım. Teorik olarak bir devlet kurumu olan üniversite, geçmişinden gelen bir teamüle dayalı olarak, birçok başka kamu kuruluşuna bahşedilmeyen bir özerklik sahasında faaliyet gösteriyordu. Kurumun başarısının temelinde yatan bu bağımsızlık harcı, yıllar geçtikçe ve sırası gelince Erdoğan rejiminin ayaklarının altında balçığa döndü. Ansızın hatırlanıveren mevzuat ve egemenlik hakları, burada da teamülü yıkmanın bahanesi oldu. Biat etmeyeni imha ederek yoluna devam etmeyi şiar edinmiş Büyük Hatip, ahiret kapısında gururla teşhir edeceği Boğaziçi Fatihi rütbesini de eklemiştir artık apoletlerine. Yalnızca birkaç yıl içinde yemyeşil bir ovayı çöle çevirmenin muvaffakiyetiyle dünyada da ahirette de ne kadar övünse azdır.
Benzer şekilde, Fransız okullarının Türklere kapatılmasını uluslararası bir pazarlığın yan ürünü olarak değil, kör taassubu kıble edinmemiş, dış dünyayla ilişki içinde olan eğitim kurumlarının çanına ot tıkamak dürtüsü ve niyetiyle açıklamak daha doğru olur diye düşünüyorum. Kolunun uzandığı her Türk uyrukluyu kendi kindar neslinin saflarına cebren de olsa katmayı ulvi bir gaye edinmiş, doldurduğu salonların balkonlarında ezberden hamasi sloganlar atacak birer nefer olarak yetişmesini milli güvenlik meselesi addetmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. İktidarın bekasının ancak dünyadan tecrit edilmiş, gerçeklikten kopmuş, düşünce ve eleştiri kabiliyeti hadım edilmiş kadroların sırtına binerek sağlanabileceği düşünülürse, Büyük Hatip’in çabasının tutarlı olduğunu teslim etmeliyiz. Hamaset dairesinin dışında kalanlar kulaklarından tutulup içeri buyrulacak, şayet milli bünyeye intikal etmemekte inat ederlerse, safra misali tükürülecekler. Fransız okullarının Türklere kapatılması, yıllardır adım adım yürütülen memleketi – ve gençliği – dış dünyadan kopararak mantolama ve izole etme çabasının en son veçhesi olarak karşımızda. Bu adımı, Fransız küstahlığı ve oyunbozanlığına verilmiş mecburi bir cevap olarak değil, kendi vatandaşlarının iktidarın kontrolu dışında, yeterince lümpen olmayan bir alanda soluklanmasını engellemek olarak telakki etmeli, her şeyden önce.
Öte yandan, yıllar içinde birbirini takip eden bu tecrit hamlelerinin hayatın, toplumun ve teknolojik gelişmelerin olağan akışına taban tabana zıt gittiği ortada. Yabancı okulların, hem seküler hem muhafazakar mahallelerde gördüğü rağbet, kendi ‘maarif modelimizin’ iflasının alameti. Aile Bakanı’nın, birçok milletvekili ve iktidar payandasının çocuklarının dahi bu okulları seçmiş olması, hükmen yenilginin – sessiz de olsa – kabulü. Bir siyasi hareketin gençlik kollarına nefer yetiştirme sevdasından vazgeçmedikçe, dünyanın her köşesinde kabul görecek ve rekabet edebilecek donanımda yurttaşlar yetiştirme hedefini koymadıkça, bu cereyanın önünün kesilemeyeceği açık. Mayısta büyük şaşaayla yürürlüğe giren yeni maarif programında, 5. Sınıf Fen Bilimleri ders kitabında, bilim insanları tanıtılıyor örneğin. Birinci cildin 143. sayfasında, Osmanlı alimlerinden Akşemseddin anılıyor, şu sözlerle :
‘Akşeyh olarak da bilinir. Mikrobu keşfedip bilim dünyasına tanıtmıştır. Tıp alanına sunduğu katkılarla birçok hastalığın ve ilacın keşfine kapı açmıştır’.
Haliyle, gencecik dimağlara Akşemseddin’i ‘mikrobu bulan adam’ olarak tıkıştırmaya kalkışmak, o ebeveynlerin çocuklarını Akşemseddin’in ‘mikrobu bulan adam’ olduğunu iddia etmeyen ilk aklıselim müfredatın kollarına atmakla eşdeğer. Çocuklarının geleceklerini nihayetsiz bir çukura yuvarlamak için taklalar attıkça, onlar da çukura düşmemek için daha da geniş tutacaklar adımlarını, denize düşmeyi de yılana sarılmayı da yılana sarılarak denize düşmeyi de göze alacaklardır. Türk gençliğini gezegenin kalanından koparmak üzere örülen bağnazlık duvarına taş, tuğla, çimento yetiştiren ustabaşları, çocuklarını hendeğin pırıltılı tarafına da ilk geçirenlerdir aynı zamanda. İçeride kapana kısılanlar ise biraz daha mutsuz, biraz daha çaresiz, biraz daha yılgın ve yorgun düşecekler kuşkusuz. Fakat onlar da günün sonunda Akşemseddin’in mikroskobuyla baş başa kalmamak için yeni gedikler arayacak ve açacaklardır surlarda.
Yirmi yıldır inşa edilen her yapının boyası döküldüğü gibi, mantolama da zırıl zırıl su sızdıracaktır.
Kaynak: Diken
Başka Bir Denizli… Başka Bir Ülke… Başka Bir Dünya… MÜMKÜN…![]()