Özgür Denizli

Yoksulluk büyürken… – Yüksel Genç

Gecenin bir vakti…. Gündüzün sıcaklığına inat bir serinlik… Diyarbakır’ın en lüks caddesinde bir çöp çekçeki adeta kendi kendine yürüyor. Yaklaşıyorum, çekçeğin kollarına yapışmış 7 yaşlarında bir oğlan çocuğu, hemen yanında ondan biraz daha küçük bir kız çocuğu… Az sonra yanlarına 11 yaşlarında başka çocuk ve genç sayılabilecek bir kadın geliyor. İleride gelen başka bir çekçek grubu ile buluşup yürüyorlar….

Büronun kapısı çalıyor, açıyorum, 20’li yaşlarda bir genç; “Açım, bir ekmek parası” diyor. Aynı hafta içinde değişik yaşlarda kadın ve erkekler aynı nedenle kapıyı çalıyor… Yolda duran araç camlarına elinde camsil ve bezle yapışan çocuklara bakıyorum…

Para vermeli mi vermemeli mi, doğru olan hangisi? Kafamda, ruhumda karışık; hangisi doğru? Ya vermesem ve gerçekten ihtiyaç sahibi ise, ya verirsem böyle geçinmeyi alışkanlık yapmış biri ise ve ben bunu teşvik ediyorsam? Ya çocukları birileri çalıştırıyor ise ben para vererek bu suç şebekesinin bir parçası oluyorsam….? Bir dilenci geliyor, kırık bir Kürtçe ile para istiyor, ben de “Kürdüm” diyor. Dilenen mültecilere para vermekte isteksiz kent sakinleri geliyor aklıma… Kalbim “yoksulluk ve açlık artık hayatlarımızın bir parçası, unutma” diyor…

Körhatda, Kaynartepe’de, Fatih’te, Şehitlik’te, Huzurevleri’nde, Suriçinin iç mahallelerinde dolaşıyorum. Bir izbelik çökmüş gibi…. Buralar eskiden de yoksuldu ama bu izbelik hissi başka… Ekonomik kriz, işsizlik zamanın yükselen sorunları ama esas sorun umutsuzluğa çekilmek galiba diyorum… Umutsuzluğa ve yoksulluğa çekilen toplumlar buna ne kadar dayanır, ne kadar tahammül eder bilemiyorum. Ama isyanların, itirazların en güçlüsünün ve şiddetlisinin bu tür toplumlardan geldiğini anlatan tarih bilgilerini yokluyorum… Daha sonra geldiğim İstanbul’da ise Diyarbakır’da gördüğümden çok daha fazlasıyla karşılaşıyorum. Diyarbakır henüz umutsuzlaştırılmayı kabullenmemiş bir kent, ama İstanbul öyle mi? Keşmekeşlik, melankoli, neşesizlik nasıl da hâkim!

Peki sokakta gördüğüm yoksullaşan Diyarbakır’ın araştırmalarda ki yeri ne? TÜİK 2021 yaşam memnuniyeti araştırmasına göre Diyarbakır Türkiye’nin en mutsuz kenti. Onu sırasıyla Dersim, Urfa, Mardin, Muş, Bitlis ve Batman izliyor. Bu kentler bizim saha araştırması yaptığımız sırada yoksulluğun, işsizliğin hızla derinleştiği ve yayıldığı, hatta kronikleştiği, mutlaklaştığı iller olarak karşımıza çıkmıştı. Öte yandan bu kentlerin bir başka özelliği; politikleşmiş Kürtlerin ağırlıkta varlık gösterdiği ve Kürt siyasallaşmasının önemli temsil kentleri arasında yer almaları!..

Buradan bakınca buralardaki yoksulluğu, Türkiye serencamının sıradan yansıması olarak düşünmek doğrusu güçleşiyor. Zira bu kentler daha doğrusu Bölge kentlerinin önemli kısmı, Cumhuriyet tarihi boyunca genellikle Türkiye’nin en yoksul kentleri içinde yer aldı. Eşitsiz kaynak paylaşımının öncelikli adresi oldu. Gayri safi milli hasıladaki payına reel olarak en az erişebilen, kamu olanaklarından, kamu hizmetlerinden en az faydalanabilen kentler bu bölgede yer aldı. Binlerce metrekare verimli topraklara, hayvancılığa elverişli arazilere, su ve enerji kaynaklarına kadar bir dizi konuda Türkiye’nin pek çok bölgesine göre daha avantajlı olmasına karşın, kalkınmada öncelikli kentler olarak değerlendirilmediler, özel kalkınma planlarına maruz kalmadılar…. Yapılan yatırım ve teşviklerin ana hedefi ise Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt sorunu ve güvenlik politikaları gereğince şekillendi…

Aslında sistematik olarak yoksulluğu sürdürülebilir kılınan bir bölge hakikati, bir nevi Türkiye’nin yoksullaşması ile tamamlanmış da görünüyor…

Tam da bu nokta da Diyarbakır merkezli olarak gerçekleştirdiğimiz, ama kanımca Türkiye gerçekliğine de ışık tutacak özellikler taşıyan “Diyarbakır da Ekonomik kriz göstergeleri ve etkilenimleri” başlıklı çalışmamıza değinmek istiyorum.

104 yurttaşla ve insanların temel ihtiyaçlarını en yoğun ve uygun fiyata temin ettiklerini düşündüğü 24 market çalışanları ile yüz yüze görüşmelere dayanan iki farklı çalışmaya göre;

Araştırma grubunun aylık geliri toplamda %53,9 ile asgari ücretin altında! %38,5’inin ise hane aylık geliri 0-2000 TL arası ve çoğunluğu hiçbir hane aylık gelire sahip olmadığını söylüyor! Bu veri bile kentin içinde olduğu ekonomik yoksulluğun bağlamı hakkında çok şey söylemeye yeter. Öte yandan görüşmecilerin %27,9’u son bir yıl içerisinde hanelerinde en az bir kişinin işsiz kaldığını bildiriyor! %97,1’i ise ekonomik krizden olumsuz etkilendiğini, %95,2’si son bir yılda alım gücünün azaldığını, %24’ü son bir yıl içerisinde farklı ihtiyaçları nedeni ile kredi aldığını, %42,3’ü ihtiyaçları nedeni ile borç aldığını ve %55,8’i ise mevcut durumda hala borcunun olduğunu söylüyor! Yani Diyarbakır’ın önemli bir kesimi için borçla yaşamın idamesi söz konusu!

Buna rağmen %31,7’si temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığını, %42,3’ü faturalarını ödemekte zorlandığını ve %26’sı ise sağlık ihtiyaçlarını karşılayamadığını söylemiş! Buna ilave olarak görüşmecilerin %51’i aile ve akraba desteğine ihtiyaç duydukları halde onlardan katkı/destek alamadığını da bildiriyor…

Kentte yaşanan yoksulluğun çerçevesini anlamak açısından bu veriler kafi sanırım… Bu verilerin benzerine Bölge kentlerinin çoğunun sahip olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum…

Peki Cumhuriyet tarihi boyunca “kalkındırılmamış”, “yoksulluğu sürdürülebilir kılınmış” bu kentlerin sakinleri o zaman değil de neden bugün daha çok ve artan biçimde yoksullukla baş edemediklerini söylüyorlar? Daha önce nasıl baş ediyorlardı?

Bu soruya verilecek ilk yanıt, bu defaki krizin çapının büyüklüğü ve küresel olmasından ziyade-ki bu da önemli- bozulan sosyal dayanışma ve asgari geçim üretim ilişkilerinin dahi bozulması olduğunu söylemek gerekecek!

Bölge illeri genellikle yoksul olmakla birlikte; geniş aile profili, gelişkin komşuluk ilişkileri, sivil/politik alan örgütlülükleri ve kırla/köyle bağlarını önemli oranda korumaları nedeni ile kriz ile baş edebiliyorlardı. Sosyal- kültürel dokusu; güçlü doğal dayanışma ağlarına sahip olmalarını, maddi, manevi, kültürel korunmalarını sağlar iken; toprakla olan üretici ilişki temel ihtiyaçlara erişebilecekleri olanaklar sunuyordu.

Ancak son 20 yılda artan biçimde geniş aile dokusu ve ona dayalı dayanışma, desteklenme ilişkisinin çözüldüğünü, ardından günümüz kentleşmesinin olağan sonuçlarından olan komşuluk ilişkilerinin çözülmesi ile yalnızlaşma sürecinin hızlandığını izledik. Ayrıca ağırlıklı olarak son 7 yılda zayıflatılan ve büyük oranda dağıtılan sivil toplum ve resmi siyasal örgütlülük hali başka bir yoksulluğa direnme noktasının çözülmesini beraberinde getirdi.

Bugün büyük oranda çekirdek aile yapısına sahip, komşuluk ilişkileri büyük oranda çözülmüş, politik olmakla birlikte açık örgütlü olanların oranının azaldığı bölge kent nüfusu, artık yoksulluk ve açlıkla baş etmekte güçlük çektiği gibi, yeni direnme odakları da üretebilmiş değil!

Bu toplumsal çözülme de iktidarın Kürt meselesine dair politikası oldukça etkili olmakla birlikte buna ek olarak, İktidarın ekonomik politikaları nedeni ile üretimden de kopulması, asgari geçim ekonomisinin dahi korunamamış olması yoksulluk ve açlıkla mücadelede bir tür kolun kanadın kırılmasına vesile oldu…. Hükümetin ithalat atağı, tuhaf teşvik politikaları ile toprağa ve üretime dayalı iradi gelişim sürecinin sekteye uğraması, girdi ve çıktı maliyetlerinin yükselmesi, kredi ağırlıklı borçlanarak yaşama biçiminin modern bir tür ayakta kalma stratejisi olarak da kitlelere sunulmuş olması işin çok daha güçleşmesine yol açtı…

Elbette nedenleri çoğaltmak mümkün ama hem yaşadığım kentte hem Türkiye’nin genelinde yoksulluk ve açlık artık çok genel ve temel bir hakikat. Üstelik sürdürülebilir ve yayılabilir bir hakikat! Mutlaklaşıyor, derinleşiyor ve yayılıyor. Bu gidişata dur demek için ilk olarak yukarda saydığımız direnç noktalarının yeniden ve güncellenerek kurulması elzem görünüyor…

Ek: “Diyarbakır da ekonomik kriz göstergeleri ve etkilenimleri” başlıklı raporu baraya tıklayarak erişilebilirsiniz

Exit mobile version