Özgür Denizli

Sanatı taklit eden hayat: Şikago ve Alman Mezbahalarında olan bitenler – Necla Akgökçe

İşçi sınıfı sanat ve edebiyat gibi konularda yazı yazan uzman erkekler tarafından Et endüstrisindeki işçilerin çalışma koşulları üzerinden Amerikan kapitalizmine sağlam bir eleştiri olarak gösterilen, Upton Sinclair’in “Şikago Mezbahaları” isimli romanı, son dönemlerde Alman et endüstrisinde yaygınlaşan Koronavirüs vakaları nedeniyle yeniden gündeme gelerek, tartışılmaya başlandı. Nasıl tartışılmasın aradan yüzyılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen, kapitalizmin en güçlü merkezlerinden biri olan Almanya,  Doğu Avrupa kökenli göçmen işçilere romandaki sömürü ve barınma koşullarına benzeyen koşulları Avrupa’nın orta yerinde onca demokrasi ve insan hakları söylemlerine rağmen çok rahatlıkla dayatabiliyordu. Oscar Wilde haklı çıkmıştı; hayat gerçekten de bu kez sanatı taklit ediyordu.

Hatırlayan kaldı mı bilmem ama bir dönem sanat ve edebiyata bakış yöntemi olarak sosyalist gerçekçilik akımı vardı. Sonra Stalin dönemi sapması olarak bir kenara itilip, kendine sosyalist diyen pek çok sanat eleştirmeni ve edebiyatçı tarafından terk edildi.  O vakitler bu roman, sosyalist gerçeklik akımının en yetkin örneklerinden biri olarak değerlendirilir, solu, solculuğu yeni öğrenmeye başlayan genç insanlara Jack London’un “ Uçurum İnsanları” nın, Gorki’nin “Ana”sının yanı sıra önerilirdi.

The Jungle (vahşi, kaotik orman)  ismiyle 1906 yılında yayımlanan roman, Amerika’da şok etkisi yarattı. Üniversite öğrencisi ve Komünist partisi üyesi Sinclair’in kitabı yazmak için Şikago’nun en büyük et fabrikası olan Armour Trust’ta koşulları bir bire gözlemlemek için 7 hafta işçi olarak çalıştığı hatta 1904 yılındaki kasap grevi sırasında bu işçiler arasında bulunduğu söyleniyor.

Et satışları düşüyor

Etki o kadar büyüktü ki; Amerika’da et ve et ürünleri satışları ciddi bir biçimde düştü, et endüstrisi batma noktasına geldi.  Herkes et ve et ürünleri yemekten iğrenmeye başlamıştı. Öyle ya domuz yağı yediğinizi sanırken, yağ kazanına düşmüş bir işçiyi de yiyor olabilir, sosisi mideye indirirken de baharat basılmış bozuk etler ile zehirlenebilirdiniz. Devlet elbette endüstrinin çöküşünü seyredemezdi. Tüketicilere daha sağlıklı ürünler sunma ve satışları eski seviyesine çıkarma gibi ulvi maksatlarla müfettişler göndererek buraları denetlemeye başladı. Çalışmalar sonucunda ürün kalitesi (!) yükseltildi, fakat işçilerin iş ve yaşam koşullarında her hangi bir değişiklik olmadı.

Biraz romanın konusu ve kahramanlarından bahsedelim. Şikago Mezbahaları bir düğün sahnesi ile başlıyor. Memleketlerindeki yoksulluktan bıkan ve fırsatlar ülkesi Amerika’ya zengin olma hayalleri ile göç eden Litvanyalı Jurgis ile uzun süredir aşık olduğu Ona’nın düğünüdür bu…Yemeğin, içkinin, müziğin, dansın bolca olduğu işçi düğünü esasında geldikleri ülkedeki gelenekleri devam ettirmek isteyen anne babaların isteği üzerine, borç harç yapılıyordu.  Kitap boyunca roman kahramanı Jurgis ve hemen hemen hepsi mezbaha işçisi olan geniş- dar aile çevresi, ölesiye çalışmalarına rağmen bu borç batağından kurtulamayacak, kapitalizmin cangılında en alttakilerin uğrayabileceği tüm felaketleri yaşayarak, hayatta kalmaya çalışacaktır. Bu süreçte patronun tecavüzüne uğrayan Ona, Jurgis’in erkek egemen baskı ve şiddetine de maruz kalacak, o, patronu dövdüğü için hapse girerken, Ona’da, parasızlıktan sağlıksız koşullarda ikinci doğumunu yapmaya çalışırken, yaşamını yitirecektir. Ona’nın ölümünden sonra hem aile hem de Jurgis’in kendini toplaması epey bir zaman alacaktır.  Sinclair kahramanımız Jurgis’i sosyalistlerle tanıştırıp, işçi sınıfı için gerçek çözümün nerede olduğunu göstermesiyle roman son bulacaktır.

Sinclair’in domuz ve sığırların fabrikaya sürüler halinde getirilip, öldürülmesi, çengele asılması, parçalanması, kan, dışkı, hayvan bağrışları arasında fordist üretim tekniğiyle her küçük birimde milimi milimine işlenmesi(!)ni anlattığı bölümde, hayvanlar için dönen çarkların işçileri de nasıl nesneleştirdiğini de açıkça gözler önüne serilir.  Romanın okunması en zor bölümlerinden biridir, bu sayfalar.  Anlatıcı olarak ara ara olaya dahil olan yazar da orada anlatılanların kapitalist birikim sürecinde, kullanılıp, kullanılıp bir kenara atılan işçi yaşamlarının da bir metaforu olduğunu açıkça belirtir. Sinclar’in gerçekçiliğinin zirve yaptığı bu bölümü, okuduktan sonra eti hala severek huşu içinde yiyenler olabilir mi, bilemiyorum?

Emek tarihi için erkek deneyimleri

Sinclair mezbahaların her bölümündeki tüm makinelere süreçlere ve çalışma koşullarına hâkim. Güçlü kuvvetli erkekler, kesim, çengel bölümünde, kadınlar sosis dolum işlerinde, çalışma tezgahlarına zar zor boyu yetişen yaşı büyültülerek fabrikalara yollanan ucuzun ucuzu emek olan çocuk işçiler, başka işlerde çalıştırılmaktadır.

Yazar fabrikalı erkeklerin tüm hikayesine vakıftır ve sosyalist gerçekçilik akımı sayesinde emek tarihine dair erkekler arası pek çok gündelik gizli bilgi, deney ve direniş biçimine roman aracılığıyla ulaşama olanağı sağlar okurlarına.

Feminist açıdan ele aldığınızda ise yazarın kendisinin, bir erkekler dünyası olan mezbaha içlerinin, burada ter döken erkek işçilerin, sendikalardaki erkek yöneticilerin, kadınlara ve kadın işçilere bakış biçimini de görebilirsiniz. Kapitalizmin kitlesel üretime geçtiği dönemde kadınların büyük fabrikalarda çalışması,  çoğu zaman işçi sınıfı ailesinin de sonunu getiren bir ahlak sorunu olarak ele alınmıştır.  Fabrikada ustabaşıların ya da yetkililerin cinsel tacizi, şiddeti,  tecavüzü ile başlayan ve erkek egemen bakış açısına göre “düşme” olarak değerlendirilen bu süreç, çoğu kez kadınların geneleve “düşmesi” ile sonuçlanır.

Sinclair’in romanında da kadın işçiye biçilen bu klasik rol modeli gündeme getirilmiştir.  Kapitalizmin inşa sürecinde kadın işçi sağlığı ve iş güvenliğinin esamesinin okunmadığı işyerlerinde gerçekten de pek çok genç kadın, cinsel taciz, tecavüz, şiddetle karşı karşıya kalıyordu.  Ama kadın işçi deneyimi denilince akla “ahlakın ya da ahlaksızlığın” gelmesi, daha ziyade tarihçi, edebiyatçı, sinemacıların erkek olması, her olaya erkek egemen ideoloji çerçevesinden bakması ilgilidir.

Bu “düşme” ne ola ki?

Sosyalist gerçekçi erkekler, diğer yazarlardan farklı olarak “düşmenin” “düşen” kadından değil ama kapitalist sistemden kaynaklandığını ispat etmeye çalışırlar. Onları suçlamayın bakın sistem kadınları bu yola itiyor, demek isterler…”Düşmüş kadın”, “namuslu kadın” ayrımının erkek egemen ideolojiye dair bir kavramsallaştırma olduğunun, bu şekilde kendilerinin de bu ayrımı yeniden ürettiklerinin farkında değillerdir. Kapitalizm kötüdür nokta ama ya patriyarka…

İşçilikten, mafyatik kolay para kazanma yollarına, hırsızlığa, grev kırıcılığına kadar giden Jurgis’in bu deneyimlerinin ahlakla, düşmekle bağlantısı kurulmazken, büyük ailenin üyelerinden, yoksulluktan kurtulmak için fahişelik yapmaya başlayan Marija’nın yargılanması da yine erkek egemenliğine dair bir durumdur.  Final sahnelerinden birinde, Ona’nın ölmünde Jurgis’in erkekliğinin oynadığı rolü ve fahişeliğin de bir çalışma biçimi olduğunu ve bunun abartılmaması gerektiğini anlatan Marija karakteri ile Sinclair suçunu biraz hafifletir.  Jurgis sosyalistlerle ilişkiye geçerek hem hayatını hem de ruhunu kurtarırken, erkek egemen toplumda yaşamının sonuna kadar genelevde kalarak buraya olan borçlarını ve yoksul ailesinden geriye kalanlara bakma görevi yine Marija’nın sırtına yüklenir, ama.  Bence romanın kadın kahramanı da odur.

Sinclair’in romanını şu sıralarda hatırlama nedenimiz yukarıda belirttiğim gibi Alman çok uluslu kesim zincirlerinden Tonnies et fabrikasında Mayıs, Haziran ayından itibaren 2000’e yakın işçinin çeşitli aralıklarla pozitif çıkmasıydı. Tonnies’de 7000’e yakın işçi çalışıyor.  İşçilerin büyük bölümü, Romanya, Polonya, Macaristan ve Bulgaristan’dan getiriliyor ve geçici iş sözleşmelerine ve taşeron şirketlerine bağlı olarak iş yapıyordu.

Mezbahalarda kölelik şartlarındaki çalışma, sağlık koşulları ve 2013 yılında Alman televizyonlarına ve gazetelerine “et fabrikaları skandalı” başlığı altında konu oldu. Romanda olduğu gibi bu fabrikaların çevresinde de ciddi bir suç şebekesi oluşturulmuştu. Bunlara karşı 450 polisle büyük baskınlar düzenlendi.

Müfettişler, Doğu Avrupa’dan gelen pek çok işçinin kaçak olarak sosyal güvenlik primi, vergi ödenmeksizin çalıştırıldığı saptamasını yaptılar ve 22 şüpheli, iki düzine şirket soruşturuldu. Göçmen işçilerin barınma koşulları da Şikago Mezbahaları’ndan farksızdı, romanda rastladığımız işçi yurtlarında aynı yatağın birkaç işçiye birden kiralanması olgusu, Alman et endüstrisinin devlerinin de  başvurduğu bir yöntemdi. Yalnız işte “sosyal devlet” oldukları için barınma için para almıyorlardı.  Yurtlar ve yataklar yetersiz kaldığından işçiler vardiya sırasına göre aynı yataklarda yatırılıyordu. Hatta Alman Gıda Sendikası (NGG)’de bu konuda araştırmalar yaptı, açıklamalarda bulundu. – Haklarını yemeyelim, son olayla da epey ilgilendiler-   Sözleşmeli işçilerin hastalık izinlerinin sigortalarının olmadığını, bıçakla yaralanmalarda sadece kaza günü için ödeme yapıldığını, daha sonra hastane masraflarının da işçiye ödetildiğini açığa çıkardılar.  Şartların düzeltilmesi için birkaç teşebbüste de bulundular. Bu iş kolu için ülke çapında tek bir asgari ücret saptandı ve daha sonra olay soğuyup gitti.

Direnmek zorundayız

Koronavirüs pandemisinde Tonnies’de pozitif vakaların sayısı artınca, patron bu işin suçlusunun Romanya ve Macaristan’a seyahat eden işçiler olduğuna dair bir açıklama yaptı. Bu ırkçılıktı. Salgının yayılması daha doğrusu göçmen işçiler arasında yayılmasının büyük kapitalist işletmeler açısından bir önemi yoktu şüphesiz. Ama korona fabrikanın kurulu olduğu kasabaya yayılınca, iş bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmaya başlandı, yerel yöneticiler devreye girdi.  Fabrika bir süre kapatıldıktan sonra tekrar açıldı çünkü Alman et endüstrisi, AB’nin bütün et ihtiyacını karşılıyordu,  çarkların dönmesi gerekliydi.  Denetimlerin artırıldığı, işçiler için yeni yurtların yapıldığı söyleniyor…

Et endüstrisinin skandallarının anlatıldığı bir haberde endüstrinin yoğun olduğu Vecta’dan Katolik bir rahibin “Bu modern köleliktir. Açıkça direnmek zorundayız” dediği yazılmıştı. Bakın, direnmek zorundayız, diyen bir Katolikti.

Ben yine romana dönüp artık sosyalist bilince sahip olan Jurgis’in arkadaşlarının ya da Sinclair’in final sözleriyle bitireyim yazıyı “Biz de onları (işçileri) örgütleyecek, zafere doğru götüreceğiz. Düşmanı ezip geçecek, yerle bir edeceğiz; ve Şikago bizim olacak…Şikago bizim olacak…” Dünya’nın bütün kentlerinin bizim olması dileğiyle…

Kaynak: Avrupa Forum (https://avrupaforum1.org/sanati-taklit-eden-hayat-sikago-ve-alman-mezhabalarinda-olan-bitenler-necla-akgokce/)

Exit mobile version