Türkiye’de bazı temel sorunların çözümü, yalnızca kökleri derinlerde ve son derece karmaşık bir tarihin parçası olduğu için değil, aynı zamanda o sorun ya da sorunlardan ekmek yiyenlerin varlığı ve etkisi sayesinde de, zahmetli. Kürt sorunu bunlardan biri. Ola ki bir gün çözülürse, az buz siyasetçi, yazar-çizer amaçsız kalmayacak, siyasi ve yazarlık kariyerlerini muhtelif sorunların hiçbir biçimde çözüme kavuşmamasına borçlu olanlar, silah tüccarları, ziyadesiyle üzülecek.
Kürt sorununun çözümü, Kürt sorununun varlığının kabulü ve içeriğinin nasıl tanımlandığıyla ilgili. Teröre indirgendiğinde kullanılacak alet edevatla, uzak ve yakın tarihi içeren tarihsel kökleri göz önünde bulundurulup eşit yurttaşlık ideali şeklinde tanımlandığında kullanılacak, farklı olur. İki satırlık bir yazıda ele alınamaz yönleri var konunun. Ayrıca, Kürt hareketinin tüm bileşenlerini ve aralarındaki dengeleri bilmiyorum ya da, çok azından haberdarım, diyelim. Bu nedenle, bana ne ifade ediyorsa o kadarı üzerinde düşünebilirim.
Temelde, tanınma ve ‘eşit yurttaşlık’ mücadelesi olduğu kanısındayım. İşgale karşı savaş birlikte verildi, 1924’te Kürtlerin kabullenmediği (muhtemelen, ummadığı) bir anayasal-idari tercih yapıldı, kurulan yeni Cumhuriyet nihayetinde bir imparatorluk bakiyesiydi, ‘üniter’ idari yapıyla birlikte hayata geçirilen ‘ulus devlet’ siyaseti direnç doğmasına neden oldu, kimi asimile kimi entegre oldu, kimisi olmadı; sonrası isyanlar, bastırma, muhtelif unsurları yola getirme yasaları, ulusal ölçekli planlar, inkâr, inkarın reddi, çatışma, terör, faili meçhuller, ölümler… “Kürtler dağ Türküdür, karda yürürken çıkan kart kurt sesi zaman içinde Kürt’e dönüşmüş” zırvasından, AKP’nin başlatıp sonunu getirmediği Barış Sürecine varıldı. Süreç sona erdi, yeniden 1990’lara, hatta belli açılardan daha beterine dönüldü. 12 Mart sonrasında TİP ‘Kürkçülükten’ kapatılmıştı, şu anda HDP davası görülüyor; 90’larda Kürt siyasetçiler cezaevine gönderilmişti, yine cezaevindeler; sorunla farklı ölçülerde ilgili olanların başı derde giriyordu, hâlâ giriyor vs.
Dolayısıyla ‘eşit yurttaşlık’ derken salt hukuk işçiliğini ilgilendiren bir durumdan değil, farklı boyutları olan ve çok acılı, zorlu bir tarihten söz ediyoruz. O tarihin bir yerinde PKK kuruldu ve 1980 sonrasında güç kazanmasında 12 Eylül işkencehanelerinin katkısı, herkesin malumu. 1990’lı yıllardan itibaren Kürt siyasal hareketinin tüm partileri AYM tarafından, kamuoyunda bilinen ifadesiyle ‘bölücülükten’ kapatıldı. Hatta, Perinçek’in henüz hidayete ermediği günlerinde genel başkanlığını yaptığı Sosyalist Parti de 1992’de, ‘Türk-Kürt federasyonunu’ ve ‘Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu’ savunduğu için, yine ‘bölücülükten’kapatılmıştı. 1999’da Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildi, sonrası daha da alengirli, Oslo görüşmeleri, Barış Süreci vs. Sözün özü, Kürtler parti kurup Meclis’te ‘müesses nizam sınırlarında’ siyaset yapmak istediğinde de buna izin verilmedi, sorunun devamından maddi-manevi-siyasi çıkar sağlayanlarca.
Uzun tarihte, ‘sorun’ sözcüğünün içeriği pek değişmedi aslına bakılırsa: İnkâr siyasetinin reddi-tanınma ve eşit yurttaşlık talebi. Hal böyleyken, “Şu Kürtler ne istiyor” sorusunu, hakikaten samimi bir merak ve öğrenme isteğiyle değil, aksine, bahşetme makamından kibirle yöneltenlere, genellikle “Elinin körünü” yanıtını vermeyi tercih ediyorum. Kendi kimliğiyle yaşamak derdindeki bir Kürt’ün ne istediğini ve haleti ruhiyesini anlamak için fazlaca akla fikre gerek yok. Örneğin, zamanında Ahmet Kaya’yı en pervasız ifadelerle hedef gösteren; örneğin, Kürt köylüsüne yedirilen dışkı meselesini, dışkının muhteviyatı bağlamında ele alıp sağlığa zararı olmadığını söyleyebilen, gazeteci ve bilim insanlarının, hâlâ muteber gazeteci ve bilim insanı sıfatıyla yazıp konuşabilmesi, hiç birinin en küçük bir mahcubiyet emaresi dahi göstermeyişi, yalnızca şu örnekler üzerine birkaç dakika düşünmek, Kürt’ün derdinin ne olduğuna, olabileceğine dair bir fikir verir, bugüne dek hiç ilgilenmemiş olana dahi.
Sorun çözmek, ne anlama gelir, mümkün mü böyle bir şey? Doğrusu, çoğu yaşamsal sorunumuzda olduğu gibi, dört başı mamur, herkesi memnun edecek bir çözümün pek mümkün olmadığı kanısındayım. Sorunun özgül nitelikleri, tarihsel kökenleri, eğitim tornamız ve ekmek yiyenlerin çokluğu nedeniyle. Buna mukabil, hiç olmazsa bazı uzlaşmalara varmak, yol alabilmek, barışın ‘b’sini görebilmek için, öncelikle sorunu konuşmak gerekir ki bu elbette mümkün ve konuşma/tartışma koşullarının yaratılması çözümün kritik aşamalarından. Nihai çözüm nedir ve mümkün müdür, başka mesele, çözümün‘aşamalı’ bir süreç olduğunu hatırda tutmak gerek.
Demirtaş’ın bugüne dek yazdıkları, genel tutumu, cezaevinden gündem belirleyen siyaseti, son günlerdeki cesur açıklamaları, çözüm olanakları üzerine konuşup tartışmayı ‘daha’ da mümkün hale getiriyor. ‘Cesur’ diyorum, çünkü Demirtaş ‘özenle’ kaleme aldığı belli olan güncel kınama metniyle, ardından PKK’nın kendisini (ve HDP’yi) hedef alan açıklamasına aynı kararlılıkla verdiği yanıtla, bugüne dek yapılmayan bir şeyi yapıyor ve muhtemelen kamuoyunun bildiği-bilmediği sert tepkilerle karşılaşıyor, bunu göze alıyor.
O cenahta kim kime ne kadar kızgın, ne tartışılıyor, bilenlerden değilim. Bildiğim, 1990’larda değil 2022 sonbaharındayız; demokrasi-eşit yurttaşlık yolculuğunda varılan yer vahim görünüyor, kabul, ama her şeye rağmen ‘mesafe katedilmiş bir yoldaki’ vahamet bu. Bildiğim bir diğer şey, son saldırıda olduğu gibi, küçücük çocukları olan bir polis memurunu öldürmenin, böylesi acımasızlığın, sıvasız yoksul evlerine gelen gencecik cenazelerin, ne Kürt’e ne Türk’e, herhangi bir halka ve hak mücadelesine hayrı olmadığı, olmayacağı.
Sosyal medya hesabında, takındığı tutumun bedelini şu sözcüklerle anlatmış Demirtaş: “Mahallenin ‘delisi, popülisti, tek adamı, sinmişi’ ya da ‘karşı mahallenin teröristi, katili’olarak yaftalamayı göze alıyorum.” Karşı mahallenin söylediklerini biliyorum da, kendi mahallesinde tercih edilen sıfatları bu satırlardan öğrendim.
Yeri gelmişken, her mahallenin benzer üsluptan mustarip olduğu sır değil. Muhafazakâr kesimi konuşup duruyoruz, güzel de, sol mahalledeki türlü kesimlerin tutuculuğu az buz mudur, herkes düşüncesini dışlanma kaygısı yaşamadan, çekinmeden dile getirebilir mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla olumlu yanıt verecek var mı? Bir yazı kaleme alırsınız, biri, mesajla ya da yolda karşılaştığınızda sizin gibi düşündüğünü söyler, sonra bir bakmışsınız kamuoyuna dönük başka şeyler yazıp çiziyor; olmaz çünkü, olamıyor, örgütünde, partisinde, dahil olduğu gruplarda başı ağrısın istemiyor, hiç küçümsememeli mahalledeki itibar kaygısını, ifade özgürlüğüne rahmet okutur.
Demirtaş’ın satırına döneyim… Diyelim, onun kastettiklerinden biri şu satırları okusa, tepkisi “Gördün mü Demirtaş’ı, bak, ‘beyaz’ akademisyen eskisini nasıl da memnun etmiş” olur, olabilir. Şu konulara ilişkin, benim gibi ‘dış kapının mandalı’ konumunda olup iki satır yazmaya çalışanların dahi yüz yüze kaldığı bir tuhaf eleştiridir, beyazlık. Buna dair çok şey var söylenecek, ama yeri burası olmasın.
Kürt sorunu Kürt olmayanların da sorunu (hatta daha çok onların!) ve bu sorun çözüm-konuşma-görüşme aşamasına gelmeden, birkaç adım atılmadan, şiddet ve baskı sona ermeden memlekette ot bitmeyecek güzel kardeşim, zira her şey bir yana, düşünce özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biri bu. ‘Cezasızlık’ belasının habisleşmesindeki rolünü hatırlatmak dahi gereksiz olur. Kürt sorununu kangrenleştirenlerin, oradan menfaat sağlayanların canhıraş çabası sonucunda ‘özgürlük’berhava, ‘cezasızlık’ kural olduğunda, herhangi bir konuda‘makule’ ulaşılacak yol bulunamıyor, ne yönetimde ne toplumda.
Selahattin Demirtaş’ın, dahil olduğu siyasi hareketin ve ülkenin tarihini-talihini değiştirebilecek güçteki çıkışlarını, bu ülkenin bir yurttaşı, Kürt olmayan bir yurttaşı, bir eli yağda bir eli balda olmayan bir yurttaşı olarak, mutlulukla karşılıyorum. Birilerinin, üstelik Demirtaş gibi birinin, bugüne dek tecrübe edilenden başka bir şey denemesi, söylemesi, inat etmesi, kendi tabiriyle ‘milyonların sessiz barış çığlığını hücresinden’ duyup o çığlığa kayıtsız kalmayışı çok değerli. Umut veriyor. Sağ olsun.
Yazı önerisi: Son yazıda Işın Eliçin’in İtalya seçimiyle ilgili makalesini önermiştim. Eliçin bu hafta konuyu açıp ‘faşizme dönüşü’ yazmış, çok iyi yapmış.
Tiyatro oyunu önerisi: 28 yıldır, AİHM kararlarına rağmen cezaevinde olan ve oradan şiir, öykü, roman yazan, hikâyesi Kürt sorununun da tarihi niteliğindeki İhsan Sami Çomak’ın ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ başlıklı kitabı İletişim’den çıktı ve Moda Sahne’de oyunlaştırıldı. Kitap da oyun da çok güzel, Çomak cezaevinden çıkana dek oynamaya karar vermişler. Bir fırsat bulup bu sarsıcı oyunu seyretmenizi dilerim.
Kaynak: DİKEN